Ah Sezen, ah!..
18 MAYIS 2007
Durduk yerde takkelerin düşüp kellerin görünmesine vesile olmanın alemi mi vardı? O akşam TV seyrediyor olman, ne büyük talihsizlik. Kimin için mi? Takkeli keller için...
Oysa ertesi gün medya takip ajanslarından programın o bölümünü istetecektin. Senin yapım şirketi basına ağır bir yazılı açıklama gönderecekti. Bir sonraki programda Fuat Güner her zamanki efendiliğiyle senden ve Onno’dan özür dileyecekti. Ve mesele kapanacaktı.
Öyle olmadı. Sen Onno’ya yapılan bu büyük haksızlığa tahammül edemeyip asıldın telefona. Ortalık toz duman oldu. Takkeler birer birer düşmeye, keller ortaya çıkmaya başladı...
Gel de, senin de favori yazarlarından Cemil Meriç’i saygıyla anma! Ne demiş usta?..
“Aydın olmak için önce insan olmak lâzım. İnsan, mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur, maruz kalmaz, seçer!”...
‘Mukaddes’ten ne anlayacağız? İnsanlık mirasının yüzlerce yılın ardından süzüp getirdiği değerler bütününü anlayacağız...
O değerler bütünü ki, kendini insanlık kültür mirasının temel taşları olan sanat ve edebiyatta derinleştirir, yaşatır. Bir de idollerde, ikonlarda, görenek ve geleneklerde...
Senin de içinde yer aldığın Pop Klasiklerini bir kenara bırakacak olursak, popüler kültürün değer tanımazlığı, kıymet bilmezliği yeni değildir Sezenciğim. Aslında o tutumdan beslenir. Ya demokrasi kalkanının arkasına gizlenir ya da eşitlikçi kisvesine bürünür... “Tabuları yıkalım, ikonları kıralım, eliti yok edelim, kimse ayrıcalıklı değildir, duvara çakalım!” diye çırpınan ‘habaset erbabı’ (‘makaber’lık ustaları) binlerce yıldır vardı. Hep var olacak...
Biliyorsun, “İyiler galip gelseydi tarih biterdi!” Mustafa Kemal Atatürk’e 11 kez suikast düzenlemiş bir toplumunun bağrından geliyoruz Sezenciğim... Sezen Aksu kimmiş ki? Mukaddesler ne imiş ki?..
Onun için gel, “Sen ağlama!”... Tarih o habaset erbabını değil, onları konuşturanları konuşur...
Bugün bunları yazmayacaktım... Sana ‘aşırı hoşgörü ile yaklaşıldığı, ayrıcalık yapıldığı”, yani yalan dolanla senin üstüne gelinmediği iddiası ile eleştirilen magazin basınıyla zamanında nasıl baş ettiğini yazacaktım.
Açtığın yüzlerce davadan söz edecektim... Hiç bir mecra senin açıklamalarına yer vermiyor diye helikopter kiralayıp gökten yere bildiriler dağıtma fikrinden seni vazgeçirmek için nasıl çaba harcadığımızı falan anlatacaktım... O zaman neredeydi seni “kolladığı” iddia edilen medyadaki yandaşların? Bugün senin medyayla tesis ettiğin ilişkiyi garipseyenlerden bazıları, senin bu mücadeleyi verdiğin yıllarda daha babalarının portakal sularında vitamin bile değillerdi. Onları anlıyorum. Popülerlik, radikallik adına kıymet bilmezlik, değer tanımazlık yolunda gidemeyecekleri yer yoktur Bu yazdıklarımı üstlerine alınanlar şimdi kalkıp veciz cevaplarla bana yüklenebilirler. “Onun zaten Sezen’e zaafı vardı. Ayrıca şişmandır. Sezen’den menfaat sağlar” diyebilirler. Olmadı, başka yollardan şamar atmaya kalkabilirler. Popüler tüketim kültüründe polemik böyle yapılıyor. Üzülme!.. Sana nasıl kurşun işlemiyorsa; ben de etkilenmiyorum artık...
Hiç anlamadığım ise, var olmak / varlık olmak adına verdiğin savaşı yakından izledikleri halde sessiz kalanlar... Sezenciğim, anlıyor musun?..
Vakko’ya da bu yakışır!
Resmi açıklama gelmedikçe içim rahat etmeyecekti... Sevgili Cem Hakko bana bir mektup yazmış... El yazısıyla... Islak imzalı... Bana sorarsanız günümüzde bu tür haberleşme bir nezahet, nezaket ve zarafet göstergesidir. Nesli tükenmekte olan kuşakların son can çekişmeleri olarak da ele alabilirisiniz...
Cem Bey diyor ki, “Profesyonel dikkatinizden tabii ki kaçmıyor. Bir istenmeyen durum, maalesef yaşandı. Küçük bir iş kazası diyelim.”
Anlaşılan o ki, Eda Taşpınar Hanımla aralarında zaten sezonluk bir anlaşma varmış. Onu da uzatmamışlar...
Başından beri, krizin ‘Hırsızlık ve taklitçilikle’ suçlanan Eda Hanım’dan çok, hanımefendiyi bünyesinde çalıştıran Vakko tarafından yönetilmesi gerektiğini söyledik. Nihayet Vakko krizini çözmüş. Doğru olanı yapmış. Şimdi sıra Eda Hanımda. Ya, ortada suç varsa, kabul edip özür dileyecek; ya da yoksa, çıkıp kendisini aslanlar gibi savunacak. Peki en kötüsü ne? Susmak ve basını suçlamak. Eda Hanım’ın şu sıra takındığı tutum yani...
