‘Algı operasyonu’ndan vazgeçmeden ‘algı’ yönetilemez…
01 Eylül 2016 - Yeni Şafak
Noktalama işaretleri, ses tonuna, vurgulamalara, konuşma diline; vücut dili jestüeline tekabül eder. Çeşitli uzunluklardaki duraklamalar (durulması gereken zaman dilimine göre: virgül, noktalı virgül, düşünce çizgisi, nokta, üç nokta, paragraf başı), konuşma başlangıçları (kısa çizgi) şaşkınlık - nida – ifadeleri (ünlem), cümlenin sonunda tonlamanın yukarı doğru gitmesi gerektiğini belirten (soru işareti) vb… olmadan metin yavan kalır…
Cumartesi günü bu köşede yayınlanan “Bu dağınıklığa bir son verilmeli” başlıklı yazımızda iki kavramın yanına parantez içinde ünlem işareti koymuş, yazının sonunda da neden böyle yaptığımızı anlatmaya çalışacağımızı belirtilmiştik.
İşte sözümüzü tutuyoruz…
Bilindiği üzere parantez içinde ünlem bir negasyon ve istihzaifadesidir… Yazımızda ünlem işaretini, aslında pek çok kişinin bilir bilmez ağzına pelesenk ettiği 'Algı Operasyonu' ve 'İmaj' sözcüklerinin yanlarına koymuştuk. Bu iki kavramı, Prof. Dr. James Grunig gibi pek çok dünya iletişim gurusu ile eş zamanlı olarak 20 yıldır reddetme nedenimizi çeşitli kitap ve makalelerimizde dile getirdik. Burada da özetleyelim.
'Algı operasyonu' kavramı büyük bir terminoloji hatası yapılarak, Kara Propaganda yerine kullanılıyor. Niyet aslında iyi: Kara Propaganda çerçevesinde yapılanları eleştirmek.
Ancak, bu yolda büyük bir hataya düşülüyor. 'Algı Yönetimini'ni de içine alan devasa stratejik iletişim dünyasının neredeyse tamamını inkâr etmeye kadar çekilebilecek bir anlamlandırma ile 'algı operasyonu' diyerek, kendi kendimizin elinden iletişim silahını alıyor ve pasif bir duruşun kapılarını açıyoruz.
Hatırlarsınız… Bir ara siyasiler birbirlerini suçlarlardı, “O PR yapıyor!.. Bu PR yapıyor!..” diye. PR şirketi ile çalışıyor olmak, sanki zülmüş gibi, aşağılanır… İletişim danışmanlığı hizmeti almak, kusurlu bir durummuş gibi gösterilirdi. Bu da zaten PR hizmeti alınabilmesinin önüne kendi kendimize koyduğumuz bir engel gibi dururdu.
Aynı şey 'Algı Operasyonu' için geçerliydi aslında. Bu kavramı kullananlara soruyorum:
- Sizce Coca-Cola ne satıyor? 'Obez yaptığı', 'kanserojen etkisi bulunabileceği' iddia edilen; su, şeker, özel formüllü karamel usaresi ve CO2 mi satıyor?”
- “Hayır” diyorlar sorduklarım. “Coca-Cola mutluluk satıyor!..”
- Peki ABD halkına göre ABD ne için girmişti Irak'a? 1 milyon insanın ölümüne neden olmaya, petrol kaynaklarının kontrolünü ele geçirmeye mi?
- “Hayır tabii ki” diyorlar sorduklarım, “ABD halkı, Amerikan ordusunun Irak'a ABD halkını teröre karşı korumak, barış, demokrasi ve özgürlüğü bu ülkeye götürmek için girdiğine inanıyordu!..”
Bunu her büyük marka için söylemek mümkündür. Her markanın bir hikâyesi vardır ve iletişimin, doğru adıyla Algılama Yönetiminin tek amacı vardır. Hedef kitlelerin bu hikâyeye inanmalarını sağlamak. Bunun da olumsuz bir yanı yoktur. Yapılan işi Algı Operasyonu diye aşağılamaya kalkarsanız, sonra o aracı bir daha sizin elinize alıp kullanmanız neredeyse imkânsız hale gelir.
