İç dinamikler hazır değilse, değişim olmaz
15 eYLÜL 2008
Kurumsal değil bireysel bazda bakıldığında reklam dünyasının ‘Üç Büyükleri’nden biri olduğunu açık yüreklilikle ifade etmemiz gereken Ali Taran, kasım ayı itibariyle ‘Evofis’ çalışma düzenine geçme kararını, ajansının web sitesinde ‘resmen’ açıkladı…
Ben de Akşam Gazetesi’nde “Gelin de Ali Taran’ı kıskanmayın!” başlıklı bir yazı yazmış ve hasetlik duygularımın (!) nedenini şöyle açıklamıştım (06.09.08):
“Öyle ya sen yıllarca hayalini kur. Adımlarını ona göre at. Sistemi yavaş yavaş ona göre ayarla. Bir tane Kemerburgaz’a, bir tane Bozcaada’ya video konferans yapısı koy. Bersay İletişim Enstitüsü’ndeki (BİE), konferans ve seminer salonlarını bu anlayışla düzenle… 2011 için uçuş planları (!) yap… Sonra Taran’ın ‘Take off’unu (tekerlekleri yerden kesmesini) izle…”
O gün bugün düşünüyorum. “Teknik alt yapı fazlasıyla hazır. Neden geçmiyorsun sen de hemen ‘Evofis’ sistemine? Denemesini de Bozcaada’dan yaptın. Tıkır tıkır çalışıyor. Neden cesaret edemiyorsun?” diye sorsalar, ne yanıt veririm?..
Gelin bunun nedenini, bizim İletişim Grubu şirketlerinde hayata geçirmeye çalıştığımız bir uygulama örneğinden yola çıkarak ‘açmaya’ çalışalım:
Pek çok kişi gibi ben de oldum olası nefret ederim. Çay bardağı ya da kahve fincanı ve bunların tabakları yıkandıktan sonra adam gibi kurulanmazsa ne olur? İçerken üstünüze mutlaka bir iki damla su damlar…. Hele, servis yapılırken, ya dudak payı bırakılmadan lebalep dolduruldukları, ya da dikkatsizce taşındıkları için çay bardağının, kahve fincanının tabaklarına ille de dökülen çay, kahve ne olur? Ânında üstünüze damlamaz mı?.. İşte o damlalar beni öldürebilir…
Orada burada görüyordum. Çay bardaklarının, kahve fincanlarının altına beyaz, kâğıttan altlıklar koyuyorlardı. Bunlar daire biçiminde, kenarları tığ işiymiş havası yaratacak şekilde kesiliyordu. İşe yarıyordu yaramasına da, o –mış gibi yapma, o sunilik beni rahatsız ediyordu. Bizim Ömer Bey’e sordum:
- Senin gelin tığ işi yapar mı Ömer Bey?
- Yapar, Ali Bey
- Şu çay bardağı kahve fincanı altlıklarından da yapar mı? Şöyle çok sayıda…
- Bilmiyorum. Bir sorayım Ali Bey
Birkaç gün sonra Ömer Bey elinde 10 tane modelle geldi.
- Bakın bakalım, beğenecek misiniz?
- Mükemmel! Kaça yapıyorlar?
- İpliği dahil tanesini 2 YTL’ye…
- Gelinin tek başına mı yapacak; yoksa arkadaşlarında da yardım rica edebilir mi?
- Tabii ki birkaç kişi beraber yapabilirler.
- O zaman hemen söyle 250 tane yapsınlar…
Hanımlar işi kısa zamanda bitirdiler ve 250 tığ işi bardak ve fincan altlığını teslim ettiler. Sakız gibi bembeyaz. El emeği göz nuru… Son derece şık şeyler… Yıka yıka kullan… Sapa sağlam… Ne kadar medenî ve keyifli bir iş değil mi?..
Peki şimdi sorun bakalım, şirkette çalışan 100 kişinin 100’ü de kullanıyor mu bu altlıkları… Tabii ki hayır. Duyduğumda kulaklarıma inanamadım. Servisi yapan kişiye istemediklerini söylüyorlarmış bazıları. Kimileri kupa ile içtikleri için (sanki o altlığı alıp masanın üstüne koyamazlar…), Kimileri de fal baktırdıkları, bir iki tanesi de ‘öylesine işte!’ istemiyorlarmış…
Tuttum kendimi. Kızmadım. Ama üzüldüm…
Bilmem, bütün alt yapı hazır olmasına rağmen ‘Evofis’ sistemine bugünden yarına neden geçemediğimizi anlatabildim mi?..
