Aşırı tevazuyu bir kenara bırakabilsek
23 EKİM 2014
Çevremizdeki ecnebi Türk aydınları iktidarın devrilmesi için olasılıkların azaldığına ciddi ciddi inanıyorlar. Milli iradeye dayanarak seçmenlerin oylarıyla tek başına iktidar olmaları ihtimali sıfır. Askeri darbeler dönemi geçti. Bürokrasi, yargı, polis marifetiyle darbe girişimleri başarısız oldu. Geriye üç olasılık kaldı:
Bir: Çözüm sürecinin akim kalması.
İki: Türkiye'nin içinden çıkılamaz bir Ortadoğu macerasında savaş girdabına çekilmesi ve iktidarın da bu kaosta şansını yitirmesi.
Üç: Ekonominin çökmesi.
İzleyin televizyonları, bütün tartışmaların, özellikle sabah programlarındaki yorumların, bu son üç olasılık üzerine döndüğünü göreceksiniz.
Batı basınının büyük bir kısmı da bizim ecnebi aydınlarla aynı telden çalmaya devam ediyor. Aynı üç olasılık, 'anti-Erdoğan' kampanyası ekseninde pompalanıp duruyor. Bu arada da nasıl oluyorsa oluyor ve örneğin Dünya Bankası Türkiye Direktörü'nün sözleri malum medya tarafından gündeme dahi getirilmeyebiliyor. Bakın Türkiye direktörü Martin Raiser, dün Yenişafak'ta yayımlanan tespitlerinde ne demiş?
'Türkiye üstünlüklerinin daha çok farkında olmalı. Bu üstünlüklükleri değerlendirmesini bilmeli.'
'Genç bir nüfusa ve yüksek büyüme potansiyeline sahipsiniz.'
'Finans sektörünüz ve altyapı sektörünüz sağlam.'
'Dünya Bankası'nın Lojistik Endeksi'nde ilk 30 ülke arasındasınız.'
'Risk alan girişimcilere sahipsiniz.'
Bu üstünlüklerimizi sıraladıktan sonra da açıkça demiş ki:
'Türkiye üstünlükleri konusunda mütevazı olmamalı. Avantajlarınızı ekonomik kazanca dönüştürmeniz lazım ve bu da yatırımların artmasıyla mümkün olabilir.'
Martin Raiser 3 yıldır Türkiye Direktörü olarak görev yapıyormuş. Bu kadarlık süre içerisinde bile Türkiye okumaları, 'Ülke battı, Erdoğan'ın ipini çektiler, durum vahim, yandık bittik kül olduk' şeklindeki ecnebi Türk aydını okumalarından çok farklı. Ne yazık ki biz de sütten çıkmış ak kaşık değiliz. Özellikle iletişim boyutunda.
Örneğin iki şey yapabilirdik:
Bir: Rainer'ın bu lafları çerçevesinde kendisinin de katılacağı işadamları ve TÜSİAD, TOBB, MÜSİAD gibi meslek grupları örgütlerinin liderleriyle panel düzenleyip TV'den canlı olarak yayımlayabilirdik.
İki: Raiser'ın tamamen tersini söyleyen ve Türkiye'yi yerden yere çalan Batılı medya mensuplarıyla Raiser'ı bir araya getirip konuşturabilirdik.
Tabii bütün bunları yapabilmemiz için bir tek özelliğimizin olması lazımdı:
Daha az mütevazı olmalıydık.
Özyeğin'in nurtopu gibi bir krizi oldu
Önce habere bir bakalım:
Önceki gece saat 24:00 sıralarında Halkalı Gümrük Müdürlüğü sahasında çıkan yangın iki saatte kontrol altına alınabilmiş. Barsan Lojistik'e ait antrepodoki yangında Marks&Spencer'a ait tekstil ürünlerinin yandığı öğrenilmiş. Gümrükte çalışan bir kaynağın iddiasına göre kısa süre önce yapılan denetimde, yurtdışından getirilen bazı ürünler kağıt üzerinde görünmesine rağmen bulunamamış. Yangının bu nedenle kasıtlı olarak çıkarıldığına dair iddialar varmış.
