İyi ki Aya İrini’de daralmışız…
21 HAZİRAN 2010
Bizim kayınbirader Dr. Aydın Dörtok, aramış:“Aya İrini’de Monteverdi var, müthiş de bir topluluk sahnede olacak; gelmek ister misiniz?”
Dedik ki, “Monteverdi almayalım; alana da mani olmayalım ama sizin ve Aya İrini’nin yüzü suyu hürmetine her zaman bu tür etkinliklere varız.”
Monteverdi’den haz etmemek haddime değil. İyi bir ‘anlayıcı’ değil, mütevazı bir dinleyiciyim sadece… İstanbul gibi bir kentte, hele böyle bir Kültür ve Sanat Vakfı’nın (İKSV) festivalleriyle insan eşek olsa yontulur… Sadece şöyle diyelim mesela: Operada tercihim ‘benim daha iyi anlayabileceğim, popüler’ eserlerden yanadır… Örneğin, Figaro’nun Düğünü, Don Giovanni, Sihirli Flüt (Mozart); Il Travotore, La Traviata, Aida, Nabucco, Rigoletto, Don Carlos, Otello (Verdi); Manon Lescaut, La Bohéme, Tosca, Madame Butterfly (Puccini); Carmen, İnci Avcıları (Bizet), Sevil Berberi, Guillaume Tell (Rossini), André Chénier (Giordano), NiebelungenYüzüğü Dörtlüsü – Götterdämmerung, Parsifal (Wagner) gibi…
O gün de İstanbul bir sıcak, bir nemli ki, hiç sormayın… Aya İrini’nin zeminine bir de inadına sanki alabileceğinin iki katı sandalye yerleştirilmiş… Basık bir hava… Bütün bunların üstüne bir de Monteverdi… Çok fazla geldi… Konser başladı… 15 dakika sonra verdikleri ilk küçük arada, arkamızdan oluşacak her türden aşağılayıcı eleştiri ve dedikoduyu göze alarak kendimizi zor attık dışarıya…(Pek çok kişinin arkamızdan hayıflanmış olduğunu sonradan öğrenecektik.)
Aklım içeride dünyanın en iyi ‘Madrigal Grubu’ olarak bilinen La Venexiana’da ve onların ömre bedel kadın solistlerinde kalsa da, hayatımı kurtarmış olmanın esenliğini yaşıyordum.
İşte o anda Aya İrini’nin yanı başındaki ‘Karakol Restaurant’ı keşfettik… Ve birden kendimizi o muhteşem binanın önündeki cennet bahçesine attık… Karşımızda Marmara, yanı başında Topkapı Sarayı ve hemen beri tarafımızda Aya İrini, arkamızda Osmanlı’nın, Topkapı Sarayı'nın dış karakol binasını yaparken bile ihmal etmediği o incelmiş ‘naif’ zevki… Olağanüstü bir servis; son derece lezzetli yiyecekler…
Gençliğimizde Avrupa’da dolanır, oralardaki tarihi eserlerin hemen yanı başında yenilenmiş ve restoran olarak işletmeye alınmış tarihi binaları görür, iç geçirirdik, “Neden bizim memleketimizde yok?” diye… Alın size tesis… Hem de en âlâsından…
Kayınbiraderi beklerken hiç de hayıflanıp eksiklenmedim… Ne demiş ‘Brecht aleyhisselam’ (!) … “Tüm sanatlar bir tek sanata hizmet ederler. Sanatların en yücesine… Yaşama sanatına”… Yani bir sanat eserini izlediniz mi bakacaksınız, o andan itibaren yaşamınızda, ilişkilerinizde neler değişti… Eğer o sanat eseri yaşamınıza bir ‘güzellik’ katmamışsa, ‘sizin için’ bir işe yaramamış demektir…
Karakol Restaurant’taki o akşam da bizim yaşama sanatımıza büyük katma değer getirmemize vesile oldu; o halde gönül rahatlığıyla “Aya İrini’deki konser de görevini yerine getirdi” denebilir…
İnsan ilkeleriyle kendini bağlar
Bana sorarsanız Eczacıbaşı Türkiye’nin en itibarlı markalarının başında gelir… Bir başka özelliği de Türkiye’ye iletişim yönetimi dersi vermiş olmasıdır… İtibarı, finansal gücü kendisinin önünde olan pek çok holdinginkinden daha yüksek düzeydedir… Kurucusu Nejat Eczacıbaşı tarafından yerleştirilmiş ‘kültür ve değerler’ aynı soyadı taşıyanlar ve profesyonelleri tarafından büyük bir titizlikle korunmuştur…