Oysa ertesi gün medya takip ajanslarından programın o bölümünü istetecektin. Senin yapım şirketi basına ağır bir yazılı açıklama gönderecekti. Bir sonraki programda Fuat Güner her zamanki efendiliğiyle senden ve Onno’dan özür dileyecekti. Ve mesele kapanacaktı.
Öyle olmadı. Sen Onno’ya yapılan bu büyük haksızlığa tahammül edemeyip asıldın telefona. Ortalık toz duman oldu. Takkeler birer birer düşmeye, keller ortaya çıkmaya başladı...
Gel de, senin de favori yazarlarından Cemil Meriç’i saygıyla anma! Ne demiş usta?..
“Aydın olmak için önce insan olmak lâzım. İnsan, mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur, maruz kalmaz, seçer!”...
‘Mukaddes’ten ne anlayacağız? İnsanlık mirasının yüzlerce yılın ardından süzüp getirdiği değerler bütününü anlayacağız...
O değerler bütünü ki, kendini insanlık kültür mirasının temel taşları olan sanat ve edebiyatta derinleştirir, yaşatır. Bir de idollerde, ikonlarda, görenek ve geleneklerde...
Senin de içinde yer aldığın Pop Klasiklerini bir kenara bırakacak olursak, popüler kültürün değer tanımazlığı, kıymet bilmezliği yeni değildir Sezenciğim. Aslında o tutumdan beslenir. Ya demokrasi kalkanının arkasına gizlenir ya da eşitlikçi kisvesine bürünür... “Tabuları yıkalım, ikonları kıralım, eliti yok edelim, kimse ayrıcalıklı değildir, duvara çakalım!” diye çırpınan ‘habaset erbabı’ (‘makaber’lık ustaları) binlerce yıldır vardı. Hep var olacak...
Biliyorsun, “İyiler galip gelseydi tarih biterdi!” Mustafa Kemal Atatürk’e 11 kez suikast düzenlemiş bir toplumunun bağrından geliyoruz Sezenciğim... Sezen Aksu kimmiş ki? Mukaddesler ne imiş ki?..
Onun için gel, “Sen ağlama!”... Tarih o habaset erbabını değil, onları konuşturanları konuşur...
Bugün bunları yazmayacaktım... Sana ‘aşırı hoşgörü ile yaklaşıldığı, ayrıcalık yapıldığı”, yani yalan dolanla senin üstüne gelinmediği iddiası ile eleştirilen magazin basınıyla zamanında nasıl baş ettiğini yazacaktım.
Açtığın yüzlerce davadan söz edecektim... Hiç bir mecra senin açıklamalarına yer vermiyor diye helikopter kiralayıp gökten yere bildiriler dağıtma fikrinden seni vazgeçirmek için nasıl çaba harcadığımızı falan anlatacaktım... O zaman neredeydi seni “kolladığı” iddia edilen medyadaki yandaşların? Bugün senin medyayla tesis ettiğin ilişkiyi garipseyenlerden bazıları, senin bu mücadeleyi verdiğin yıllarda daha babalarının portakal sularında vitamin bile değillerdi. Onları anlıyorum. Popülerlik, radikallik adına kıymet bilmezlik, değer tanımazlık yolunda gidemeyecekleri yer yoktur Bu yazdıklarımı üstlerine alınanlar şimdi kalkıp veciz cevaplarla bana yüklenebilirler. “Onun zaten Sezen’e zaafı vardı. Ayrıca şişmandır. Sezen’den menfaat sağlar” diyebilirler. Olmadı, başka yollardan şamar atmaya kalkabilirler. Popüler tüketim kültüründe polemik böyle yapılıyor. Üzülme!.. Sana nasıl kurşun işlemiyorsa; ben de etkilenmiyorum artık...
Hiç anlamadığım ise, var olmak / varlık olmak adına verdiğin savaşı yakından izledikleri halde sessiz kalanlar... Sezenciğim, anlıyor musun?..
Vakko’ya da bu yakışır!
Resmi açıklama gelmedikçe içim rahat etmeyecekti... Sevgili Cem Hakko bana bir mektup yazmış... El yazısıyla... Islak imzalı... Bana sorarsanız günümüzde bu tür haberleşme bir nezahet, nezaket ve zarafet göstergesidir. Nesli tükenmekte olan kuşakların son can çekişmeleri olarak da ele alabilirisiniz...
Cem Bey diyor ki, “Profesyonel dikkatinizden tabii ki kaçmıyor. Bir istenmeyen durum, maalesef yaşandı. Küçük bir iş kazası diyelim.”
Anlaşılan o ki, Eda Taşpınar Hanımla aralarında zaten sezonluk bir anlaşma varmış. Onu da uzatmamışlar...
Başından beri, krizin ‘Hırsızlık ve taklitçilikle’ suçlanan Eda Hanım’dan çok, hanımefendiyi bünyesinde çalıştıran Vakko tarafından yönetilmesi gerektiğini söyledik. Nihayet Vakko krizini çözmüş. Doğru olanı yapmış. Şimdi sıra Eda Hanımda. Ya, ortada suç varsa, kabul edip özür dileyecek; ya da yoksa, çıkıp kendisini aslanlar gibi savunacak. Peki en kötüsü ne? Susmak ve basını suçlamak. Eda Hanım’ın şu sıra takındığı tutum yani...