Peki 'İmaj' sözcüğünün arkasındaki ünlemin hikmeti nedir? Latincede 'imitare' (taklit) sözcüğünden gelen 'imaj'ın neden demode, arkaik, naftalin kokan, yanlış yerde ve yanlış şekilde kullanılan bir kavram olduğunu 11 yıl önce ilk baskısı yayınlanmış olan Algılama Yönetimiadlı kitabımızda etraflıca yazdık. Ayrıntı isteyen meraklısı bir zahmet oraya bakıverecek. Merak etmeyene de laf anlatmanın zaten bir anlamı yoktur…
60'larda ortaya çıkmış, gerçekleri çarpıtma, saptırma, 'mış gibi yapma'olarak algılanan, 90'larda dijital dönüşümle yok olup giden bu kavramı kullanan öğrenciyi İletişim Fakültelerinde sınıfta bırakıyoruz. Prof. Grunig gibi biz de iletişim boyunda (resim, fotoğraf vs. dünyasında değil tabii ki) 'imaj' yerine itibar veya algılama kavramının kullanılmasının daha doğru olacağına inanıyoruz.
Sadece inanmıyoruz, biliyoruz da…
Sevgili Türel, aynı filmi
gösterme lütfen bize!
Eğer amaç sadece belli dar sanat çevrelerini oluşturan, sayıları üçlü rakamları geçmeyen entelektüel arkadaşlarımızın ve onlara özenen her yaştan ergenin uyuzunu kaşımak değilse (çünkü bunlar için 'sanat filmleri festivalleri' gibi ayrı oyun alanları vardır), Popüler Sinema Festivalleri, hele de uluslararası olma iddiasını taşıyorlarsa, neden düzenlenirler?
Herhalde şunun için:
1. Bulundukları kentin, dolayısıyla ülkenin markasına katma değer getirmek.
2. Bilindiği üzere, marka değeri artan kentin ve ülkenin ekonomisi de gelişir. Berlin, Cannes, San Sebastian, Taormina, Venedik, Toronto gibi… Oscar'ı saymıyoruz dahi… O nedenle olayın ekonomisi, sanatın ulviliği kadar önem taşır. Çünkü o ekonomi ve/veya devlet desteği olmazsa ne o festivaller yaşar ne de o uyuz kaşıma filmleri.
3. Ekonomik değer zinciri yaklaşık şöyle çalışır: Ödül alan filmler piyasada iş yaparlar, şöhretler şöhretlerine şöhret katarlar; bu da ticari başarıya dönüşür; sonunda sermaye birikimi artar; sinema sanayi daha da gelişir; dış pazarlarda rekabetçi avantajlar elde eder…
4. Uyuz kaşımak için tepinenler olursa da onlar için de önden, yandan, ya da sonradan bir sanat filmleri festivali düzenlenebilir. Olur biter… 'Uyuz kaşıma' diye nitelediğim tabii ki 'sanat sineması'nın kendisi değil. Sanat sinemasının elitist bir mesele olduğu gerçeği su götürmez. En büyük özelliği de sanat filmlerinin 'klasik sinema tarihi'nde yerlerini almalarıdır.
Menderes Bey kardeşim herhalde kendisine soruyordur: Son 10-20 yılda, acaba kaç tane Antalya ödüllü film sinema tarihinde yerini almıştır?…
5. Festivaller, dilerlerse kendilerine tabii ki bir de örnek ve önder olma görevi atfedebilirler. O zaman da bu jüriyle apayrı bir festival düzenlerler, hatta başka bir adla, mesela Alanya'da… Antalya da ise yarışmaya zaten piyasada o yıl gösterilmiş ve başarı miktarı bir miktar görülmüş olan 'piyasa' filmleri katılır ve Oscar'da olduğu gibi yüzlerce meslek erbabının oluşturduğu jüri gruplarının oylarıyla yarışırlar…
Menderes Türel ve Elif Dağdeviren (Biri siyasi ve Başkan, diğeri alt yüklenici, festivalin direktörü; adların yan yana yazılması ne kadar doğru tartışılır), 8 Eylül günü Sortie'de bir basın toplantısı düzenliyorlarmış.
