İstifa intihar gibidir
01 HAZİRAN 2011
İki aktüel kriz, kriz iletişimiyle ilgili tartışmaya bir hayli açıklık getirmiştir… MHP’nin üst yönetimi ve milletvekili adaylarına yönelik kampanya ve IMF’in eski Başkanı Dominique Strauss-Kahn’ın (DSK) başına gelenler, uzun zamandır tartışa geldiğimiz konuya nasıl yaklaşılması gerektiğine dair ipuçları vermiştir.
Hani Çincede kriz sözcüğü iki işaretle yazılırmış… ‘Tehdit’ ve ‘Fırsat’… Bu nedenle her krizden bir fırsat çıkabilirmiş… Stratejiyi de ona göre kurmak gerekirmiş.
Biz ne diyorduk… “Her krizden fırsat çıkmaz!” Böyle bir ‘hüsnü kuruntu’ (wishful thinking) içine düşmek, insanın müthiş düş kırıklıkları yaşamasına neden olabilir…
Hele de bizim gibi ülkelerde… Yani bireysel ve toplumsal değerlerin kendine özgü özellik taşıdığı toplumlarda… Hıristiyan Batı’dan kopyalayıp getirdiğiniz ‘kriz iletişimi’ yöntemlerini birebir bizde uygulayarak başarı kazanılacağını düşünmek, hüsranla sonuçlanabilecek girişimlere neden olabilir…
Bizim ülkemiz koşullarında kriz iletişiminin birincil hedefi, krizden fırsat (avanta) çıkarmaya çalışmaktan çok, krizin oluşturacağı hasarı ‘en aza indirmeye’ yönelik olmalı… Fırsata ikinci seviyede bakılabilir…
İstifa, intihar gibidir… Tek yönlüdür e bütün tartışmaları durdurur… Bir tek koşulla: Sonrasında susarak… Susmayıp ‘dillendirilirse’, o zaman etkisi sıfıra doğru harekete geçebilir…
Sezar’ın hakkı da Metin Sözen Hoca’nın...
Tarihi ve kültürel miras... Toplumsal dinamiklerde ‘Sürdürülebilirlik’ için en temel iki kavram. Bu konuda çok kaynak vardır. Öte yandan ne yapıldığı konusunu merak eden yanıtlara pek kolay ulaşamaz.
Çok sade ama zor bir soru: Bu mirasa nasıl sahip çıkılacak veya çıkılmazsa ne olur?
Prof. Dr. Metin Sözen, gayet de anlamlı bir tespitle ve somut örneklerle bu soruya yanıt veriyor. Pek çok şirketimizin Anadolu’daki bayiler ve yetkili servislerle olan ilişkilerinde önemli bir iç iletişim alanı olan ‘kurum dergilerimizden’ birinde Metin Sözen hocanın gülümseyen fotoğrafını görür görmez, “Ne demiş?” diye takılıp, tüm röportajı bir çırpıda okuyuverdim. “Boş laf etmeyen” ve ne yaparsa yapsın mutlaka “iz bırakan” Metin Hoca, Elginkan Topluluğu’nun dergisi “Artı 1”de şöyle diyor:
“Tarihi ve kültürel mirasa sahip çıkılması konusu, bugün dünden daha önemli. Küreselleşen dünyada ne pompalanıyorsa o gelmektedir. Toplumun kendisini ayrıştırabilmesi için üzerine gelen dalgalanmalara direnebilmesinde ve bu topraklar üzerindeki oyunların boşa çıkarılmasında, beraberliğe vurgu yapan, çeşitliliğe dayalı bir kültürel kimlik, olmazsa olmazdır. Yerel değerlerin, toplumları yok olmaktan kurtaracak en güçlü öğe oldukları anlaşılmaktadır.”
İşte budur!
Anadolu’nun çeşitli illerine, örneğin Mardin’den Kayseri’ye, Bursa’dan Urfa’ya farklı görevlerle giden iletişimci arkadaşlarımız hizmet verdikleri kurumların çözüm ortağı bayilerinin rehberliğinde gördükleri tarihsel mekânlarda Metin Sözen hocanın adının neredeyse efsane gibi dolaştığına tanık olurlar.