TTNET ‘Milli Babaları’ iyi kullandı
Avrupa Şampiyonasında ERA Research & Consultancy, Milli Takım’ı konu alan reklam filmleri arasında en etkili olanları sıralayan bir ölçümleme yapmıştı. Birinciliği TTNET almıştı. Ermenistan – Türkiye maçı öncesi – sırası – sonrası için bu ölçümlemeyi yapmaya hiç gerek yok. TTNET açık ara yine önde…
Birincisinde futbolcuların anneleri vardı. Bu kez de babaları oynatmışlar. Günümüzde iki kişiyi bir araya getirmek büyük dert iken, onca futbolcu babasını organize etmek alkışlanmaya değer.
Bir miktar ucundan tuttuğumuz –fikir kesinlikle bize değil, reklam ekibine aittir - bir iş olduğu için, fazla översem ‘laf olur’. Ancak, olayı görmezden gelirsek de bize ayıp olur… Bir reklam filmi bu kadar mı sıcak ve cana yakın yapılabilir?..
Bu sıcaklığı sağlayan unsurlardan birinin, babalar olduğunu söylemeden geçmemeliyiz. Annelerden çok daha başarılı bir oyunculuk çıkarmışlar.
TTNET’in iletişim atağı Gülse Birsel ve Özkan Uğur’la devam ediyor… Ben ‘dizi film’ lezzetinde bir şey bekliyorum… O işten yeni bir dizi çıkar mı acaba? İkisi de bu işlerde çok başarılar…
Korkunç Turko’lar nerede?
Garanti Bankası oldum olası iletişim konusunda ‘benchmark’ işler yapar. Ben de onları ve ajanslarını yere göğe koyamam. O zaman kimsenin sesi çıkmaz. Bir tane, sadece bir tanecik işleriyle hem fikir olmayayım, duyuyorum ki, banka tarafının değil ama ajans tarafındaki arkadaşların suratları asılıveriyormuş. Son derece insani bir durum…
Turko’da da öyle oldu. Sevimsiz dedim o reklam için. ‘Sevimsiz’, çünkü o asık suratlı, sanki bizim futbolcuların masklarını takmış, kızgın, nefret, şiddet ve kin yüklü ‘terminatörler’ gibi betimlenmiş o takım, ne bizim ülkenin marka vaadine uyuyordu, ne de Milli Takımın…
İlginç miydi? Evet ilginçti… Ancak her ilginç olan iletişim adına doğru muydu?..
Bu soruyu ‘Evet’ diye yanıtlamak mümkün değildir.
Bütün Türkiye’yi televizyon başına kilitleyen Ermenistan maçı öncesi, arası ve sonrasına özellikle baktım. Turko’lar yoktu… Garanti, bu ‘betimlemeden’ vaz mı geçmişti, göreceğiz. Umarız aklın yolu bir deyip onca yıldır oluşturdukları, o sempatik ve hedef kitlesini kucaklayan iletişim anlayışına, ‘ses tonuna’ (tone of voice) geri dönerler…
Siemens’in ‘izlenebilitesi’* zor!..
