'Acı çeken büyük insanlığı' anlamak...
25.03.2014 Yeni Şafak
Cannes'da ödülünü alırken Nuri Bilge Ceylan neden 'Benim yalnız ülkem' demişti?..
Nuri Bilge, Türkiye'de ödül sahiplerinin yırtık blucin, eski püskü kıyafetlerle, sözümona olaya 'reddiye getirerek', istemem yan cebime tavrıyla sahneye çıkmayı, ya da törene hiç gitmemeyi, ödül almaya onu bunu göndermeyi bir matah sayan ülkemiz entelijansiyasına inat, smokinler içinde pırıl pırıl çıktığı sahneden, 'Ödülü, tutkuyla sevdiğim benim yalnız ve güzel ülkem adına alıyorum!' dediğinde, neden tüm düşünce ve inanç kesimlerinin boğazlarına bir şeyler düğümlenmiş, bazılarımız ise gözyaşlarını tutamamıştı...
Neden?..
Bu yalnızlık meselesi demek ki, Nuri Bilge Ceylan'ın o anki öznel duyarlılığının ifade biçimi olarak seçtiği sıradan bir 'kalıp' değildi. Bir ülke halkının neredeyse tamamının duygu ve duyarlılığı... Zımnî bir buluşma sağlanmıştı bir anda... Ayten Alpman'ın seslendirdiği 'Bir başkadır benim memleketim'de olduğu gibi... Alman Nazileri ile hiçbir alakası olmadığı halde 2. Dünya Savaşı sırasında tüm Almanların, milli marşlarından çok daha fazla ve etkili bir şekilde bağırlarına bastıkları Lale Andersen'in Lili Marleen'inde olduğu gibi...
Kimse karpuz gibi 'bölünmemişti' Nuri Bilge Ceylan'ın sözünü ettiği bu 'yalnızlık' meselesinde. Herkes kendisini tipik bir üst kimlik duyarlılığı içinde bulmuştu.
İşte bu duyarlılığı 'okumadan', bu 'yalnızlık' meselesinin hangi ortak ruhi şekillenmeden, hangi geçmişten, hangi iç ve dış faktör ve fenomenlerden kaynaklandığını 'anlamadan'; tüm bunlarla Kemal Tahir'in Nazım Hikmet'e tavsiyede bulunurken vurgu yaptığı 'Anadolu Türk'ünü, çoğu zaman işlediği kötülüklerle değil, ruhunun derinliklerinde acı çeken büyük insanlığı ile ölçmeli... Yolumuzu aydınlatacak şaşmaz ışık bu acı çeken insanlığımızdır...' ifadesini çözümlemeden, özümsemeden; bugünün siyasi ortamını ve tercihlerini anlamaya çalışmak beyhudedir...
Yakın tarihimiz; bütün büyük kentlerimize yayılmış; kent yaşamı içinde köylülükle kentlilik arasında sıkışıp kaldığı için özgünlüğünü yitirdiği ve 'dejenere' olduğu sanılmış, 'cahil sürüsü' diye adlandırılmış, bir kenara itilmiş o geniş kitleyi 'kaale' almadıkları, siyasi referanslarını onlardan başka güç odaklarına dayandırma alışkanlıklarından vazgeçemedikleri için hüsrana uğramış, siyasi örgütlenmelerle doludur...
Tabii ki artık çok geç... Ancak geç de olsa bazen 'demedi deme' demekte ruh sağlığı adına fayda olabilir...
İlişki ile iletişimi birbirine karıştırmak tehlikelidir
Hedef kitlelerle kurulan ilişki ile yine onlarla kurulan (kurulması gereken) iletişim arasında bir fark, bağlantı, sebep sonuç ilişkisi var mıdır? Yani 'ilişkisi kuvvetli' olan herkesin iletişimi de otomatik olarak 'kuvvetli' olur mu?
Hayır olmaz!..
Hele siyasi iletişimde hiç olmaz.
İlişkinin eşittir iletişim olmadığının en tipik örneklerinden biri, CHP'nin 1950 seçimlerindeki Taksim mitingi ve sonrasında yaşananlardır. Meydana 200 bin kişi toplanmıştır. İstanbul'un o tarihteki nüfusunun 1.166.477 olduğu düşünülürse, ciddi bir rakamdır 200 bin. Çoluk çocuk tüm nüfusun %17'si...