MetroPOLL araştırma şirketinin, 7 Mayıs günü yayınladığı araştırma sonuçları, Bin Ladin’in öldürülmesi konusunda ABD halkıyla Türk halkının nasıl da taban tabana zıt düşündüğünü ayan beyan ortaya koydu. Türk halkının ruhi şekillenmesinin nabzını tutabilmek kolay bir iş değildir. Hele ona bir ‘ecnebi’ gibi, eğitimini ve dolayısıyla kültürünü aldığınız ülkenin filitresiyle baktınız mı, yandınız demektir…
İletişimde evrensel stratejilerin oluşturulmasının mümkün olmadığının yıllardır altını çizer dururum. Metin Sözen hoca gibi taş üstüne taş koyanları, izlerini ardında bırakarak “gidebilenler”i gördükçe, yabancı gezegene düşüp de benzerlerini bulduğunda sevinçten havalara uçan bir uzaylı gibi hissediyor bazen insan kendisini.
“Kendini Koruyan Kentler” projesiyle Çekül Vakfı’nın sadece Bursa için yaptıklarını Metin Sözen Hocanın ifadesiyle okuyalım:
“Bir üçleme yaptık ve dedik ki: Kale düşerse kent düşer. Çarşı çökerse yaşam hakkı zayıflar. Mahalle ilişkileri bozulursa dayanışma ve sevgi ortamı kaybolur. Bu üçlemeden yola çıkarak örneğin Bursa’da kalenin o pek görünmeyen surları ortaya çıkarılıp onarıldı. Çarşı esnafının hepsi örgütlendi. Gece gündüz aydınlatılan bir Bursa Çarşısı görürsünüz şimdi. Bu yıl da mahalleyi işliyoruz. Geçmişte mahalledeki insanlar arasında nasıl bir dayanışma, sosyal ilişki ağı kurulmuş ve bugün bunun izleri ne kadar mevcut? Bu yıl Bursa’daki üçlemenin mahalle ayağını tamamlayacağız.”
Hoca, yukarıdaki üçlemeye bir de şunu ekleseymiş keşke: “Çekirdek aile çökerse, …”
Çekül’ün çabalarıyla “kendini koruyan kentler”de yaşama ayrıcalığına sahip olanlar, olup bitenlerden ne kadar haberdar?
Bir adım daha ileri giderek soralım: Sivil toplum kuruluşları iletişimlerini doğru yönetebiliyorlar mı? Bu sorunun yanıtı olumlu olsa, STK’ların her türden toplumsal kurum ve kuruluş üzerindeki ‘baskısının’ çok daha fazla olması gerekirdi.
Yaptıklarımızla algılanışımız arasındaki farkın farkında olmak ve kendimizi en doğru biçimde nasıl ifade edeceğimizin yolunu, yöntemini bulmak...
Metin Hoca’yı kopyalamamız mı lazım...
Emlak reklamlarını birbirinden ayırmak zor
İletişimde ‘farklılaşmayı’ yönetebilmek, algılamayı yönetebilmenin temel kurallarından biridir… Bu işin en zor uygulanabildiği alan gayrimenkul reklamlarında ortaya çıkıyor…
Hangi vaatle ne anlatacaksınız? Eğer çok önemli, kimsenin yanına yaklaşamayacağı bir özelliğiniz yoksa, siz de herkesle aynı şeyleri söylemek durumunda kalabiliyorsunuz… Manzara, konfor, şehir merkezine yakınlık, güvenlik, lüks yaşam koşulları, iç donanım vb…
İlle de değişiklik arayanlar, suni göletlerle, katlardaki bahçelerle vb farklılık yaratmaya çalışıyorlar…
Ez cümle zor iş…
En çok dikkat çekenler, en cesurlar arasında hiç şüphesiz Ağaoğlu inşaatın ‘işleri’ sayılabilir. Ali Ağaoğlu’nun reklamda çıkıp oynaması, dillere pelesenk olan “yaptım, olacak!” şeklindeki sloganı, akla ilk gelenlerden… Son kampanyanın da hatırı sayılır. Hani karpuzun tam da göbeğini, en çekirdeksiz yerini kesip “Ataşehir’in en güzel yeri sizin için ayrıldı!” denen reklam… Kim düşündüyse aklına sağlık…
Farklı işlerden biri de Astay İnşaat’ın “OnaltıDokuz İstanbul” reklamları… O kadar iyi yapılmış ki, tahrik olmamak mümkün değil.