Vatikan’da Sistine Kilisesi’nin tavanını süsleyen o ünlü freski ilk kez ortaokulda ders kitaplarında görmüştüm. Sonra yüzlerce defa karşılaştık: Tanrı’nın parmağını uzatarak hayat verdiği Adem’in yaratılışı… Tanrı sağda… Adem solda…
Bu kompozisyonu yüzlerce iletişim aracının üzerinde de gördüm. Amblemlerde… Reklamlarda… Karikatürlerde… İllüstrasyonlarda… Michelangelo’nun bu eseri kadar belki bir de Leonardo’nun insan anatomisinin resmedildiği, bir daire ve kare içinde ellerini açmış insan eskizi gösterilebilir… Maşallah o da her türden grafik çözümlemeye esin kaynağı (!) olmuştur…
Bu kez de bir Siemens ilanı söz konusu. Günlük gazetelerde yer almış. Solda orijinali. Adem’in eli… Sağdan uzanmış olan ise üzerinde sayısal dünyanın ürünü olduğu besbelli, entegre devrelerin yer aldığı yeşil renkte bir el. Mantıken Tanrı’nın eli olmalı. Öyle çizilmiş…
İlanın başlığı ve giriş kısmı İngilizce: Siemens IT Conference, Anwers from IT Future, by James Canton. Konferansın nerede, ne zaman olduğunu ve Canton dışında başka bir konuşmacı veya etkinlik olup olmadığını reklamdan anlamak olası değil…
Bunun üzerine ilanda verdikleri web sitesine gidip bakıyorsunuz. (www.siemens.com.tr/itconference) Hiçbir şey yok. Daha doğrusu karşınıza Siemens Türkiye’nin ana sayfası çıkıyor. Bu durum en azından ilanı gördüğüm ve bu yazıyı yazdığım tarih itibariyle böyleydi (08.09.08)…
Tam kapatacaktım ki şansımı bir de arama motorunda deneyeyim dedim. İşte o zaman karşıma bir basın bülteni çıktı. Ondan, konferansın 23 Eylül’de Swissotel’de düzenleneceğini öğrendim. Yanda üç sekme vardı: ‘Detaylı program için lütfen tıklayın’; ‘LCV için lütfen tıklayın’; ‘James Canton hakkında bilgi almak için tıklayınız’...
Yaklaşık yarım saat kadar labirent gibi, kimsenin anlamaması için tasarlanmış olduğu anlaşılan ‘detaylı programla’ boğuştuktan sonra, star konuşmacının hangi salonda ne zaman konuşacağını bulamayıp ‘Lütfen Cevap Verin’ (LCV) sekmesini tıklamadan oradan ayrıldım…
Buna rağmen aylardır onca rüşvet skandalıyla sallanmalarına rağmen, Siemens’in sanki hiçbir şey olmamış gibi, kriz yönetimi adına hiçbir şey yapmadan böyle bir konferansla medyada iletişime kalkışmasını ilginç bulduğumu ifade etmeliyim… İyice kirlenmiş olan iletişim kanallarını temizlemeden bu işlere kalkışmak nasıl olacak, merakla izlemeye devam edeceğim. İşin ‘izlenebilitesi’* yukarıda ifade etmeye çalıştığım gibi hayli zor olsa da…
‘izlenebilite’: Türkçe’de böyle bir kelime yok. İlan nasıl yarı Türkçe yarı İngilizce ise; benimki de biraz o hesap oldu…
Ben de Akşam Gazetesi’nde “Gelin de Ali Taran’ı kıskanmayın!” başlıklı bir yazı yazmış ve hasetlik duygularımın (!) nedenini şöyle açıklamıştım (06.09.08):
“Öyle ya sen yıllarca hayalini kur. Adımlarını ona göre at. Sistemi yavaş yavaş ona göre ayarla. Bir tane Kemerburgaz’a, bir tane Bozcaada’ya video konferans yapısı koy. Bersay İletişim Enstitüsü’ndeki (BİE), konferans ve seminer salonlarını bu anlayışla düzenle… 2011 için uçuş planları (!) yap… Sonra Taran’ın ‘Take off’unu (tekerlekleri yerden kesmesini) izle…”
O gün bugün düşünüyorum. “Teknik alt yapı fazlasıyla hazır. Neden geçmiyorsun sen de hemen ‘Evofis’ sistemine? Denemesini de Bozcaada’dan yaptın. Tıkır tıkır çalışıyor. Neden cesaret edemiyorsun?” diye sorsalar, ne yanıt veririm?..
Gelin bunun nedenini, bizim İletişim Grubu şirketlerinde hayata geçirmeye çalıştığımız bir uygulama örneğinden yola çıkarak ‘açmaya’ çalışalım:
Pek çok kişi gibi ben de oldum olası nefret ederim. Çay bardağı ya da kahve fincanı ve bunların tabakları yıkandıktan sonra adam gibi kurulanmazsa ne olur? İçerken üstünüze mutlaka bir iki damla su damlar…. Hele, servis yapılırken, ya dudak payı bırakılmadan lebalep dolduruldukları, ya da dikkatsizce taşındıkları için çay bardağının, kahve fincanının tabaklarına ille de dökülen çay, kahve ne olur? Ânında üstünüze damlamaz mı?.. İşte o damlalar beni öldürebilir…
Orada burada görüyordum. Çay bardaklarının, kahve fincanlarının altına beyaz, kâğıttan altlıklar koyuyorlardı. Bunlar daire biçiminde, kenarları tığ işiymiş havası yaratacak şekilde kesiliyordu. İşe yarıyordu yaramasına da, o –mış gibi yapma, o sunilik beni rahatsız ediyordu. Bizim Ömer Bey’e sordum:
- Senin gelin tığ işi yapar mı Ömer Bey?