Değer, yapılanlarla değil daha çok yapılmayanlarla oluşur…
“Çin’in bütün çayını verseler yapmayacakları şeylerin” listesi Eczacıbaşı camiasında hayli kabarıktır… Bu nedenle de hata yapıldı mı Eczacıbaşı şirketlerini eleştirmek çok kolaydır… Çünkü ilkeleriyle kendilerini bağlarlar…
Geçenlerde benim posta kutuma düşen bir e-posta da bu nedenle hayli şaşırttı beni ve görüşlerini almak için ilettiğim herkesi…
E-posta metninden Eczacıbaşı Summer 7 Keto Zayıflama Hapı’nın lanse edildiğini anlıyorduk. ‘Subject’ satırında ise şu yazıyordu: “Artık ECZACIBAŞI Zayıflatacak!” Yakışıklı bir delikanlı ellerini göğsünde bağlamış bize bakıyordu: Uzman Diyetisyen Turgay Köse… İlacın ne işe yaradığı onun ağzından anlatılıyordu…
En alttaki iki satırda ise şunlar vardı: Sipariş Vermek için www.summer7keto.org... Eczacıbaşı güvencesiyle…
Önce şaşkınlık içinde Eczacıbaşı’ndan arkadaşları aradım… Onların da haberi yokmuş. E-posta ellerine yeni ulaşmış… “Vallahi bizim ürünmüş!” diye şaşkınlık içinde geri döndüler…
Ne ürün yakışıyor Eczacıbaşı’na ne ürünün bu içerik ve biçimle iletişimi… Hele Eczacıbaşı’nın o incelmiş duyarlılığına, cazgır satışçılıktan her zaman uzak durmuş kültürüne hiç uymayan içerik… Nasıl olmalıydı, sorusunun yanıtını çok uzaklarda aramaya gerek yok. Bugüne kadar yaptıkları işlere baksınlar yeter… Eczacıbaşı markasını korumak her satıştan önemlidir…
Dedik ya; her yerin bu kadar doğru oldu mu, minicik eğrilik hemen göze batar… Kendilerine e-posta ile döndüm, durumu sordum. Bugüne kadar bir yanıt da alamadım…
Ha, e-postanın tek doğru yanı vardı… Doğru hedef kitleyi yakalayabilmiş olması… Nereden bilmişler acaba şu ara fazla kiloları atmak için amansız (ve can sıkıcı) bir mücadele içinde olduğumu…
Dedik ki, “Monteverdi almayalım; alana da mani olmayalım ama sizin ve Aya İrini’nin yüzü suyu hürmetine her zaman bu tür etkinliklere varız.”
Monteverdi’den haz etmemek haddime değil. İyi bir ‘anlayıcı’ değil, mütevazı bir dinleyiciyim sadece… İstanbul gibi bir kentte, hele böyle bir Kültür ve Sanat Vakfı’nın (İKSV) festivalleriyle insan eşek olsa yontulur… Sadece şöyle diyelim mesela: Operada tercihim ‘benim daha iyi anlayabileceğim, popüler’ eserlerden yanadır… Örneğin, Figaro’nun Düğünü, Don Giovanni, Sihirli Flüt (Mozart); Il Travotore, La Traviata, Aida, Nabucco, Rigoletto, Don Carlos, Otello (Verdi); Manon Lescaut, La Bohéme, Tosca, Madame Butterfly (Puccini); Carmen, İnci Avcıları (Bizet), Sevil Berberi, Guillaume Tell (Rossini), André Chénier (Giordano), NiebelungenYüzüğü Dörtlüsü – Götterdämmerung, Parsifal (Wagner) gibi…
O gün de İstanbul bir sıcak, bir nemli ki, hiç sormayın… Aya İrini’nin zeminine bir de inadına sanki alabileceğinin iki katı sandalye yerleştirilmiş… Basık bir hava… Bütün bunların üstüne bir de Monteverdi… Çok fazla geldi… Konser başladı… 15 dakika sonra verdikleri ilk küçük arada, arkamızdan oluşacak her türden aşağılayıcı eleştiri ve dedikoduyu göze alarak kendimizi zor attık dışarıya…(Pek çok kişinin arkamızdan hayıflanmış olduğunu sonradan öğrenecektik.)
Aklım içeride dünyanın en iyi ‘Madrigal Grubu’ olarak bilinen La Venexiana’da ve onların ömre bedel kadın solistlerinde kalsa da, hayatımı kurtarmış olmanın esenliğini yaşıyordum.