O müthiş manzara karşısında heyecana kapılan zamanın Vali ve Belediye Başkanı Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay'ın Başbakan İsmet İnönü'ye alanı gösterip şöyle dediği bilinir: 'İşte İstanbul Paşam!'..
Biraz da seçim sisteminin cilvesiyle 1950 genel seçiminde CHP İstanbul'dan tek bir milletvekili çıkaramazken, 27 sandalyenin tamamı DP'ye gitmişti...
Bu vesile ile ilişki ile iletişim arasındaki farkı bir kez daha vurgulamakta yarar olduğunu düşünüyoruz...
Çok fark vardır ve bu nedenle yanılırız genellikle. Biz burada en belirgin ve dramatik olanından söz edelim: İlişkinin temelinde iki kavram yatar: Fayda ve haz... Bunlardan ya biri vardır ya ikisi de. Ya da ikisi de yoktur. İlişki, bambaşka ve sağlıklı denilemeyecek nedenlerle sürüyordur.
İletişimin temeline yerleşmiş olan iki kavramdan biri 'ikna'dır, diğeri ise 'değişim'... Yani bir iletişim aksiyonunun sonunda hedef kitle bir konuda mutlaka ikna edilmeli ve onun bir davranışı, fikri ya da yaklaşımı değişmelidir. İkna ve değişim sağlanmıyorsa iletişimden söz etmek de mümkün olamaz.
Peki, hem ilişki hem iletişim aynı anda olur mu? Tabii ki olur. Olmalıdır da. Ancak hangisinin belirleyici olacağına, (daha doğrusu 'olması gerekeceğine') özenle karar verilmelidir.
Görüleceği gibi iletişim, biraz da özünde ikna ile ilgili olduğu için, tipik bir üst yapı meselesidir. Maslow hiyerarşisindeki en alt basamaktan yola çıkılarak yönetilemez...
Seçimlere çeyrek kala, aksiyon almaktan vakit bulup bir nebze düşünme fırsatı elde edenler, bu ikili dengeyi nasıl yönettiklerine bir göz atarlarsa, ileride gereksiz yere hüsrana uğramayabilirler...
Nuri Bilge, Türkiye'de ödül sahiplerinin yırtık blucin, eski püskü kıyafetlerle, sözümona olaya 'reddiye getirerek', istemem yan cebime tavrıyla sahneye çıkmayı, ya da törene hiç gitmemeyi, ödül almaya onu bunu göndermeyi bir matah sayan ülkemiz entelijansiyasına inat, smokinler içinde pırıl pırıl çıktığı sahneden, 'Ödülü, tutkuyla sevdiğim benim yalnız ve güzel ülkem adına alıyorum!' dediğinde, neden tüm düşünce ve inanç kesimlerinin boğazlarına bir şeyler düğümlenmiş, bazılarımız ise gözyaşlarını tutamamıştı...
Neden?..
Bu yalnızlık meselesi demek ki, Nuri Bilge Ceylan'ın o anki öznel duyarlılığının ifade biçimi olarak seçtiği sıradan bir 'kalıp' değildi. Bir ülke halkının neredeyse tamamının duygu ve duyarlılığı... Zımnî bir buluşma sağlanmıştı bir anda... Ayten Alpman'ın seslendirdiği 'Bir başkadır benim memleketim'de olduğu gibi... Alman Nazileri ile hiçbir alakası olmadığı halde 2. Dünya Savaşı sırasında tüm Almanların, milli marşlarından çok daha fazla ve etkili bir şekilde bağırlarına bastıkları Lale Andersen'in Lili Marleen'inde olduğu gibi...
Kimse karpuz gibi 'bölünmemişti' Nuri Bilge Ceylan'ın sözünü ettiği bu 'yalnızlık' meselesinde. Herkes kendisini tipik bir üst kimlik duyarlılığı içinde bulmuştu.
