Aman dikkat, çocuk doğarken ölmesin
15 MART 2008
Kristal Elma ödül gecelerini mumla aratacak derecede geçen SİYAD’ın (Sinema Yazarları Deneği) ödül töreninin ardından gelen bir haber ilaç gibiydi. Yeni bir sinema ödülü ihdas ediliyormuş: ‘Yeşilçam Ödülleri’...
TÜRSAK Vakfı Başkanı Engin Yiğitgil açıklamış:
“Ödüllerin dağıtımında kutuplaşma yaşanmayacak! 'Yeşilçam Ödülleri'nin dağıtımında Oscar sistemi esas alınacak. Hangi filmlerin aday olacağına film festivallerinde olduğu gibi birkaç kişilik jüri kurulu karar vermeyecek. Bir yıl içinde gösterime giren bütün filmler yaklaşık bin kişilik bir ön jüri tarafından değerlendirilecek. Dokuz kategoride beşer aday belirlenecek. Bin kişilik ön jüride, gösterime giren filmlerde görev yapan sinemacılar da yer alacak; ancak bu kişiler kendi filmlerine oy veremeyecek. Ana jüri ise belirlenen adaylar arasından ödül alacak film ve sinemacıları seçecek."
Engin Yiğitgil Başkan’dan açıklamasını şöyle sürdürmesini beklerdim:
“Bütün ödül süreci ve tören gecesinin organizasyonu profesyonel bir şirkete verilecek. Törene kıyafet zorunluluğu getirilecek. Gelişmiş ülkelerde halen olduğu, bizde de Cumhuriyet’in inşası yıllarındaki balolarda görüldüğü gibi erkekler smokin, kadınlar ise tuvalet giyecek...
Sadece ilk 5’i değil ipi göğüsleyen filmi de geniş bir kitle seçecek. Örneğin Çırağan balo salonunda yerlerini almış olan 1.000 kişi kendilerine verilmiş olan ‘people meter’lardaki ilgili düğmelere basarak birinciyi anında belirleyecekler. Bu şekilde kimsenin gıkını çıkaramayacağı sonuçlar ilan edilecek.
Töreni Haluk Bilginer gibi bir usta sunacak. Para ödüllerine gerek olmayacak; çünkü bu ödülü kazanan film büyük ticari başarıya ulaşacak. Öteki yarışmalarda olduğu gibi yerden jiletle kazımayacaklar...”
Bunları söylememiş Engin Bey; o yüzden endişelerim geçmedi. Tamam; 1.000 kişi ilk 5’i seçti... Peki, birinciyi kim seçecek? Yine bildiğimiz aynı kadro. Sen ben bizim oğlan... Uyuzumuzu kaşıyacağız yine. Başarıya değil kafamıza göre takılacağız... O 5’in içinde en anlaşılmazına ödülü vereceğiz...
Sinan Çetin’le geçenlerde ödüllerden söz ediyoruz. Pek çok ödülü silip süpürmüş olan filmin senaryosunu şöyle özetlemişti: “Oğlan kasabaya gelir. Önce kasabaya bakar, bakar, bakar... Sonra kıza rastlar. Kıza bakar, bakar, bakar... Sonra film biter...”
Sevgili TÜRSAK yöneticileri, bu tür arkadaşlar için bir sanat sineması ödülleri ihdas edin. Ondan sonra bırakın arkadaşları ne yaparlarsa yapsınlar... Ne kadar kendileri gibi varsa hepsini bir araya toplayıp istedikleri kadar ödül versinler...
Her yerde böyle ödüller var. “Auteur Sineması” (yaklaşık: Yönetmen Sineması) öyle üstü çizilecek bir şey değil. Ancak tecimsel sinema ile aynı platforma sokar, bir de jürinin neredeyse tamamını “Auteur Sineması” hayranlarından seçerseniz, ortaya karışık bir şeyler çıkar ki, sürekli dayak yersiniz...