İşte o anda Aya İrini’nin yanı başındaki ‘Karakol Restaurant’ı keşfettik… Ve birden kendimizi o muhteşem binanın önündeki cennet bahçesine attık… Karşımızda Marmara, yanı başında Topkapı Sarayı ve hemen beri tarafımızda Aya İrini, arkamızda Osmanlı’nın, Topkapı Sarayı'nın dış karakol binasını yaparken bile ihmal etmediği o incelmiş ‘naif’ zevki… Olağanüstü bir servis; son derece lezzetli yiyecekler…
Gençliğimizde Avrupa’da dolanır, oralardaki tarihi eserlerin hemen yanı başında yenilenmiş ve restoran olarak işletmeye alınmış tarihi binaları görür, iç geçirirdik, “Neden bizim memleketimizde yok?” diye… Alın size tesis… Hem de en âlâsından…
Kayınbiraderi beklerken hiç de hayıflanıp eksiklenmedim… Ne demiş ‘Brecht aleyhisselam’ (!) … “Tüm sanatlar bir tek sanata hizmet ederler. Sanatların en yücesine… Yaşama sanatına”… Yani bir sanat eserini izlediniz mi bakacaksınız, o andan itibaren yaşamınızda, ilişkilerinizde neler değişti… Eğer o sanat eseri yaşamınıza bir ‘güzellik’ katmamışsa, ‘sizin için’ bir işe yaramamış demektir…
Karakol Restaurant’taki o akşam da bizim yaşama sanatımıza büyük katma değer getirmemize vesile oldu; o halde gönül rahatlığıyla “Aya İrini’deki konser de görevini yerine getirdi” denebilir…
İnsan ilkeleriyle kendini bağlar
Bana sorarsanız Eczacıbaşı Türkiye’nin en itibarlı markalarının başında gelir… Bir başka özelliği de Türkiye’ye iletişim yönetimi dersi vermiş olmasıdır… İtibarı, finansal gücü kendisinin önünde olan pek çok holdinginkinden daha yüksek düzeydedir… Kurucusu Nejat Eczacıbaşı tarafından yerleştirilmiş ‘kültür ve değerler’ aynı soyadı taşıyanlar ve profesyonelleri tarafından büyük bir titizlikle korunmuştur…
Değer, yapılanlarla değil daha çok yapılmayanlarla oluşur…
“Çin’in bütün çayını verseler yapmayacakları şeylerin” listesi Eczacıbaşı camiasında hayli kabarıktır… Bu nedenle de hata yapıldı mı Eczacıbaşı şirketlerini eleştirmek çok kolaydır… Çünkü ilkeleriyle kendilerini bağlarlar…
Geçenlerde benim posta kutuma düşen bir e-posta da bu nedenle hayli şaşırttı beni ve görüşlerini almak için ilettiğim herkesi…
E-posta metninden Eczacıbaşı Summer 7 Keto Zayıflama Hapı’nın lanse edildiğini anlıyorduk. ‘Subject’ satırında ise şu yazıyordu: “Artık ECZACIBAŞI Zayıflatacak!” Yakışıklı bir delikanlı ellerini göğsünde bağlamış bize bakıyordu: Uzman Diyetisyen Turgay Köse… İlacın ne işe yaradığı onun ağzından anlatılıyordu…
En alttaki iki satırda ise şunlar vardı: Sipariş Vermek için www.summer7keto.org... Eczacıbaşı güvencesiyle…
Önce şaşkınlık içinde Eczacıbaşı’ndan arkadaşları aradım… Onların da haberi yokmuş. E-posta ellerine yeni ulaşmış… “Vallahi bizim ürünmüş!” diye şaşkınlık içinde geri döndüler…
Ne ürün yakışıyor Eczacıbaşı’na ne ürünün bu içerik ve biçimle iletişimi… Hele Eczacıbaşı’nın o incelmiş duyarlılığına, cazgır satışçılıktan her zaman uzak durmuş kültürüne hiç uymayan içerik… Nasıl olmalıydı, sorusunun yanıtını çok uzaklarda aramaya gerek yok. Bugüne kadar yaptıkları işlere baksınlar yeter… Eczacıbaşı markasını korumak her satıştan önemlidir…
Dedik ya; her yerin bu kadar doğru oldu mu, minicik eğrilik hemen göze batar… Kendilerine e-posta ile döndüm, durumu sordum. Bugüne kadar bir yanıt da alamadım…
Ha, e-postanın tek doğru yanı vardı… Doğru hedef kitleyi yakalayabilmiş olması… Nereden bilmişler acaba şu ara fazla kiloları atmak için amansız (ve can sıkıcı) bir mücadele içinde olduğumu…