- Yapar, Ali Bey
- Şu çay bardağı kahve fincanı altlıklarından da yapar mı? Şöyle çok sayıda…
- Bilmiyorum. Bir sorayım Ali Bey
Birkaç gün sonra Ömer Bey elinde 10 tane modelle geldi.
- Bakın bakalım, beğenecek misiniz?
- Mükemmel! Kaça yapıyorlar?
- İpliği dahil tanesini 2 YTL’ye…
- Gelinin tek başına mı yapacak; yoksa arkadaşlarında da yardım rica edebilir mi?
- Tabii ki birkaç kişi beraber yapabilirler.
- O zaman hemen söyle 250 tane yapsınlar…
Hanımlar işi kısa zamanda bitirdiler ve 250 tığ işi bardak ve fincan altlığını teslim ettiler. Sakız gibi bembeyaz. El emeği göz nuru… Son derece şık şeyler… Yıka yıka kullan… Sapa sağlam… Ne kadar medenî ve keyifli bir iş değil mi?..
Peki şimdi sorun bakalım, şirkette çalışan 100 kişinin 100’ü de kullanıyor mu bu altlıkları… Tabii ki hayır. Duyduğumda kulaklarıma inanamadım. Servisi yapan kişiye istemediklerini söylüyorlarmış bazıları. Kimileri kupa ile içtikleri için (sanki o altlığı alıp masanın üstüne koyamazlar…), Kimileri de fal baktırdıkları, bir iki tanesi de ‘öylesine işte!’ istemiyorlarmış…
Tuttum kendimi. Kızmadım. Ama üzüldüm…
Bilmem, bütün alt yapı hazır olmasına rağmen ‘Evofis’ sistemine bugünden yarına neden geçemediğimizi anlatabildim mi?..
TTNET ‘Milli Babaları’ iyi kullandı
Avrupa Şampiyonasında ERA Research & Consultancy, Milli Takım’ı konu alan reklam filmleri arasında en etkili olanları sıralayan bir ölçümleme yapmıştı. Birinciliği TTNET almıştı. Ermenistan – Türkiye maçı öncesi – sırası – sonrası için bu ölçümlemeyi yapmaya hiç gerek yok. TTNET açık ara yine önde…
Birincisinde futbolcuların anneleri vardı. Bu kez de babaları oynatmışlar. Günümüzde iki kişiyi bir araya getirmek büyük dert iken, onca futbolcu babasını organize etmek alkışlanmaya değer.
Bir miktar ucundan tuttuğumuz –fikir kesinlikle bize değil, reklam ekibine aittir - bir iş olduğu için, fazla översem ‘laf olur’. Ancak, olayı görmezden gelirsek de bize ayıp olur… Bir reklam filmi bu kadar mı sıcak ve cana yakın yapılabilir?..
Bu sıcaklığı sağlayan unsurlardan birinin, babalar olduğunu söylemeden geçmemeliyiz. Annelerden çok daha başarılı bir oyunculuk çıkarmışlar.
TTNET’in iletişim atağı Gülse Birsel ve Özkan Uğur’la devam ediyor… Ben ‘dizi film’ lezzetinde bir şey bekliyorum… O işten yeni bir dizi çıkar mı acaba? İkisi de bu işlerde çok başarılar…
Korkunç Turko’lar nerede?
Garanti Bankası oldum olası iletişim konusunda ‘benchmark’ işler yapar. Ben de onları ve ajanslarını yere göğe koyamam. O zaman kimsenin sesi çıkmaz. Bir tane, sadece bir tanecik işleriyle hem fikir olmayayım, duyuyorum ki, banka tarafının değil ama ajans tarafındaki arkadaşların suratları asılıveriyormuş. Son derece insani bir durum…
Turko’da da öyle oldu. Sevimsiz dedim o reklam için. ‘Sevimsiz’, çünkü o asık suratlı, sanki bizim futbolcuların masklarını takmış, kızgın, nefret, şiddet ve kin yüklü ‘terminatörler’ gibi betimlenmiş o takım, ne bizim ülkenin marka vaadine uyuyordu, ne de Milli Takımın…
İlginç miydi? Evet ilginçti… Ancak her ilginç olan iletişim adına doğru muydu?..