E-posta ile yolladıkları davetiyede bir kelime dikkatimi çekti: Seçki…
“Kısa metraj film seçkisi”, “Belgesel seçkisi”…
Sevgili Menderes Türel kardeşim, Allah rızası için senin seçmenlerden dilediğine bir sor: “Seçki nedir?” de… Bakalım ne cevap verecekler? Sana “Halk ne bilir; onlara sorma!” diyenleri dinleme. Senin seçmenin, kendi kentinin festivaline yabancılaşmış, kazanmış hiçbir filmi bilmeyen, izlemeyen, ödül almış hiçbir oyuncuyu tanımayan o geniş kitlenin içindedir. Popüler Festival öncelikle onlar için yapılır. Biraz da aldığı ödülü aşağılamak ister gibi sahneye hırtı pırtı ile fırlayan 'genç yetenekler' için değil. Dünyanın dört bir yanında olduğu gibi…
Menderes Beyi de Elif Hanımı da yakinen tanırım. Her ikisi de iyi niyetli, iyi insanlardır. Ancak bilindiği üzere, iyi niyetle kötü sonuçlar almak mümkündür. Yıllardır tekrarlandığı gibi… Yine Antalya Film Festivali için toplanmışlar. Korkarım yine aynı iyi niyetleriyle yine aynı yanlış işleri yapacaklar… Yine Festivalin popülerliğini bir nebze olsun sağlamak için döne döne yaptıkları gibi cânım Yeşilçam Yıldızlarından medet umacaklar. Çünkü Antalya'nın çıkardığı star yok. Oraya gelen star da yok… Sordum. Starlar diyorlar ki, “Neden gelelim, neden film verelim? Klik kurulmuş. Kazanma şansımız sıfır!”…
Bir de şunu sor kendine sevgili Başkan. Türkiye'de siyasi iletişimi en iyi bilen kendi partin neden senin festivaline derinlemesine sahip çıkmaz? Neden Sayın Cumhurbaşkanı ödül törenine teveccüh göstermez? Devlet ricalin pek katılmaz? Bir de katılsalar… Orayı doldurmuş, halktan kopuk muzahrafatın* protestosu ile karşılaşma olasılıkları yüzde kaçtır? Neden sevgili Başkan…
Bir dur ve düşün istersen… İyi niyetinden bir an bile tereddüt etmediğimi bilirsin. Tüm festival şartnamesini elinin tersiyle masanın üstünden süpürüp at. Fırsatın hâlâ var. Senin doğru bildiğin yönde olayın ekonomik, sosyal ve siyasi boyutuna uygun yeniden düzenle her şeyi. Yoksa korkarım aynı yanlışları tekrarlayarak farklı sonuçlar elde etmeye çalışmaya devam edeceksin. Açıkça ifade edeyim, anlamakta zorluk çekiyorum.
(*Muzahrafat: Sahte boya, yaldız vb. ile süslenmiş, işe yaramaz şeyler.)
Cumartesi günü bu köşede yayınlanan “Bu dağınıklığa bir son verilmeli” başlıklı yazımızda iki kavramın yanına parantez içinde ünlem işareti koymuş, yazının sonunda da neden böyle yaptığımızı anlatmaya çalışacağımızı belirtilmiştik.
İşte sözümüzü tutuyoruz…
Bilindiği üzere parantez içinde ünlem bir negasyon ve istihzaifadesidir… Yazımızda ünlem işaretini, aslında pek çok kişinin bilir bilmez ağzına pelesenk ettiği 'Algı Operasyonu' ve 'İmaj' sözcüklerinin yanlarına koymuştuk. Bu iki kavramı, Prof. Dr. James Grunig gibi pek çok dünya iletişim gurusu ile eş zamanlı olarak 20 yıldır reddetme nedenimizi çeşitli kitap ve makalelerimizde dile getirdik. Burada da özetleyelim.
'Algı operasyonu' kavramı büyük bir terminoloji hatası yapılarak, Kara Propaganda yerine kullanılıyor. Niyet aslında iyi: Kara Propaganda çerçevesinde yapılanları eleştirmek.
Ancak, bu yolda büyük bir hataya düşülüyor. 'Algı Yönetimini'ni de içine alan devasa stratejik iletişim dünyasının neredeyse tamamını inkâr etmeye kadar çekilebilecek bir anlamlandırma ile 'algı operasyonu' diyerek, kendi kendimizin elinden iletişim silahını alıyor ve pasif bir duruşun kapılarını açıyoruz.
Hatırlarsınız… Bir ara siyasiler birbirlerini suçlarlardı, “O PR yapıyor!.. Bu PR yapıyor!..” diye. PR şirketi ile çalışıyor olmak, sanki zülmüş gibi, aşağılanır… İletişim danışmanlığı hizmeti almak, kusurlu bir durummuş gibi gösterilirdi. Bu da zaten PR hizmeti alınabilmesinin önüne kendi kendimize koyduğumuz bir engel gibi dururdu.
