Şansın böylesi az bulunur…
08 NİSAN 2011
Neredeyse 10 yıl oldu, ancak çoğunuz hatırlıyordur. Yağmurun katresi düşmüyordu İstanbul’a… Ne kış, ne ilkbahar ne de yaz… Bir damlacık yağsın… Hayır!.. Sanki gök de yer de, devrin İstanbul Belediye Başkanı Prof. Dr. Nurettin Sözen’i cezalandırıyordu. Bulutlara aşılar, oradan buradan su taşıma planları vs… Nafile…
Sonra Mart 1994’de yepyeni bir başkan ipi göğüsledi. İstanbullu’ların şaşkın bakışları altında Başkanlık koltuğuna Recep Tayyip Erdoğan oturdu… Halkın iradesini, demokratik seçim sonuçlarını, vatandaşın çoğunluğunun tercihini sorgulama kültürünün miladını aramaya kalkışanlar için dikkate değer bir dönemdir. “Sonuçlar madem ki böyle, kabullenmeliyiz” diyenlerin “AK Parti yalakası” olarak damgalanmaları da aynı tarihlere denk düşer…
Siyaset literatürümüzde ‘şans’ kavramının, rasyonel düşünceden yana olduğunu iddia eden ‘aydınlar’ tarafından tek bir kişiyle özdeşleştirilmesi de aynı tarihlerde başlamıştır… Bu yaklaşımın ne kadar rasyonel olduğu da elbette ayrı bir tartışma konusudur.
Tayyip Erdoğan’ın Başkanlık koltuğuna oturmasıyla birlikte İstanbul, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun istilasına uğrayıverdi. Yağmur durmak bilmedi… İstanbul’u seller götürdü. Barajlar doldu taştı…
Medya bundan sonra defalarca Tayyip Bey’in şansından söz etti durdu… Ülkenin, hükümetin, AK Parti’nin ve şahsen kendisinin başına ne zaman iyi bir şey gelse, olay Başbakan’ın şansına bağlandı… Fazilet partisinden ayrılıp AK Parti’yi kurduğu zaman aldığı riski, sergilediği cesareti değerlendireceklerine şansını ön plana çıkardılar…
Tek tek sıralamaya gerek yok. Şans ve Başbakan ayrılmaz bir bütün haline getirildi… Ve nihayet dün… Olacak gibi değil. Oy pusulasındaki sıralama tespiti… Birinci sırada hangi parti? Tabii ki, AK Parti…
Pes, değil mi?..
Sıralama önemli?.. Önemli. Hem de çok önemli.
İletişim derslerinde ne okutuyoruz? “Görsellik algılamanın en az %60’ıdır!”… Buyurun size görsellik! Beş yaşındaki çocuğa bile anlatmak kolay: “Birinci parti birinci sırada!” ya da “İlk kareye bas mührü!”… Öteki de ister istemez şöyle diyecek: Soldan 4’üncü (CHP), ya da soldan 12’nci (MHP)… Ya da amblemlerini kullanacaklar. Kendilerinin bile anlamına adam gibi sahip çıkmadıkları, hatta dünya görüşlerinin bir hayli uzaklaştığı “Altı ok”u kullanacaklar kağıt üzerindeki yerlerini ifade etmek için: “Altı oka bas mührü!” ya da “Üç Hilal’e!”..
Uzun iş… Ancak kemik oylar garanti olur… Tereddüt halinde kalanlar için de göz, zihin ve el uyumu açısından ilk karenin şansı, diğerlerinden çok mudur az mıdır? Bence çoktur.
Ne diyelim?
Amma şans…
‘Güç kirlenmesine’ dikkat, Engin kardeşim!..
İnternet ortamında bir haber okuyorum. Diyor ki: “TV’lerde gösterilen reklamların 25 tanesinden 20’sinin seslendirilmesi Engin Altan Düzyatan’a ait… Esas parayı sesiyle kazanıyor…” Kütahya Porselen, Anadolu Hayat, Right Guard ve daha niceleri…
Olay başarı örneği gibi verilmiş… Bize sorarsanız, bireysel marka yönetimi açısından tam bir ‘başarısızlık örneği’.
Dünyada bütün ajanslar temsil ettikleri şöhretlere mümkün olduğunca aynı marka ile uzun süreli sözleşme yapmalarını tavsiye ederler. Bizde de uygulamaları vardır. Haluk Bilginer İş Bankası’nın sesidir. Ali Poyrazoğlu ve Okan Bayülgen Turkcell’in…
Bu durum tam bir kazan - kazan ilişkisidir. Şöhret (celebrity) çok daha az yıpranır. Hem de marka iletişiminde bu yaklaşım aynı ‘Cıngıl’da olduğu gibi ‘çarpan’ etkisi yapar, bölen etkisi değil.