Kristal Elma – Effie ayrımı idealdir aslında. Artık ağzımı açıp en ufak bir ukalalık yapmıyorum. İstedikleri ‘yaratıcılığa’ ödül versinler. İsterlerse sahneye pijamayla çıkıp ödül alsınlar umurumda değil... Yeter ki ‘etkililiği’ ödüllendiren Effie’yi korusunlar. Birkaç milyar dolar dönen sektörün yılda bir kez düzenlenen törenini adam gibi iş dünyasına yakışır şıklıkta düzenlesinler. Ödülleri sahneye çağrılan kuruluşların patronları, CEO’ları alsın...
Bu işe kafayı takan herkese tavsiyem şu: SİYAD ödüllerinin töreni TV’den yayınlandı. İstetin kaydını ve ibreti âlem için izleyin... Bazen neyin nasıl olmaması gerektiğini görmek çok işe yarayabilir.
Her şeye rağmen, TÜRSAK Vakfı Başkanı’nı bu ödül meselesine kalite getirmek için verdiği çabadan dolayı kutluyorum...
Publicity iki yanı da kesen kılıç gibidir...
Eksantrik, sıra dışı, çizgi dışı, ilginç, şaşırtıcı... İletişimde bu kavramları duyduğum zaman hep korkmuşumdur... İki kenarı da keskin kılıç gibidir bu kavramlar. Kortizon gibi... Çok büyük özenle kullanmak, hayata geçirmek gerekir... Yoksa sonuç hüsran olabilir.
Son duyulan iki pazarlama iletişimi etkinliğinin, hüsranın kıyısında gezinmeleri gibi...
Biri, Doritos’un uzaya ‘reklam göndermesi’... Diğeri ise Vakko’nun Karl Lagerfeld filmini İstanbul’a getirmesi. İkisi de ‘publicity’ye (medyada görünürlük sağlamaya) yönelik ‘ilginç’ olaylar. Bence, her ikisi de son derece ‘yaratıcı’ (ben inovatif diyorum); her ikisi de ‘konuşturur’. Ancak, satın alma davranışını etkiler ya da itibara katkı getirirler mi, emin değilim...
Doritos, 30 saniyelik reklamını Norveç'teki bir uzay istasyonundan 42 ışık yılı uzağa yayınlayacağını belirtmiş. Güneş Sistemi'nin ötesindeki komşu galaksilere ulaşacak olan reklamda seçilen müşteri kitlesi ise, Büyük Ayı takım yıldızındaki gezegenlermiş. Dolayısıyla eğer bu gezegenlerde hayat varsa 'uzaylılar' Doritos cipslerinin potansiyel müşterisi olacakmış. Doritos, filmi henüz çekmemiş ve bunun için ödüllü bir yarışma açmış.
İyi mi?.. İyi... Dedim ya, çok iyi bir ‘publicity’...
Lagerfeld’e gelince, bir garip iş...
Bizim milletin homoseksüellerle bir meselesi yoktur. Adam gibi durmasını (toplumun kültür ve değerleriyle uyumlu olmayı) bilirler, kendileri öyle diye herkesi öyle olmaya çağırmazlarsa, bağrına bile basar. Ancak Lagerfeld’de durum farklı. Hem homoseksüel hem de dinsiz. Bir de bu iki özelliğinin adeta propagandasını yapıyor.
İlginç mi, ilginç... Ayrıca çarpıcı da... Vakko’nun yıllardır oluşturduğu marka vaadine uyar mı? Hedef kitlesinin satın alma davranışlarını olumlu yönde etkiler mi? İşte orası şüpheli...
Kortizon kullanırken de, bu tür ‘Eksantrik, sıra dışı, çizgi dışı, ilginç, şaşırtıcı’ (inovatif) iletişim araçlarını kullanırken de, aman dikkat!..
Konuk yazar...
Geçen sayıda konuk yazardan söz etmiştim. Bu seferki Araştırma şirketi Era’nın kurucu ortaklarından Elvan Oktar’a ait… Oktar, araştırmadan fazla şey beklemenin ne kadar yanlış olduğunu vurguluyor.
Fazla olan yanlıştır.