İşte bu duyarlılığı 'okumadan', bu 'yalnızlık' meselesinin hangi ortak ruhi şekillenmeden, hangi geçmişten, hangi iç ve dış faktör ve fenomenlerden kaynaklandığını 'anlamadan'; tüm bunlarla Kemal Tahir'in Nazım Hikmet'e tavsiyede bulunurken vurgu yaptığı 'Anadolu Türk'ünü, çoğu zaman işlediği kötülüklerle değil, ruhunun derinliklerinde acı çeken büyük insanlığı ile ölçmeli... Yolumuzu aydınlatacak şaşmaz ışık bu acı çeken insanlığımızdır...' ifadesini çözümlemeden, özümsemeden; bugünün siyasi ortamını ve tercihlerini anlamaya çalışmak beyhudedir...
Yakın tarihimiz; bütün büyük kentlerimize yayılmış; kent yaşamı içinde köylülükle kentlilik arasında sıkışıp kaldığı için özgünlüğünü yitirdiği ve 'dejenere' olduğu sanılmış, 'cahil sürüsü' diye adlandırılmış, bir kenara itilmiş o geniş kitleyi 'kaale' almadıkları, siyasi referanslarını onlardan başka güç odaklarına dayandırma alışkanlıklarından vazgeçemedikleri için hüsrana uğramış, siyasi örgütlenmelerle doludur...
Tabii ki artık çok geç... Ancak geç de olsa bazen 'demedi deme' demekte ruh sağlığı adına fayda olabilir...
İlişki ile iletişimi birbirine karıştırmak tehlikelidir
Hedef kitlelerle kurulan ilişki ile yine onlarla kurulan (kurulması gereken) iletişim arasında bir fark, bağlantı, sebep sonuç ilişkisi var mıdır? Yani 'ilişkisi kuvvetli' olan herkesin iletişimi de otomatik olarak 'kuvvetli' olur mu?
Hayır olmaz!..
Hele siyasi iletişimde hiç olmaz.
İlişkinin eşittir iletişim olmadığının en tipik örneklerinden biri, CHP'nin 1950 seçimlerindeki Taksim mitingi ve sonrasında yaşananlardır. Meydana 200 bin kişi toplanmıştır. İstanbul'un o tarihteki nüfusunun 1.166.477 olduğu düşünülürse, ciddi bir rakamdır 200 bin. Çoluk çocuk tüm nüfusun %17'si...
O müthiş manzara karşısında heyecana kapılan zamanın Vali ve Belediye Başkanı Prof. Dr. Fahrettin Kerim Gökay'ın Başbakan İsmet İnönü'ye alanı gösterip şöyle dediği bilinir: 'İşte İstanbul Paşam!'..
Biraz da seçim sisteminin cilvesiyle 1950 genel seçiminde CHP İstanbul'dan tek bir milletvekili çıkaramazken, 27 sandalyenin tamamı DP'ye gitmişti...
Bu vesile ile ilişki ile iletişim arasındaki farkı bir kez daha vurgulamakta yarar olduğunu düşünüyoruz...
Çok fark vardır ve bu nedenle yanılırız genellikle. Biz burada en belirgin ve dramatik olanından söz edelim: İlişkinin temelinde iki kavram yatar: Fayda ve haz... Bunlardan ya biri vardır ya ikisi de. Ya da ikisi de yoktur. İlişki, bambaşka ve sağlıklı denilemeyecek nedenlerle sürüyordur.
İletişimin temeline yerleşmiş olan iki kavramdan biri 'ikna'dır, diğeri ise 'değişim'... Yani bir iletişim aksiyonunun sonunda hedef kitle bir konuda mutlaka ikna edilmeli ve onun bir davranışı, fikri ya da yaklaşımı değişmelidir. İkna ve değişim sağlanmıyorsa iletişimden söz etmek de mümkün olamaz.
Peki, hem ilişki hem iletişim aynı anda olur mu? Tabii ki olur. Olmalıdır da. Ancak hangisinin belirleyici olacağına, (daha doğrusu 'olması gerekeceğine') özenle karar verilmelidir.
Görüleceği gibi iletişim, biraz da özünde ikna ile ilgili olduğu için, tipik bir üst yapı meselesidir. Maslow hiyerarşisindeki en alt basamaktan yola çıkılarak yönetilemez...
Seçimlere çeyrek kala, aksiyon almaktan vakit bulup bir nebze düşünme fırsatı elde edenler, bu ikili dengeyi nasıl yönettiklerine bir göz atarlarsa, ileride gereksiz yere hüsrana uğramayabilirler...