Aliya sen olmasaydın...
04 EYLÜL 2011
Bir kısmını kaçırmış olsak da, öylesine geçerken Ülke TV ekranına takılıp, “Aliya” adlı belgeselle (hayli geç de olsa) tanıştık… Özellikle de finaldeki şarkı bizi dağıttı: “Ben ışığı karanlıklarda arardım – Aliya sen olmasaydın”…
Belgesel Mahmut Fazıl Coşkun’un imzasını taşıyormuş… Hem şaşırdık hem sevindik... Onu Uzak İhtimal adlı uzun metraj çalışmasından tanıyorduk… Cahilliğimizi bağışlasın, bu önemli konuyla ilgilendiğini bilmiyorduk.
Aliya İzzetbegoviç’e, dolayısıyla Bosna-Hersek’e dair bir belgeseli eşyanın tabiatı gereği ‘haz’ duygusuyla izlemek elbette mümkün değil. Saygı duygusuna hiç mi hiç ara vermeden izlenilen bir “çalışma” bu.
Silahsız Boşnaklar’a yapılan zulmü ve kendi geçmişinde ihlallerin daniskasını yaşamış olmasına rağmen dünyaya insan hakları hocalığı yapma inadından vaz geçmeyen Batı’nın gıkını çıkarmadan olup biteni seyretmesini, ömrünü ideallerine adayan rahmetli Aliya İzzetbegoviç’in bir düşünce adamı olarak da çektiği acıları bir daha hatırlamak hüzünlü ve bir o kadar da bu coğrafyada yaşayan herkes için ‘vacip’ (gerekli, şart)…
Belgeselde hüznün yanında hayatımıza dair, aşka dair hoşluklar da var. 2. Dünya Savaşı yıllarında Aliya İzzetbegoviç’in, sonradan eşi olacak Halide Hanım ile siren seslerini duyduklarında, herkes sığınaklara kaçarken, buluşmak için gözlerden tamamen uzak, caddeleri bomboş bir Zagrep’te, parklara koşmaları gibi...
NPQ dergisinin yazarları arasında saydığımız Fransız entelektüeli Bernard Henri Levy, belgeselde şu sözleriyle yer almış: “Avrupa Saraybosna’da öldü!” Avrupa’da Temmuz 1995’deki Srebrenitsa katliamının 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük “sivil katliam” olduğunu akıllarından çıkaranlar olsa bile bu gerçek, bizzat 20. Yüzyıl Avrupa Tarihi kayıtlarında silinmemecesine kalacaktır.
Aliya, Boşnakça Ali demek... Adaşım ve eşimin annesinin memleketlisi Aliya İzzetbegoviç’in ve dolayısıyla Boşnaklar’ın hayatını izlemekle, sizlerin de benim gibi belleğinizi ve Osmanlı tarihine karşı vefa duygunuzu tazeleyeceğinize eminim.
Belgeselin tümü internette var. Bulmak da çok kolay. “Aliye Belgesi” yazın karşınıza çıkıyor…
İstanbul markası için bir ağıt…
Türkiye’de sadece etkinlik yönetimi ve PR işini değil aynı zamanda eşe dosta en anlamlı, en yaratıcı hediyeyi alma işini de çok iyi beceren dostumuz Ela Tamkan hanım kızıyla gittiği son New York seyahatinden bir CD ile çıkageldi…
Adı “New York Soundtracks”… Kapakta şehrin simgelerinden biri var: Empire State Building. O kadar marka ki, binanın Türkçe adını yazsanız olayın anlamı kayıyor: “İmparatorluk Devlet Binası”…
CD’yi The Metropolitan Museum of Art (Sanat Müzesi) çıkarmış… İçinde ne var?.. New York’ta çekilmiş ünlü filmlerin unutulmaz orijinal müzikleri… The Godfather, West Side Story, Breakfast at Tiffany’s, On The Waterfront, Taxi Driver, Rear Window, The Cotton Club vs…
İnsan bir tuhaf oluyor… Kıskanmamak elde değil… Aynısı İstanbul için neden yapılmaz?.. İstanbul’da çekilen filmlerin yarısından fazlasında Rodrigo’nun Gitar Konçertosu (Aranjuez) çaldığı için mi?.. Yoksa bir bayrağı bile bulunmayan İstanbul’un kent markasını yönetmek diye bir meselemiz olmadığından mı?..
Cahit Koytak usta ve “Cazın Bileşimi”
Taraf’ta beni çeken köşelerden biri de Cahit Koytak ustanın “Yoksullar ve Siviller İçin Tezler” adını verdiği sütundur. Bu arada Cahit Bey’in tüm eserleri, özenli baskısı ve cildi ile kütüphanemizde yerini almıştır… Onun çeşitli hedef kitleler arasında gezinen buluşmaları, bu buluşmalardan ortaya çıkardığı özel “kanon”u ve “melez birliktelikleri” görmezden gelmek, bir kayıptır. Geçenlerde gözümüze takılan “Cazın Bileşimi” başlıklı şiirini, sizinle paylaşmak isterim:
“Caz melezdir, diyor, / GüzelSözlerinCini, / “Caz melezdir, efendimiz, / Siyah seslerle beyaz seslerin / çocuğudur caz;
Siyah esinlerle beyaz esinlerin, / Siyah yazgıyla beyaz yazgının...
En güzel, en açık örnektir caz, / En güzel, en diri, en renkli / döllerin, ancak, / Irkların, zevklerin ve aşkların / karışımından doğduğuna,
Ve en içten, en yalın, / en makbul duaların da, / En parlak küfürlerin de / melez olduğuna...”