“Araştırmayla ilgili ders kitaplarında araştırma süreci genellikle “problemin tanımlanması”yla başlar. Hemen arkasından da “araştırmanın tasarlanması” gelir. Gerçek hayatta ise bu süreç araştırma verenin genellikle kendi kendine problemini tanımlaması ve bu problemi araştırmacıya bir brief eşliğinde aktarması şeklinde gerçekleşir.
Araştırmacı bazen yoğun iş temposu, alışkanlık ya da deneyimsizlik nedeniyle problemi fazla da sorgulamadan maksimum ciroyu ve karı elde edeceği araştırma sistemini müşterisine sunar. Araştırmacının böyle davranmasında zaman zaman müşterinin de rolü olur. Bazen müşteriler, araştırmacıların bilgi gizliliği ilkesini bilmediğinden araştırmacıya fazla bilgi vermek istemez ve kendi probleminden çok ne tipte araştırma istediğini belirtmekle yetinip hızlı bir teklif isterler.
Bu tür durumlarda, sunulan teklif, düşük ihtimalle kabul edilebilir ya da müşterinin zamanlamasına ve bütçesine bir boy büyük gelir ve reddedilir. Kabul edilmesi ve araştırmanın tamamlanması halinde, araştırma raporlarının en iyi ihtimalle yarısı kullanılır. Kalan bilgi, ne müşterinin işine yarar ne de araştırmacının. Tamamen çöptür. Bunu bir restorana gittiğinizde gereğinden fazla yediğinizde bir noktadan sonra tadına varamadığınız yemeklere ya da gereğinden fazla vitamin aldığınızda ondan faydalanmadan vücudunuzdan atılmasına benzetebiliriz. Siz sadece kendinize yüklenmekle ve fazla harcamakla kalmış olursunuz.
Diğer yandan, zaten kullanılamayacak olan bir araştırmanın hem araştırma verene hem de araştırma şirketine birçok zarar verdiğini görüyoruz:
TÜRSAK Vakfı Başkanı Engin Yiğitgil açıklamış:
“Ödüllerin dağıtımında kutuplaşma yaşanmayacak! 'Yeşilçam Ödülleri'nin dağıtımında Oscar sistemi esas alınacak. Hangi filmlerin aday olacağına film festivallerinde olduğu gibi birkaç kişilik jüri kurulu karar vermeyecek. Bir yıl içinde gösterime giren bütün filmler yaklaşık bin kişilik bir ön jüri tarafından değerlendirilecek. Dokuz kategoride beşer aday belirlenecek. Bin kişilik ön jüride, gösterime giren filmlerde görev yapan sinemacılar da yer alacak; ancak bu kişiler kendi filmlerine oy veremeyecek. Ana jüri ise belirlenen adaylar arasından ödül alacak film ve sinemacıları seçecek."
Engin Yiğitgil Başkan’dan açıklamasını şöyle sürdürmesini beklerdim:
“Bütün ödül süreci ve tören gecesinin organizasyonu profesyonel bir şirkete verilecek. Törene kıyafet zorunluluğu getirilecek. Gelişmiş ülkelerde halen olduğu, bizde de Cumhuriyet’in inşası yıllarındaki balolarda görüldüğü gibi erkekler smokin, kadınlar ise tuvalet giyecek...
Sadece ilk 5’i değil ipi göğüsleyen filmi de geniş bir kitle seçecek. Örneğin Çırağan balo salonunda yerlerini almış olan 1.000 kişi kendilerine verilmiş olan ‘people meter’lardaki ilgili düğmelere basarak birinciyi anında belirleyecekler. Bu şekilde kimsenin gıkını çıkaramayacağı sonuçlar ilan edilecek.
Töreni Haluk Bilginer gibi bir usta sunacak. Para ödüllerine gerek olmayacak; çünkü bu ödülü kazanan film büyük ticari başarıya ulaşacak. Öteki yarışmalarda olduğu gibi yerden jiletle kazımayacaklar...”
Bunları söylememiş Engin Bey; o yüzden endişelerim geçmedi. Tamam; 1.000 kişi ilk 5’i seçti... Peki, birinciyi kim seçecek? Yine bildiğimiz aynı kadro. Sen ben bizim oğlan... Uyuzumuzu kaşıyacağız yine. Başarıya değil kafamıza göre takılacağız... O 5’in içinde en anlaşılmazına ödülü vereceğiz...