Geçen ay yayınlanmış üçüncü farklı iş ise Mall of İstanbul’un gazetelerin göbeğinde yer almış olan 4 sayfalık reklamlardı. İlk sayfadaki kapıyı açmamak için ya hiç gazete okumamak gerekti, ya da ‘meraksızın önde gideni’ olmak…
Emlak sektörü bir, halka açılmalar iki… Bu iki alanda keşke özel bir yarışma ve ödüllendirme sistemi kurulsa da, biz de şu can sıkıcı birbirinin aynı, sıradan reklamlardan yavaş yavaş kurtulsak…
‘Değerler’ bazen de ‘vazgeçerek’ oluşur
Geçenlerde gazetelerde yer alan bir haber son derece etkileyiciydi.
Haberde, son yüz yıldır çözüm bekleyen ‘Poincare’ matematik problemini çözerek 1 milyon dolar ödüle layık görülen dahi Rus matematikçi Grigoriy Perelman’ın, ödülden vazgeçtiği için kör olmak üzere olan annesini ameliyat ettirecek paraya muhtaç kaldığı bildiriliyordu.
Devletten aldığı maaşla geçimini sürdüren matematikçi, annesinde katarakt hastalığına bağlı körlüğün gelişmeye başladığını geçtiğimiz günlerde öğrenmiş. Perelman, St. Petersburg şehrinde muayeneden geçen annesi Lyubov Leybovna’yı kör olmaktan kurtarmak için 150 bin ruble, yaklaşık 8 bin liraya ameliyat edilmesi gerektiğini öğrenmiş.
Perelman, yılbaşında Clay matematik enstitüsü tarafından kendisine verilen 1 milyon dolarlık ödülden vazgeçtiğini açıklamış. Para ödülü Perelman tarafından geri çevrilince, enstitü 1 milyon doları ‘ümit vaat eden matematikçiler’ arasında paylaştırmış.
Perelman o paray nasılsa bulacak ve annesini tedavi ettirecektir. Biz buna rağmen bu haberi niye ‘andık’…
Algılamada en önemli unsur, “değerlerdir”… Değerler ise, ‘yapılanlar’dan çok ‘yapılmayanlarla’ oluşur… Çin’in bütün çayını verseler, vazgeçilmeyen ilkeler sistemi, algıda ‘değerin’ altını çizer… Bu marka veya kişi “Neleri yapar?”, diye değil “Neleri yapmaz?” diye sormak gerekir…
Bu basit gibi gözüken fakat bazen anlaşılmasının pek kolay olmadığına tanık olduğumuz bu ilkeyi sadece bu vesileyle ‘hatırlatmak’ istedik…
Hani Çincede kriz sözcüğü iki işaretle yazılırmış… ‘Tehdit’ ve ‘Fırsat’… Bu nedenle her krizden bir fırsat çıkabilirmiş… Stratejiyi de ona göre kurmak gerekirmiş.
Biz ne diyorduk… “Her krizden fırsat çıkmaz!” Böyle bir ‘hüsnü kuruntu’ (wishful thinking) içine düşmek, insanın müthiş düş kırıklıkları yaşamasına neden olabilir…
Hele de bizim gibi ülkelerde… Yani bireysel ve toplumsal değerlerin kendine özgü özellik taşıdığı toplumlarda… Hıristiyan Batı’dan kopyalayıp getirdiğiniz ‘kriz iletişimi’ yöntemlerini birebir bizde uygulayarak başarı kazanılacağını düşünmek, hüsranla sonuçlanabilecek girişimlere neden olabilir…
Bizim ülkemiz koşullarında kriz iletişiminin birincil hedefi, krizden fırsat (avanta) çıkarmaya çalışmaktan çok, krizin oluşturacağı hasarı ‘en aza indirmeye’ yönelik olmalı… Fırsata ikinci seviyede bakılabilir…
İstifa, intihar gibidir… Tek yönlüdür e bütün tartışmaları durdurur… Bir tek koşulla: Sonrasında susarak… Susmayıp ‘dillendirilirse’, o zaman etkisi sıfıra doğru harekete geçebilir…
Sezar’ın hakkı da Metin Sözen Hoca’nın...
Tarihi ve kültürel miras... Toplumsal dinamiklerde ‘Sürdürülebilirlik’ için en temel iki kavram. Bu konuda çok kaynak vardır. Öte yandan ne yapıldığı konusunu merak eden yanıtlara pek kolay ulaşamaz.
Çok sade ama zor bir soru: Bu mirasa nasıl sahip çıkılacak veya çıkılmazsa ne olur?
