Şeytan tüylü mutaassıp inkârcılar...
29 AĞUSTOS 2011
Tam da arife günü… Tam da şu milletin ortak ruhi şekillenmesi üzerine kafa patlatmanın zamanıyken… Tam da “karnını kaşıyan (!), bidon kafalı (!) bu millet adam olmaz” diye diye ondan kopmanın bedelini ve ‘kaybedenler’ safında kalmaya mahkûm olanları düşündüğüm bir sırada…
Tam da her yıl, yaklaşık 5 bin kişi sıcaktan damda uyurken iki tur atıp yere düşerek hayatlarını kaybettikleri halde, nasıl oluyor da bir yıl sonra bu sefer bu olayı çok iyi bilen bir başka 5 bin kişi yine damda uyurken düşüp ölebiliyor diye kafa yorarken… Tam da her bayram, nasıl oluyor da onca insan trafik kazalarında kendisini telef edebiliyor diye hayıflanırken… İşte tam bu sırada, halkımızın ne kadar ruhsuz, sevgisiz, geri zekâlı bir hayvan düşmanı olduğuna dair o yazı çıkıverdi karşıma…
Aklıma, Kemal Tahir’in Nazım’a yazdığı, o çok yalın, ancak kavranması bilgiden çok bilgelik gerektiren kısacık cümle geldi: “Anadolu Türk'ünü, çoğu zaman işlediği kötülüklerle değil, ruhunun derinliklerinde acı çeken büyük insanlığı ile ölçmeli... Yolumuzu aydınlatacak şaşmaz ışık, bu acı çeken insanlığımızdır...”
***
Kıymetli bestekârlarımızdan rahmetli Yıldırım Gürses’in seksenli yıllarda Türk musikisi üzerine yaptığı şu tespit pek çok alan için geçerlidir:
“Musikimiz taassupla inkârın arasında sıkışıp kalmıştır.” (Taassup: Bir fikre, inanca aşırı derecede bağlı olup onun dışındakileri düşman gibi görme)… Bu arada ‘taassup’ ile tasallut arasındaki bağlantıyı da görmezden gelmemek gerekir… Taassup’la bağlı olduğunuz şeyin sizi tasallutu (obsesyon) altına alması işten bile değildir…
Türk halkının değer yargılarındaki kodlamaları ‘okumaya’ çalışanlar, bizim topraklara dair laf edenlerin içlerindeki mutaassıpları da, inkârcıları da ilginç örnekler olarak takip etmeliler. Çünkü ‘abartı sanatı’, gerçeklikleri görebilme konusunda sadeleştirilmeye muhtaç veriler olarak muhteşem bir kaynak vazifesi görür.
İnsanımız üzerine ahkâm kesenleri izlerken, gerçeklikleri eğip bükerek, yamultarak ve sadece “zekâyla etkileme sanatı”nı iyi kullananlara özellikle dikkat etmek gerekir.
Öte yandan bu türün, ‘özel bir hoşluk’ sergilediklerini de itiraf etmeliyiz. Yani etkilendiğiniz zaman kendinizi kötü hissetmeyin… ‘Şeytan tüyü’ dedikleri de böyle bir özellik olsa gerek.
***
Bu “şeytan tüylü mutaassıp inkârcılar”, iki alan arasında zıplayarak yolculuk yapmayı tercih ederler. Ya ‘elit’in ya da ‘avam’ın dünyasının merkezine çekilerek, dürbünü tersinden tutarak çevrelerine bakar ve ‘gerçekliklerden’ uzaklaşarak arındıkları için hayali imgelerden güç alan zekâlarıyla, ‘bükülmüş’ bir dünyanın tadını çıkarır, eğlenceli değerlendirmelere imza atarlar.
İşin hoş yanı, ne elit’i derinliğine bilirler ne de avam’ı... Bir kısmı “yumurtadan çıkmış kabuğunu beğenmiyor” hallerde fanfinfon takılır, bir kısmı da “bıçkın şehir delikanlısı” pozuna bürünür...
Bu iki rolü tek kişilik üzerinde gördüğümüz de olur... Bilmediği için avamla da, elitle de duygudaşlık kuramaz. Tek bildiği cam küresinde yamultarak gördüğü gerçeklerle, alabildiğine başıboş bir mizah tekniğiyle kafa bulmaktır... Esas büyük durum komedisi, bu türlerin “dışkı” gibi dışlayarak baktıkları kitlelerin en azından bir kısmı tarafından hâlâ hayranlıkla izleniyor olmalarıdır.
Oysa, ‘gelişmiş olduğunu’ iddia ettikleri Batı’nın geçmişinde ve de bugününde Batı’nın kendi kaynaklarına bakarak ne iğrençlikler, pislikler, kötülükler, antidemokratik ve insanlık dışı uygulamaların daniskası olduğunu ‘hatırlayabilseler’… O zaman belki Batı’nın ‘düellocu’ mert, bizim ise ‘pusucu’ namert olduğumuz şeklindeki dünya görüşünden çok, bir tür ruh hastalığına işaret eden paranoyalarından sıyrılma şansını elde edebilirler…
Gözleri mühürlü ise yapacak bir şey yok tabii…
Biz, ‘çalışma tatilimizin’ sürdüğü şu günlerde, mübarek Ramazan Bayramınızı kutluyor, esenlikler diliyoruz.