Bu soruyu ‘Evet’ diye yanıtlamak mümkün değildir.
Bütün Türkiye’yi televizyon başına kilitleyen Ermenistan maçı öncesi, arası ve sonrasına özellikle baktım. Turko’lar yoktu… Garanti, bu ‘betimlemeden’ vaz mı geçmişti, göreceğiz. Umarız aklın yolu bir deyip onca yıldır oluşturdukları, o sempatik ve hedef kitlesini kucaklayan iletişim anlayışına, ‘ses tonuna’ (tone of voice) geri dönerler…
Siemens’in ‘izlenebilitesi’* zor!..
Vatikan’da Sistine Kilisesi’nin tavanını süsleyen o ünlü freski ilk kez ortaokulda ders kitaplarında görmüştüm. Sonra yüzlerce defa karşılaştık: Tanrı’nın parmağını uzatarak hayat verdiği Adem’in yaratılışı… Tanrı sağda… Adem solda…
Bu kompozisyonu yüzlerce iletişim aracının üzerinde de gördüm. Amblemlerde… Reklamlarda… Karikatürlerde… İllüstrasyonlarda… Michelangelo’nun bu eseri kadar belki bir de Leonardo’nun insan anatomisinin resmedildiği, bir daire ve kare içinde ellerini açmış insan eskizi gösterilebilir… Maşallah o da her türden grafik çözümlemeye esin kaynağı (!) olmuştur…
Bu kez de bir Siemens ilanı söz konusu. Günlük gazetelerde yer almış. Solda orijinali. Adem’in eli… Sağdan uzanmış olan ise üzerinde sayısal dünyanın ürünü olduğu besbelli, entegre devrelerin yer aldığı yeşil renkte bir el. Mantıken Tanrı’nın eli olmalı. Öyle çizilmiş…
İlanın başlığı ve giriş kısmı İngilizce: Siemens IT Conference, Anwers from IT Future, by James Canton. Konferansın nerede, ne zaman olduğunu ve Canton dışında başka bir konuşmacı veya etkinlik olup olmadığını reklamdan anlamak olası değil…
Bunun üzerine ilanda verdikleri web sitesine gidip bakıyorsunuz. (www.siemens.com.tr/itconference) Hiçbir şey yok. Daha doğrusu karşınıza Siemens Türkiye’nin ana sayfası çıkıyor. Bu durum en azından ilanı gördüğüm ve bu yazıyı yazdığım tarih itibariyle böyleydi (08.09.08)…
Tam kapatacaktım ki şansımı bir de arama motorunda deneyeyim dedim. İşte o zaman karşıma bir basın bülteni çıktı. Ondan, konferansın 23 Eylül’de Swissotel’de düzenleneceğini öğrendim. Yanda üç sekme vardı: ‘Detaylı program için lütfen tıklayın’; ‘LCV için lütfen tıklayın’; ‘James Canton hakkında bilgi almak için tıklayınız’...
Yaklaşık yarım saat kadar labirent gibi, kimsenin anlamaması için tasarlanmış olduğu anlaşılan ‘detaylı programla’ boğuştuktan sonra, star konuşmacının hangi salonda ne zaman konuşacağını bulamayıp ‘Lütfen Cevap Verin’ (LCV) sekmesini tıklamadan oradan ayrıldım…
Buna rağmen aylardır onca rüşvet skandalıyla sallanmalarına rağmen, Siemens’in sanki hiçbir şey olmamış gibi, kriz yönetimi adına hiçbir şey yapmadan böyle bir konferansla medyada iletişime kalkışmasını ilginç bulduğumu ifade etmeliyim… İyice kirlenmiş olan iletişim kanallarını temizlemeden bu işlere kalkışmak nasıl olacak, merakla izlemeye devam edeceğim. İşin ‘izlenebilitesi’* yukarıda ifade etmeye çalıştığım gibi hayli zor olsa da…
‘izlenebilite’: Türkçe’de böyle bir kelime yok. İlan nasıl yarı Türkçe yarı İngilizce ise; benimki de biraz o hesap oldu…