Çok ağır bir itham elbette. Bize herhangi bir yorum yapmak düşmez. Bildiğimiz kadarıyla Marks&Spencer, Türkiye'nin en muteber işadamlarından Hüsnü Özyeğin Bey'e ait. Markanın dünyadaki en büyük ortağı olan Hüsnü Özyeğin ve ekibi iletişimi gayet iyi bilirler. Bu nedenle de bu krizin iletişimini bir an önce devreye sokacaklardır.
Sinema demek, star demektir
51.'si gerçekleştirilen Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, Cumartesi akşamı Antalya EXPO Center'da düzenlenen tören ile sona erdi ve yine aralarında starların olmadığı, Türk halkının ismini ilk kez duyduğu sanatçılar ve onların rol aldığı filmler ödüllendirildi. Önceki yıllardan farklı olarak biraz daha profesyonelce organize edilmiş bir tören izledik. Bir fark daha var ama yazarken bile tuhaf geliyor:
Merakla beklenen sonuçlar, basına sızdırılmamış. Önceki yıllarda genellikle basının önceden ödülleri bilmesini kimsecikler yadırgamazmış.
Bu vesileyle 'İmar ve inşaat işinde, yollarda, köprülerde kimse söz söyleyemiyor ama muhafazakârlar üç şeyi yapamadı; kültür, sanat ve çevre' diyen Kültür Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Haluk Dursun'un bir kez daha kulaklarını çınlattık.
Bu arada basında Altın Portakal'ın 'Ülkemizin tüm renklerini ve kültürel zenginliğini beyaz perdede buluşturduğu'na ve bir Türkiye mozaiği yansıttığına dair haberler yayımlandı.
Köklü bir geleneğe sahip olan bir sinema festivalinin amacı elbette ülkenin kültürel renklerini yansıtmak falan değildir. Tıpkı Oscar'da ya da Cannes da olduğu gibi bu türden film festivallerinin amacı, sinema sanatına örnek ve önderlik teşkil edecek yaklaşımları, üslubu, dili ve ticari başarıyı ödüllendirmektir. Filistinli sinemacı ile İsrailli sinemacının Altın Portakal'da bir araya gelmesi elbette kültürel anlamda bir hoşluktur ancak bu festivalin amacı, sinema sanatına getirdiği katma değerde kendini ortaya koymalıdır.
Tekrarlayalım:
Şu Festival'i ikiye bölün. Sanat Filmleri bölümünde istediğinize istediğiniz ödülü verin. Popüler Sinema alanında ise starları ödüllendirin. Çünkü sinema demek, star demektir.
Bir: Çözüm sürecinin akim kalması.
İki: Türkiye'nin içinden çıkılamaz bir Ortadoğu macerasında savaş girdabına çekilmesi ve iktidarın da bu kaosta şansını yitirmesi.
Üç: Ekonominin çökmesi.
İzleyin televizyonları, bütün tartışmaların, özellikle sabah programlarındaki yorumların, bu son üç olasılık üzerine döndüğünü göreceksiniz.
Batı basınının büyük bir kısmı da bizim ecnebi aydınlarla aynı telden çalmaya devam ediyor. Aynı üç olasılık, 'anti-Erdoğan' kampanyası ekseninde pompalanıp duruyor. Bu arada da nasıl oluyorsa oluyor ve örneğin Dünya Bankası Türkiye Direktörü'nün sözleri malum medya tarafından gündeme dahi getirilmeyebiliyor. Bakın Türkiye direktörü Martin Raiser, dün Yenişafak'ta yayımlanan tespitlerinde ne demiş?
'Türkiye üstünlüklerinin daha çok farkında olmalı. Bu üstünlüklükleri değerlendirmesini bilmeli.'
'Genç bir nüfusa ve yüksek büyüme potansiyeline sahipsiniz.'
'Finans sektörünüz ve altyapı sektörünüz sağlam.'
'Dünya Bankası'nın Lojistik Endeksi'nde ilk 30 ülke arasındasınız.'
'Risk alan girişimcilere sahipsiniz.'
Bu üstünlüklerimizi sıraladıktan sonra da açıkça demiş ki:
'Türkiye üstünlükleri konusunda mütevazı olmamalı. Avantajlarınızı ekonomik kazanca dönüştürmeniz lazım ve bu da yatırımların artmasıyla mümkün olabilir.'