Aynı şey 'Algı Operasyonu' için geçerliydi aslında. Bu kavramı kullananlara soruyorum:
- Sizce Coca-Cola ne satıyor? 'Obez yaptığı', 'kanserojen etkisi bulunabileceği' iddia edilen; su, şeker, özel formüllü karamel usaresi ve CO2 mi satıyor?”
- “Hayır” diyorlar sorduklarım. “Coca-Cola mutluluk satıyor!..”
- Peki ABD halkına göre ABD ne için girmişti Irak'a? 1 milyon insanın ölümüne neden olmaya, petrol kaynaklarının kontrolünü ele geçirmeye mi?
- “Hayır tabii ki” diyorlar sorduklarım, “ABD halkı, Amerikan ordusunun Irak'a ABD halkını teröre karşı korumak, barış, demokrasi ve özgürlüğü bu ülkeye götürmek için girdiğine inanıyordu!..”
Bunu her büyük marka için söylemek mümkündür. Her markanın bir hikâyesi vardır ve iletişimin, doğru adıyla Algılama Yönetiminin tek amacı vardır. Hedef kitlelerin bu hikâyeye inanmalarını sağlamak. Bunun da olumsuz bir yanı yoktur. Yapılan işi Algı Operasyonu diye aşağılamaya kalkarsanız, sonra o aracı bir daha sizin elinize alıp kullanmanız neredeyse imkânsız hale gelir.
Peki 'İmaj' sözcüğünün arkasındaki ünlemin hikmeti nedir? Latincede 'imitare' (taklit) sözcüğünden gelen 'imaj'ın neden demode, arkaik, naftalin kokan, yanlış yerde ve yanlış şekilde kullanılan bir kavram olduğunu 11 yıl önce ilk baskısı yayınlanmış olan Algılama Yönetimiadlı kitabımızda etraflıca yazdık. Ayrıntı isteyen meraklısı bir zahmet oraya bakıverecek. Merak etmeyene de laf anlatmanın zaten bir anlamı yoktur…
60'larda ortaya çıkmış, gerçekleri çarpıtma, saptırma, 'mış gibi yapma'olarak algılanan, 90'larda dijital dönüşümle yok olup giden bu kavramı kullanan öğrenciyi İletişim Fakültelerinde sınıfta bırakıyoruz. Prof. Grunig gibi biz de iletişim boyunda (resim, fotoğraf vs. dünyasında değil tabii ki) 'imaj' yerine itibar veya algılama kavramının kullanılmasının daha doğru olacağına inanıyoruz.
Sadece inanmıyoruz, biliyoruz da…
Sevgili Türel, aynı filmi
gösterme lütfen bize!
Eğer amaç sadece belli dar sanat çevrelerini oluşturan, sayıları üçlü rakamları geçmeyen entelektüel arkadaşlarımızın ve onlara özenen her yaştan ergenin uyuzunu kaşımak değilse (çünkü bunlar için 'sanat filmleri festivalleri' gibi ayrı oyun alanları vardır), Popüler Sinema Festivalleri, hele de uluslararası olma iddiasını taşıyorlarsa, neden düzenlenirler?
Herhalde şunun için:
1. Bulundukları kentin, dolayısıyla ülkenin markasına katma değer getirmek.
2. Bilindiği üzere, marka değeri artan kentin ve ülkenin ekonomisi de gelişir. Berlin, Cannes, San Sebastian, Taormina, Venedik, Toronto gibi… Oscar'ı saymıyoruz dahi… O nedenle olayın ekonomisi, sanatın ulviliği kadar önem taşır. Çünkü o ekonomi ve/veya devlet desteği olmazsa ne o festivaller yaşar ne de o uyuz kaşıma filmleri.
3. Ekonomik değer zinciri yaklaşık şöyle çalışır: Ödül alan filmler piyasada iş yaparlar, şöhretler şöhretlerine şöhret katarlar; bu da ticari başarıya dönüşür; sonunda sermaye birikimi artar; sinema sanayi daha da gelişir; dış pazarlarda rekabetçi avantajlar elde eder…
4. Uyuz kaşımak için tepinenler olursa da onlar için de önden, yandan, ya da sonradan bir sanat filmleri festivali düzenlenebilir. Olur biter… 'Uyuz kaşıma' diye nitelediğim tabii ki 'sanat sineması'nın kendisi değil. Sanat sinemasının elitist bir mesele olduğu gerçeği su götürmez. En büyük özelliği de sanat filmlerinin 'klasik sinema tarihi'nde yerlerini almalarıdır.