Sözü bitirmez mi bu melez duygu? Cazla olan muhabbetlerinin nedenlerini araştıranlara ithaf olunur…
Belgesel Mahmut Fazıl Coşkun’un imzasını taşıyormuş… Hem şaşırdık hem sevindik... Onu Uzak İhtimal adlı uzun metraj çalışmasından tanıyorduk… Cahilliğimizi bağışlasın, bu önemli konuyla ilgilendiğini bilmiyorduk.
Aliya İzzetbegoviç’e, dolayısıyla Bosna-Hersek’e dair bir belgeseli eşyanın tabiatı gereği ‘haz’ duygusuyla izlemek elbette mümkün değil. Saygı duygusuna hiç mi hiç ara vermeden izlenilen bir “çalışma” bu.
Silahsız Boşnaklar’a yapılan zulmü ve kendi geçmişinde ihlallerin daniskasını yaşamış olmasına rağmen dünyaya insan hakları hocalığı yapma inadından vaz geçmeyen Batı’nın gıkını çıkarmadan olup biteni seyretmesini, ömrünü ideallerine adayan rahmetli Aliya İzzetbegoviç’in bir düşünce adamı olarak da çektiği acıları bir daha hatırlamak hüzünlü ve bir o kadar da bu coğrafyada yaşayan herkes için ‘vacip’ (gerekli, şart)…
Belgeselde hüznün yanında hayatımıza dair, aşka dair hoşluklar da var. 2. Dünya Savaşı yıllarında Aliya İzzetbegoviç’in, sonradan eşi olacak Halide Hanım ile siren seslerini duyduklarında, herkes sığınaklara kaçarken, buluşmak için gözlerden tamamen uzak, caddeleri bomboş bir Zagrep’te, parklara koşmaları gibi...
NPQ dergisinin yazarları arasında saydığımız Fransız entelektüeli Bernard Henri Levy, belgeselde şu sözleriyle yer almış: “Avrupa Saraybosna’da öldü!” Avrupa’da Temmuz 1995’deki Srebrenitsa katliamının 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki en büyük “sivil katliam” olduğunu akıllarından çıkaranlar olsa bile bu gerçek, bizzat 20. Yüzyıl Avrupa Tarihi kayıtlarında silinmemecesine kalacaktır.
Aliya, Boşnakça Ali demek... Adaşım ve eşimin annesinin memleketlisi Aliya İzzetbegoviç’in ve dolayısıyla Boşnaklar’ın hayatını izlemekle, sizlerin de benim gibi belleğinizi ve Osmanlı tarihine karşı vefa duygunuzu tazeleyeceğinize eminim.
Belgeselin tümü internette var. Bulmak da çok kolay. “Aliye Belgesi” yazın karşınıza çıkıyor…
İstanbul markası için bir ağıt…
Türkiye’de sadece etkinlik yönetimi ve PR işini değil aynı zamanda eşe dosta en anlamlı, en yaratıcı hediyeyi alma işini de çok iyi beceren dostumuz Ela Tamkan hanım kızıyla gittiği son New York seyahatinden bir CD ile çıkageldi…
Adı “New York Soundtracks”… Kapakta şehrin simgelerinden biri var: Empire State Building. O kadar marka ki, binanın Türkçe adını yazsanız olayın anlamı kayıyor: “İmparatorluk Devlet Binası”…
CD’yi The Metropolitan Museum of Art (Sanat Müzesi) çıkarmış… İçinde ne var?.. New York’ta çekilmiş ünlü filmlerin unutulmaz orijinal müzikleri… The Godfather, West Side Story, Breakfast at Tiffany’s, On The Waterfront, Taxi Driver, Rear Window, The Cotton Club vs…
İnsan bir tuhaf oluyor… Kıskanmamak elde değil… Aynısı İstanbul için neden yapılmaz?.. İstanbul’da çekilen filmlerin yarısından fazlasında Rodrigo’nun Gitar Konçertosu (Aranjuez) çaldığı için mi?.. Yoksa bir bayrağı bile bulunmayan İstanbul’un kent markasını yönetmek diye bir meselemiz olmadığından mı?..
Cahit Koytak usta ve “Cazın Bileşimi”
Taraf’ta beni çeken köşelerden biri de Cahit Koytak ustanın “Yoksullar ve Siviller İçin Tezler” adını verdiği sütundur. Bu arada Cahit Bey’in tüm eserleri, özenli baskısı ve cildi ile kütüphanemizde yerini almıştır… Onun çeşitli hedef kitleler arasında gezinen buluşmaları, bu buluşmalardan ortaya çıkardığı özel “kanon”u ve “melez birliktelikleri” görmezden gelmek, bir kayıptır. Geçenlerde gözümüze takılan “Cazın Bileşimi” başlıklı şiirini, sizinle paylaşmak isterim:
“Caz melezdir, diyor, / GüzelSözlerinCini, / “Caz melezdir, efendimiz, / Siyah seslerle beyaz seslerin / çocuğudur caz;
Siyah esinlerle beyaz esinlerin, / Siyah yazgıyla beyaz yazgının...
En güzel, en açık örnektir caz, / En güzel, en diri, en renkli / döllerin, ancak, / Irkların, zevklerin ve aşkların / karışımından doğduğuna,
Ve en içten, en yalın, / en makbul duaların da, / En parlak küfürlerin de / melez olduğuna...”
Sözü bitirmez mi bu melez duygu? Cazla olan muhabbetlerinin nedenlerini araştıranlara ithaf olunur…