Tam da her yıl, yaklaşık 5 bin kişi sıcaktan damda uyurken iki tur atıp yere düşerek hayatlarını kaybettikleri halde, nasıl oluyor da bir yıl sonra bu sefer bu olayı çok iyi bilen bir başka 5 bin kişi yine damda uyurken düşüp ölebiliyor diye kafa yorarken… Tam da her bayram, nasıl oluyor da onca insan trafik kazalarında kendisini telef edebiliyor diye hayıflanırken… İşte tam bu sırada, halkımızın ne kadar ruhsuz, sevgisiz, geri zekâlı bir hayvan düşmanı olduğuna dair o yazı çıkıverdi karşıma…
Aklıma, Kemal Tahir’in Nazım’a yazdığı, o çok yalın, ancak kavranması bilgiden çok bilgelik gerektiren kısacık cümle geldi: “Anadolu Türk'ünü, çoğu zaman işlediği kötülüklerle değil, ruhunun derinliklerinde acı çeken büyük insanlığı ile ölçmeli... Yolumuzu aydınlatacak şaşmaz ışık, bu acı çeken insanlığımızdır...”
***
Kıymetli bestekârlarımızdan rahmetli Yıldırım Gürses’in seksenli yıllarda Türk musikisi üzerine yaptığı şu tespit pek çok alan için geçerlidir:
“Musikimiz taassupla inkârın arasında sıkışıp kalmıştır.” (Taassup: Bir fikre, inanca aşırı derecede bağlı olup onun dışındakileri düşman gibi görme)… Bu arada ‘taassup’ ile tasallut arasındaki bağlantıyı da görmezden gelmemek gerekir… Taassup’la bağlı olduğunuz şeyin sizi tasallutu (obsesyon) altına alması işten bile değildir…
Türk halkının değer yargılarındaki kodlamaları ‘okumaya’ çalışanlar, bizim topraklara dair laf edenlerin içlerindeki mutaassıpları da, inkârcıları da ilginç örnekler olarak takip etmeliler. Çünkü ‘abartı sanatı’, gerçeklikleri görebilme konusunda sadeleştirilmeye muhtaç veriler olarak muhteşem bir kaynak vazifesi görür.
İnsanımız üzerine ahkâm kesenleri izlerken, gerçeklikleri eğip bükerek, yamultarak ve sadece “zekâyla etkileme sanatı”nı iyi kullananlara özellikle dikkat etmek gerekir.
Öte yandan bu türün, ‘özel bir hoşluk’ sergilediklerini de itiraf etmeliyiz. Yani etkilendiğiniz zaman kendinizi kötü hissetmeyin… ‘Şeytan tüyü’ dedikleri de böyle bir özellik olsa gerek.
***
Bu “şeytan tüylü mutaassıp inkârcılar”, iki alan arasında zıplayarak yolculuk yapmayı tercih ederler. Ya ‘elit’in ya da ‘avam’ın dünyasının merkezine çekilerek, dürbünü tersinden tutarak çevrelerine bakar ve ‘gerçekliklerden’ uzaklaşarak arındıkları için hayali imgelerden güç alan zekâlarıyla, ‘bükülmüş’ bir dünyanın tadını çıkarır, eğlenceli değerlendirmelere imza atarlar.
İşin hoş yanı, ne elit’i derinliğine bilirler ne de avam’ı... Bir kısmı “yumurtadan çıkmış kabuğunu beğenmiyor” hallerde fanfinfon takılır, bir kısmı da “bıçkın şehir delikanlısı” pozuna bürünür...
Bu iki rolü tek kişilik üzerinde gördüğümüz de olur... Bilmediği için avamla da, elitle de duygudaşlık kuramaz. Tek bildiği cam küresinde yamultarak gördüğü gerçeklerle, alabildiğine başıboş bir mizah tekniğiyle kafa bulmaktır... Esas büyük durum komedisi, bu türlerin “dışkı” gibi dışlayarak baktıkları kitlelerin en azından bir kısmı tarafından hâlâ hayranlıkla izleniyor olmalarıdır.
Oysa, ‘gelişmiş olduğunu’ iddia ettikleri Batı’nın geçmişinde ve de bugününde Batı’nın kendi kaynaklarına bakarak ne iğrençlikler, pislikler, kötülükler, antidemokratik ve insanlık dışı uygulamaların daniskası olduğunu ‘hatırlayabilseler’… O zaman belki Batı’nın ‘düellocu’ mert, bizim ise ‘pusucu’ namert olduğumuz şeklindeki dünya görüşünden çok, bir tür ruh hastalığına işaret eden paranoyalarından sıyrılma şansını elde edebilirler…
Gözleri mühürlü ise yapacak bir şey yok tabii…
Biz, ‘çalışma tatilimizin’ sürdüğü şu günlerde, mübarek Ramazan Bayramınızı kutluyor, esenlikler diliyoruz.