Sinan Çetin’le geçenlerde ödüllerden söz ediyoruz. Pek çok ödülü silip süpürmüş olan filmin senaryosunu şöyle özetlemişti: “Oğlan kasabaya gelir. Önce kasabaya bakar, bakar, bakar... Sonra kıza rastlar. Kıza bakar, bakar, bakar... Sonra film biter...”
Sevgili TÜRSAK yöneticileri, bu tür arkadaşlar için bir sanat sineması ödülleri ihdas edin. Ondan sonra bırakın arkadaşları ne yaparlarsa yapsınlar... Ne kadar kendileri gibi varsa hepsini bir araya toplayıp istedikleri kadar ödül versinler...
Her yerde böyle ödüller var. “Auteur Sineması” (yaklaşık: Yönetmen Sineması) öyle üstü çizilecek bir şey değil. Ancak tecimsel sinema ile aynı platforma sokar, bir de jürinin neredeyse tamamını “Auteur Sineması” hayranlarından seçerseniz, ortaya karışık bir şeyler çıkar ki, sürekli dayak yersiniz...
Kristal Elma – Effie ayrımı idealdir aslında. Artık ağzımı açıp en ufak bir ukalalık yapmıyorum. İstedikleri ‘yaratıcılığa’ ödül versinler. İsterlerse sahneye pijamayla çıkıp ödül alsınlar umurumda değil... Yeter ki ‘etkililiği’ ödüllendiren Effie’yi korusunlar. Birkaç milyar dolar dönen sektörün yılda bir kez düzenlenen törenini adam gibi iş dünyasına yakışır şıklıkta düzenlesinler. Ödülleri sahneye çağrılan kuruluşların patronları, CEO’ları alsın...
Bu işe kafayı takan herkese tavsiyem şu: SİYAD ödüllerinin töreni TV’den yayınlandı. İstetin kaydını ve ibreti âlem için izleyin... Bazen neyin nasıl olmaması gerektiğini görmek çok işe yarayabilir.
Her şeye rağmen, TÜRSAK Vakfı Başkanı’nı bu ödül meselesine kalite getirmek için verdiği çabadan dolayı kutluyorum...
Publicity iki yanı da kesen kılıç gibidir...
Eksantrik, sıra dışı, çizgi dışı, ilginç, şaşırtıcı... İletişimde bu kavramları duyduğum zaman hep korkmuşumdur... İki kenarı da keskin kılıç gibidir bu kavramlar. Kortizon gibi... Çok büyük özenle kullanmak, hayata geçirmek gerekir... Yoksa sonuç hüsran olabilir.
Son duyulan iki pazarlama iletişimi etkinliğinin, hüsranın kıyısında gezinmeleri gibi...
Biri, Doritos’un uzaya ‘reklam göndermesi’... Diğeri ise Vakko’nun Karl Lagerfeld filmini İstanbul’a getirmesi. İkisi de ‘publicity’ye (medyada görünürlük sağlamaya) yönelik ‘ilginç’ olaylar. Bence, her ikisi de son derece ‘yaratıcı’ (ben inovatif diyorum); her ikisi de ‘konuşturur’. Ancak, satın alma davranışını etkiler ya da itibara katkı getirirler mi, emin değilim...
Doritos, 30 saniyelik reklamını Norveç'teki bir uzay istasyonundan 42 ışık yılı uzağa yayınlayacağını belirtmiş. Güneş Sistemi'nin ötesindeki komşu galaksilere ulaşacak olan reklamda seçilen müşteri kitlesi ise, Büyük Ayı takım yıldızındaki gezegenlermiş. Dolayısıyla eğer bu gezegenlerde hayat varsa 'uzaylılar' Doritos cipslerinin potansiyel müşterisi olacakmış. Doritos, filmi henüz çekmemiş ve bunun için ödüllü bir yarışma açmış.
İyi mi?.. İyi... Dedim ya, çok iyi bir ‘publicity’...
Lagerfeld’e gelince, bir garip iş...