Martin Raiser 3 yıldır Türkiye Direktörü olarak görev yapıyormuş. Bu kadarlık süre içerisinde bile Türkiye okumaları, 'Ülke battı, Erdoğan'ın ipini çektiler, durum vahim, yandık bittik kül olduk' şeklindeki ecnebi Türk aydını okumalarından çok farklı. Ne yazık ki biz de sütten çıkmış ak kaşık değiliz. Özellikle iletişim boyutunda.
Örneğin iki şey yapabilirdik:
Bir: Rainer'ın bu lafları çerçevesinde kendisinin de katılacağı işadamları ve TÜSİAD, TOBB, MÜSİAD gibi meslek grupları örgütlerinin liderleriyle panel düzenleyip TV'den canlı olarak yayımlayabilirdik.
İki: Raiser'ın tamamen tersini söyleyen ve Türkiye'yi yerden yere çalan Batılı medya mensuplarıyla Raiser'ı bir araya getirip konuşturabilirdik.
Tabii bütün bunları yapabilmemiz için bir tek özelliğimizin olması lazımdı:
Daha az mütevazı olmalıydık.
Özyeğin'in nurtopu gibi bir krizi oldu
Önce habere bir bakalım:
Önceki gece saat 24:00 sıralarında Halkalı Gümrük Müdürlüğü sahasında çıkan yangın iki saatte kontrol altına alınabilmiş. Barsan Lojistik'e ait antrepodoki yangında Marks&Spencer'a ait tekstil ürünlerinin yandığı öğrenilmiş. Gümrükte çalışan bir kaynağın iddiasına göre kısa süre önce yapılan denetimde, yurtdışından getirilen bazı ürünler kağıt üzerinde görünmesine rağmen bulunamamış. Yangının bu nedenle kasıtlı olarak çıkarıldığına dair iddialar varmış.
Çok ağır bir itham elbette. Bize herhangi bir yorum yapmak düşmez. Bildiğimiz kadarıyla Marks&Spencer, Türkiye'nin en muteber işadamlarından Hüsnü Özyeğin Bey'e ait. Markanın dünyadaki en büyük ortağı olan Hüsnü Özyeğin ve ekibi iletişimi gayet iyi bilirler. Bu nedenle de bu krizin iletişimini bir an önce devreye sokacaklardır.
Sinema demek, star demektir
51.'si gerçekleştirilen Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, Cumartesi akşamı Antalya EXPO Center'da düzenlenen tören ile sona erdi ve yine aralarında starların olmadığı, Türk halkının ismini ilk kez duyduğu sanatçılar ve onların rol aldığı filmler ödüllendirildi. Önceki yıllardan farklı olarak biraz daha profesyonelce organize edilmiş bir tören izledik. Bir fark daha var ama yazarken bile tuhaf geliyor:
Merakla beklenen sonuçlar, basına sızdırılmamış. Önceki yıllarda genellikle basının önceden ödülleri bilmesini kimsecikler yadırgamazmış.
Bu vesileyle 'İmar ve inşaat işinde, yollarda, köprülerde kimse söz söyleyemiyor ama muhafazakârlar üç şeyi yapamadı; kültür, sanat ve çevre' diyen Kültür Bakanlığı Müsteşarı Prof. Dr. Haluk Dursun'un bir kez daha kulaklarını çınlattık.
Bu arada basında Altın Portakal'ın 'Ülkemizin tüm renklerini ve kültürel zenginliğini beyaz perdede buluşturduğu'na ve bir Türkiye mozaiği yansıttığına dair haberler yayımlandı.
Köklü bir geleneğe sahip olan bir sinema festivalinin amacı elbette ülkenin kültürel renklerini yansıtmak falan değildir. Tıpkı Oscar'da ya da Cannes da olduğu gibi bu türden film festivallerinin amacı, sinema sanatına örnek ve önderlik teşkil edecek yaklaşımları, üslubu, dili ve ticari başarıyı ödüllendirmektir. Filistinli sinemacı ile İsrailli sinemacının Altın Portakal'da bir araya gelmesi elbette kültürel anlamda bir hoşluktur ancak bu festivalin amacı, sinema sanatına getirdiği katma değerde kendini ortaya koymalıdır.
Tekrarlayalım:
Şu Festival'i ikiye bölün. Sanat Filmleri bölümünde istediğinize istediğiniz ödülü verin. Popüler Sinema alanında ise starları ödüllendirin. Çünkü sinema demek, star demektir.