Menderes Bey kardeşim herhalde kendisine soruyordur: Son 10-20 yılda, acaba kaç tane Antalya ödüllü film sinema tarihinde yerini almıştır?…
5. Festivaller, dilerlerse kendilerine tabii ki bir de örnek ve önder olma görevi atfedebilirler. O zaman da bu jüriyle apayrı bir festival düzenlerler, hatta başka bir adla, mesela Alanya'da… Antalya da ise yarışmaya zaten piyasada o yıl gösterilmiş ve başarı miktarı bir miktar görülmüş olan 'piyasa' filmleri katılır ve Oscar'da olduğu gibi yüzlerce meslek erbabının oluşturduğu jüri gruplarının oylarıyla yarışırlar…
Menderes Türel ve Elif Dağdeviren (Biri siyasi ve Başkan, diğeri alt yüklenici, festivalin direktörü; adların yan yana yazılması ne kadar doğru tartışılır), 8 Eylül günü Sortie'de bir basın toplantısı düzenliyorlarmış.
E-posta ile yolladıkları davetiyede bir kelime dikkatimi çekti: Seçki…
“Kısa metraj film seçkisi”, “Belgesel seçkisi”…
Sevgili Menderes Türel kardeşim, Allah rızası için senin seçmenlerden dilediğine bir sor: “Seçki nedir?” de… Bakalım ne cevap verecekler? Sana “Halk ne bilir; onlara sorma!” diyenleri dinleme. Senin seçmenin, kendi kentinin festivaline yabancılaşmış, kazanmış hiçbir filmi bilmeyen, izlemeyen, ödül almış hiçbir oyuncuyu tanımayan o geniş kitlenin içindedir. Popüler Festival öncelikle onlar için yapılır. Biraz da aldığı ödülü aşağılamak ister gibi sahneye hırtı pırtı ile fırlayan 'genç yetenekler' için değil. Dünyanın dört bir yanında olduğu gibi…
Menderes Beyi de Elif Hanımı da yakinen tanırım. Her ikisi de iyi niyetli, iyi insanlardır. Ancak bilindiği üzere, iyi niyetle kötü sonuçlar almak mümkündür. Yıllardır tekrarlandığı gibi… Yine Antalya Film Festivali için toplanmışlar. Korkarım yine aynı iyi niyetleriyle yine aynı yanlış işleri yapacaklar… Yine Festivalin popülerliğini bir nebze olsun sağlamak için döne döne yaptıkları gibi cânım Yeşilçam Yıldızlarından medet umacaklar. Çünkü Antalya'nın çıkardığı star yok. Oraya gelen star da yok… Sordum. Starlar diyorlar ki, “Neden gelelim, neden film verelim? Klik kurulmuş. Kazanma şansımız sıfır!”…
Bir de şunu sor kendine sevgili Başkan. Türkiye'de siyasi iletişimi en iyi bilen kendi partin neden senin festivaline derinlemesine sahip çıkmaz? Neden Sayın Cumhurbaşkanı ödül törenine teveccüh göstermez? Devlet ricalin pek katılmaz? Bir de katılsalar… Orayı doldurmuş, halktan kopuk muzahrafatın* protestosu ile karşılaşma olasılıkları yüzde kaçtır? Neden sevgili Başkan…
Bir dur ve düşün istersen… İyi niyetinden bir an bile tereddüt etmediğimi bilirsin. Tüm festival şartnamesini elinin tersiyle masanın üstünden süpürüp at. Fırsatın hâlâ var. Senin doğru bildiğin yönde olayın ekonomik, sosyal ve siyasi boyutuna uygun yeniden düzenle her şeyi. Yoksa korkarım aynı yanlışları tekrarlayarak farklı sonuçlar elde etmeye çalışmaya devam edeceksin. Açıkça ifade edeyim, anlamakta zorluk çekiyorum.
(*Muzahrafat: Sahte boya, yaldız vb. ile süslenmiş, işe yaramaz şeyler.)