Bizim milletin homoseksüellerle bir meselesi yoktur. Adam gibi durmasını (toplumun kültür ve değerleriyle uyumlu olmayı) bilirler, kendileri öyle diye herkesi öyle olmaya çağırmazlarsa, bağrına bile basar. Ancak Lagerfeld’de durum farklı. Hem homoseksüel hem de dinsiz. Bir de bu iki özelliğinin adeta propagandasını yapıyor.
İlginç mi, ilginç... Ayrıca çarpıcı da... Vakko’nun yıllardır oluşturduğu marka vaadine uyar mı? Hedef kitlesinin satın alma davranışlarını olumlu yönde etkiler mi? İşte orası şüpheli...
Kortizon kullanırken de, bu tür ‘Eksantrik, sıra dışı, çizgi dışı, ilginç, şaşırtıcı’ (inovatif) iletişim araçlarını kullanırken de, aman dikkat!..
Konuk yazar...
Geçen sayıda konuk yazardan söz etmiştim. Bu seferki Araştırma şirketi Era’nın kurucu ortaklarından Elvan Oktar’a ait… Oktar, araştırmadan fazla şey beklemenin ne kadar yanlış olduğunu vurguluyor.
Fazla olan yanlıştır.
“Araştırmayla ilgili ders kitaplarında araştırma süreci genellikle “problemin tanımlanması”yla başlar. Hemen arkasından da “araştırmanın tasarlanması” gelir. Gerçek hayatta ise bu süreç araştırma verenin genellikle kendi kendine problemini tanımlaması ve bu problemi araştırmacıya bir brief eşliğinde aktarması şeklinde gerçekleşir.
Araştırmacı bazen yoğun iş temposu, alışkanlık ya da deneyimsizlik nedeniyle problemi fazla da sorgulamadan maksimum ciroyu ve karı elde edeceği araştırma sistemini müşterisine sunar. Araştırmacının böyle davranmasında zaman zaman müşterinin de rolü olur. Bazen müşteriler, araştırmacıların bilgi gizliliği ilkesini bilmediğinden araştırmacıya fazla bilgi vermek istemez ve kendi probleminden çok ne tipte araştırma istediğini belirtmekle yetinip hızlı bir teklif isterler.
Bu tür durumlarda, sunulan teklif, düşük ihtimalle kabul edilebilir ya da müşterinin zamanlamasına ve bütçesine bir boy büyük gelir ve reddedilir. Kabul edilmesi ve araştırmanın tamamlanması halinde, araştırma raporlarının en iyi ihtimalle yarısı kullanılır. Kalan bilgi, ne müşterinin işine yarar ne de araştırmacının. Tamamen çöptür. Bunu bir restorana gittiğinizde gereğinden fazla yediğinizde bir noktadan sonra tadına varamadığınız yemeklere ya da gereğinden fazla vitamin aldığınızda ondan faydalanmadan vücudunuzdan atılmasına benzetebiliriz. Siz sadece kendinize yüklenmekle ve fazla harcamakla kalmış olursunuz.
Diğer yandan, zaten kullanılamayacak olan bir araştırmanın hem araştırma verene hem de araştırma şirketine birçok zarar verdiğini görüyoruz:
- Araştırma veren gereksiz yere para harcamış olur. Araştırmanın kapsamı genişledikçe bütçesi de artar.
- Sonuca daha uzun zamanda ulaşılır, yani araştırma daha uzun sürer. Bu da müşteri tarafında giderek dinamikleşen ve koşturan pazarlarda karar almayı geciktirir; araştırmacı tarafında da maliyet yaratır.
- Araştırma uygulamasında zorluklar yaşanır, soru formları uzar, uzun soru formu deneği sıkar ve anketin sonlarına doğru cevaplama oranı düşürüyor. Ya da fazla işi olmayan denekler ankete cevap verir. Her ikisi de araştırma verisinin kalitesini düşürür.
- Bu maliyette ve sürede gerçekleşen araştırmanın çok az miktarda kısmı karar vericiler tarafından kullanılabildiğinden, yönetim tarafından gereksiz bulunabilir ve devamı gelmez.”