Prof. Dr. Metin Sözen, gayet de anlamlı bir tespitle ve somut örneklerle bu soruya yanıt veriyor. Pek çok şirketimizin Anadolu’daki bayiler ve yetkili servislerle olan ilişkilerinde önemli bir iç iletişim alanı olan ‘kurum dergilerimizden’ birinde Metin Sözen hocanın gülümseyen fotoğrafını görür görmez, “Ne demiş?” diye takılıp, tüm röportajı bir çırpıda okuyuverdim. “Boş laf etmeyen” ve ne yaparsa yapsın mutlaka “iz bırakan” Metin Hoca, Elginkan Topluluğu’nun dergisi “Artı 1”de şöyle diyor:
“Tarihi ve kültürel mirasa sahip çıkılması konusu, bugün dünden daha önemli. Küreselleşen dünyada ne pompalanıyorsa o gelmektedir. Toplumun kendisini ayrıştırabilmesi için üzerine gelen dalgalanmalara direnebilmesinde ve bu topraklar üzerindeki oyunların boşa çıkarılmasında, beraberliğe vurgu yapan, çeşitliliğe dayalı bir kültürel kimlik, olmazsa olmazdır. Yerel değerlerin, toplumları yok olmaktan kurtaracak en güçlü öğe oldukları anlaşılmaktadır.”
İşte budur!
Anadolu’nun çeşitli illerine, örneğin Mardin’den Kayseri’ye, Bursa’dan Urfa’ya farklı görevlerle giden iletişimci arkadaşlarımız hizmet verdikleri kurumların çözüm ortağı bayilerinin rehberliğinde gördükleri tarihsel mekânlarda Metin Sözen hocanın adının neredeyse efsane gibi dolaştığına tanık olurlar.
MetroPOLL araştırma şirketinin, 7 Mayıs günü yayınladığı araştırma sonuçları, Bin Ladin’in öldürülmesi konusunda ABD halkıyla Türk halkının nasıl da taban tabana zıt düşündüğünü ayan beyan ortaya koydu. Türk halkının ruhi şekillenmesinin nabzını tutabilmek kolay bir iş değildir. Hele ona bir ‘ecnebi’ gibi, eğitimini ve dolayısıyla kültürünü aldığınız ülkenin filitresiyle baktınız mı, yandınız demektir…
İletişimde evrensel stratejilerin oluşturulmasının mümkün olmadığının yıllardır altını çizer dururum. Metin Sözen hoca gibi taş üstüne taş koyanları, izlerini ardında bırakarak “gidebilenler”i gördükçe, yabancı gezegene düşüp de benzerlerini bulduğunda sevinçten havalara uçan bir uzaylı gibi hissediyor bazen insan kendisini.
“Kendini Koruyan Kentler” projesiyle Çekül Vakfı’nın sadece Bursa için yaptıklarını Metin Sözen Hocanın ifadesiyle okuyalım:
“Bir üçleme yaptık ve dedik ki: Kale düşerse kent düşer. Çarşı çökerse yaşam hakkı zayıflar. Mahalle ilişkileri bozulursa dayanışma ve sevgi ortamı kaybolur. Bu üçlemeden yola çıkarak örneğin Bursa’da kalenin o pek görünmeyen surları ortaya çıkarılıp onarıldı. Çarşı esnafının hepsi örgütlendi. Gece gündüz aydınlatılan bir Bursa Çarşısı görürsünüz şimdi. Bu yıl da mahalleyi işliyoruz. Geçmişte mahalledeki insanlar arasında nasıl bir dayanışma, sosyal ilişki ağı kurulmuş ve bugün bunun izleri ne kadar mevcut? Bu yıl Bursa’daki üçlemenin mahalle ayağını tamamlayacağız.”
Hoca, yukarıdaki üçlemeye bir de şunu ekleseymiş keşke: “Çekirdek aile çökerse, …”
Çekül’ün çabalarıyla “kendini koruyan kentler”de yaşama ayrıcalığına sahip olanlar, olup bitenlerden ne kadar haberdar?
Bir adım daha ileri giderek soralım: Sivil toplum kuruluşları iletişimlerini doğru yönetebiliyorlar mı? Bu sorunun yanıtı olumlu olsa, STK’ların her türden toplumsal kurum ve kuruluş üzerindeki ‘baskısının’ çok daha fazla olması gerekirdi.