Şu anda Türkiye’nin en çekici erkek oyuncularından biri olarak kabul edilen ve ad, göbek adı kullanmanın ve hayli garip bir soyadına sahip olmanın getirdiği ‘handikap’a rağmen başarıyı yakalamış olan Düzyatan, bir zahmet “güç kirlenmesi” konusunu incelemeli ve o muhteşem sesini üç kuruş kazanacağım diye kendisine her getirilen her teklife ‘evet’ diyerek sıradanlaştırmamalı…
Aksi takdirde ‘güç kirlenmesinin’ varacağı nokta aşikârdır: Kaybet – kaybet ilişkisi… İzleyici bıkar, şöhret yıpranır, marka ‘bir tanecik olma algısını’ yitirir, ‘ne verdim – ne aldım’ hesabı ‘verdim’den yana bozulur…
Sonra Mart 1994’de yepyeni bir başkan ipi göğüsledi. İstanbullu’ların şaşkın bakışları altında Başkanlık koltuğuna Recep Tayyip Erdoğan oturdu… Halkın iradesini, demokratik seçim sonuçlarını, vatandaşın çoğunluğunun tercihini sorgulama kültürünün miladını aramaya kalkışanlar için dikkate değer bir dönemdir. “Sonuçlar madem ki böyle, kabullenmeliyiz” diyenlerin “AK Parti yalakası” olarak damgalanmaları da aynı tarihlere denk düşer…
Siyaset literatürümüzde ‘şans’ kavramının, rasyonel düşünceden yana olduğunu iddia eden ‘aydınlar’ tarafından tek bir kişiyle özdeşleştirilmesi de aynı tarihlerde başlamıştır… Bu yaklaşımın ne kadar rasyonel olduğu da elbette ayrı bir tartışma konusudur.
Tayyip Erdoğan’ın Başkanlık koltuğuna oturmasıyla birlikte İstanbul, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun istilasına uğrayıverdi. Yağmur durmak bilmedi… İstanbul’u seller götürdü. Barajlar doldu taştı…
Medya bundan sonra defalarca Tayyip Bey’in şansından söz etti durdu… Ülkenin, hükümetin, AK Parti’nin ve şahsen kendisinin başına ne zaman iyi bir şey gelse, olay Başbakan’ın şansına bağlandı… Fazilet partisinden ayrılıp AK Parti’yi kurduğu zaman aldığı riski, sergilediği cesareti değerlendireceklerine şansını ön plana çıkardılar…
Tek tek sıralamaya gerek yok. Şans ve Başbakan ayrılmaz bir bütün haline getirildi… Ve nihayet dün… Olacak gibi değil. Oy pusulasındaki sıralama tespiti… Birinci sırada hangi parti? Tabii ki, AK Parti…
Pes, değil mi?..
Sıralama önemli?.. Önemli. Hem de çok önemli.
İletişim derslerinde ne okutuyoruz? “Görsellik algılamanın en az %60’ıdır!”… Buyurun size görsellik! Beş yaşındaki çocuğa bile anlatmak kolay: “Birinci parti birinci sırada!” ya da “İlk kareye bas mührü!”… Öteki de ister istemez şöyle diyecek: Soldan 4’üncü (CHP), ya da soldan 12’nci (MHP)… Ya da amblemlerini kullanacaklar. Kendilerinin bile anlamına adam gibi sahip çıkmadıkları, hatta dünya görüşlerinin bir hayli uzaklaştığı “Altı ok”u kullanacaklar kağıt üzerindeki yerlerini ifade etmek için: “Altı oka bas mührü!” ya da “Üç Hilal’e!”..
Uzun iş… Ancak kemik oylar garanti olur… Tereddüt halinde kalanlar için de göz, zihin ve el uyumu açısından ilk karenin şansı, diğerlerinden çok mudur az mıdır? Bence çoktur.
Ne diyelim?
Amma şans…
‘Güç kirlenmesine’ dikkat, Engin kardeşim!..
İnternet ortamında bir haber okuyorum. Diyor ki: “TV’lerde gösterilen reklamların 25 tanesinden 20’sinin seslendirilmesi Engin Altan Düzyatan’a ait… Esas parayı sesiyle kazanıyor…” Kütahya Porselen, Anadolu Hayat, Right Guard ve daha niceleri…
Olay başarı örneği gibi verilmiş… Bize sorarsanız, bireysel marka yönetimi açısından tam bir ‘başarısızlık örneği’.
Dünyada bütün ajanslar temsil ettikleri şöhretlere mümkün olduğunca aynı marka ile uzun süreli sözleşme yapmalarını tavsiye ederler. Bizde de uygulamaları vardır. Haluk Bilginer İş Bankası’nın sesidir. Ali Poyrazoğlu ve Okan Bayülgen Turkcell’in…
Bu durum tam bir kazan - kazan ilişkisidir. Şöhret (celebrity) çok daha az yıpranır. Hem de marka iletişiminde bu yaklaşım aynı ‘Cıngıl’da olduğu gibi ‘çarpan’ etkisi yapar, bölen etkisi değil.
Şu anda Türkiye’nin en çekici erkek oyuncularından biri olarak kabul edilen ve ad, göbek adı kullanmanın ve hayli garip bir soyadına sahip olmanın getirdiği ‘handikap’a rağmen başarıyı yakalamış olan Düzyatan, bir zahmet “güç kirlenmesi” konusunu incelemeli ve o muhteşem sesini üç kuruş kazanacağım diye kendisine her getirilen her teklife ‘evet’ diyerek sıradanlaştırmamalı…
Aksi takdirde ‘güç kirlenmesinin’ varacağı nokta aşikârdır: Kaybet – kaybet ilişkisi… İzleyici bıkar, şöhret yıpranır, marka ‘bir tanecik olma algısını’ yitirir, ‘ne verdim – ne aldım’ hesabı ‘verdim’den yana bozulur…