Yaptıklarımızla algılanışımız arasındaki farkın farkında olmak ve kendimizi en doğru biçimde nasıl ifade edeceğimizin yolunu, yöntemini bulmak...
Metin Hoca’yı kopyalamamız mı lazım...
Emlak reklamlarını birbirinden ayırmak zor
İletişimde ‘farklılaşmayı’ yönetebilmek, algılamayı yönetebilmenin temel kurallarından biridir… Bu işin en zor uygulanabildiği alan gayrimenkul reklamlarında ortaya çıkıyor…
Hangi vaatle ne anlatacaksınız? Eğer çok önemli, kimsenin yanına yaklaşamayacağı bir özelliğiniz yoksa, siz de herkesle aynı şeyleri söylemek durumunda kalabiliyorsunuz… Manzara, konfor, şehir merkezine yakınlık, güvenlik, lüks yaşam koşulları, iç donanım vb…
İlle de değişiklik arayanlar, suni göletlerle, katlardaki bahçelerle vb farklılık yaratmaya çalışıyorlar…
Ez cümle zor iş…
En çok dikkat çekenler, en cesurlar arasında hiç şüphesiz Ağaoğlu inşaatın ‘işleri’ sayılabilir. Ali Ağaoğlu’nun reklamda çıkıp oynaması, dillere pelesenk olan “yaptım, olacak!” şeklindeki sloganı, akla ilk gelenlerden… Son kampanyanın da hatırı sayılır. Hani karpuzun tam da göbeğini, en çekirdeksiz yerini kesip “Ataşehir’in en güzel yeri sizin için ayrıldı!” denen reklam… Kim düşündüyse aklına sağlık…
Farklı işlerden biri de Astay İnşaat’ın “OnaltıDokuz İstanbul” reklamları… O kadar iyi yapılmış ki, tahrik olmamak mümkün değil.
Geçen ay yayınlanmış üçüncü farklı iş ise Mall of İstanbul’un gazetelerin göbeğinde yer almış olan 4 sayfalık reklamlardı. İlk sayfadaki kapıyı açmamak için ya hiç gazete okumamak gerekti, ya da ‘meraksızın önde gideni’ olmak…
Emlak sektörü bir, halka açılmalar iki… Bu iki alanda keşke özel bir yarışma ve ödüllendirme sistemi kurulsa da, biz de şu can sıkıcı birbirinin aynı, sıradan reklamlardan yavaş yavaş kurtulsak…
‘Değerler’ bazen de ‘vazgeçerek’ oluşur
Geçenlerde gazetelerde yer alan bir haber son derece etkileyiciydi.
Haberde, son yüz yıldır çözüm bekleyen ‘Poincare’ matematik problemini çözerek 1 milyon dolar ödüle layık görülen dahi Rus matematikçi Grigoriy Perelman’ın, ödülden vazgeçtiği için kör olmak üzere olan annesini ameliyat ettirecek paraya muhtaç kaldığı bildiriliyordu.
Devletten aldığı maaşla geçimini sürdüren matematikçi, annesinde katarakt hastalığına bağlı körlüğün gelişmeye başladığını geçtiğimiz günlerde öğrenmiş. Perelman, St. Petersburg şehrinde muayeneden geçen annesi Lyubov Leybovna’yı kör olmaktan kurtarmak için 150 bin ruble, yaklaşık 8 bin liraya ameliyat edilmesi gerektiğini öğrenmiş.
Perelman, yılbaşında Clay matematik enstitüsü tarafından kendisine verilen 1 milyon dolarlık ödülden vazgeçtiğini açıklamış. Para ödülü Perelman tarafından geri çevrilince, enstitü 1 milyon doları ‘ümit vaat eden matematikçiler’ arasında paylaştırmış.
Perelman o paray nasılsa bulacak ve annesini tedavi ettirecektir. Biz buna rağmen bu haberi niye ‘andık’…
Algılamada en önemli unsur, “değerlerdir”… Değerler ise, ‘yapılanlar’dan çok ‘yapılmayanlarla’ oluşur… Çin’in bütün çayını verseler, vazgeçilmeyen ilkeler sistemi, algıda ‘değerin’ altını çizer… Bu marka veya kişi “Neleri yapar?”, diye değil “Neleri yapmaz?” diye sormak gerekir…
Bu basit gibi gözüken fakat bazen anlaşılmasının pek kolay olmadığına tanık olduğumuz bu ilkeyi sadece bu vesileyle ‘hatırlatmak’ istedik…