Attığınız taş ürküttüğünüz kurbağaya değsin!
15 eKİM 2006
Avon şirketi internet ortamında“Ben Fransız değilim. Kapı gibi ABD şirketiyim!” diye açıklamalar gönderiyor. LC Waikiki de tam sayfa ilan vermiş “Bazı e-forum ve web sitelerinde belirtildiği gibi bir Fransız markası değiliz” diye marka tescil belgesinin kopyasını yayınlıyor... Renault bayram değil seyran değilken binasının üstüne Türk bayrağı asıyor... Bir de yarı açık açıklama dolaşıyor etrafta: “Bu bayrak 29 Ekim için...”
Yemeklerini, Türk uzmanlarına, Türkiye’de yetişmiş ürünlerle imal ettiren ve aşırı titizliğiyle bilinen, her gün onbinlere hizmet veren Sodexho endişe içinde...
İnternet ortamında listeler uçuşuyor. Neredeyse Fransız şirketleri kapılarını Beyaz – Mavi – Kırmızı boyayacaklar; Hitler Almanyasında Yahudilerin kollarına, göğüslerine sarı Davut Yıldızı taktıkları gibi...
Tabii ki durum bu kadar vahim değil. Ama şuursuzluğun azı çoğu olmaz. Az hamilelik olmayacağı gibi. Ya da az hırsızlık...
Annem rahmetli derdi ki; “İkinci kez görüşmeyeceklerimizle, hiç görüşmeyelim...” Onun zamanında “Sürdürülebilirlik” gibi seksi kavramlar yoktu... Daha basit sözlerle anlatılırdı ne demek istendiği... Bir daha görüşmeye değmeyecek insanlarla ilk görüşmeyi de yapma! O kadar... Boykotu önümüzdeki 20 sene boyunca sürdüremeyeceksen hiç yapma... Ki bence sürdüremeyeceksin... O zaman ‘Dostlar alışverişte görsün’ durumu yaratmanın âlemi var mı?.. Başbakan en doğru ‘tüyo’yu verdi: Attığınız taş ürküttüğünüz kurbağaya değsin... “Sonunda pek bir şey olmayacak... Onun için oturun oturduğunuz yerde!” demek istiyor...
Şu boykot işleri her zaman aynı gelişim eğrisini izlemiştir. Önce bir yükselir. Belli bir süre sonra soğumaya başlar. Ardından da bir miktar tortu bırakarak yok olur gider... Gaus eğrisi gibi bir grafik çizer. Bu dönemde, panik içinde abuk sabuk reaksiyon vermemek, fabrika çıkışı yapılması gereken “zorunlu hareketler”i hayata geçirmek gerekir.
Bu eğrinin maksimum noktası ve üst kısmının genişliği, krizin şiddetine göre değişir. Danimarka Başbakanı ve Peygamber efendimizin karikatürleri krizi ile Papa’nın İslamiyet ile ilgili gafı farklı şiddette krizlere neden olmuştur...
Türkiye’ye şu sıra sokak çocuğu tavrı da 6-7 Eylül çılgınlığı da yakışmaz. Tüm dünya tarafımıza dönmüşken, bu iletişim fırsatını doğru kullanıp, mağdur ve mazlum tavrımızı sürdürmek gerekir.
Türkiye’deki Fransız şirketlerinin de panik havasından çıkmalarında yarar var. Memleketlerindeki bir kaç yüz dangalağın sorumluluğunu yüklenmek, ya da tam tersini yapıp “Ben aslında yarı Türk sayılırım” türünden psikoza girerlerse, herkesi durduk yerde daha da çok azdırırlar...
Kristal Elma Golden Drum’ı neden sollamasın?
13 yıldır düzenlenen reklam yarışması Golden Drum’da bu yıl iki Türk ajansı ve müşterileri kazananların listesine girmeyi başardı. Markom Leo Burnett, Polisan Elegans için hazırladığı “Yatak odası” filmi ile Bronz Davul ödülünü alırken TBWA\Istanbul Borusan – BMW için düzenlediği basın reklamı (Tavşan) ile Gümüş Davul’a uzandı...
Bizdeki Krisal Elma ile aynı kulvarda koşan Golden Drum, ufacık bir ülkenin ufacık bir kentinden, Slovenya’nın Portoroz sahil kasabasından (!) yola çıkarak 13 yılda 42 ülkeden toplam 2 bin 576 işi kapsamayı başardı. Yarışmaya sadece Türkiye’den farklı kategorilerde toplam 61 iş katıldı. Golden Drum şimdilerde işi daha da büyütüp kıtalararası bir yarışmanın mimarlarından olmaya soyunmuş. 5 binin üzerindeki katılımcı rakamlarıyla adını dünyaya duyurmuş olan Pataya Adfest (Tayland) ile Arjantin’de düzenlenen FİAP ödülleriyle birlikte hareket edecek olan Golden Drum yetkilileri, Kıtalararası bir ödül ihdas edip farklı bir lige sıçramaktan söz ediyorlar...
Biz sektörü 18 yıldır düzenlenen Kristal Elma’ya yeterince özen göstermedikleri, ödül törenlerine parmak arası terlik, yırtık blucin, orası burası sünmüş eski püskü tişörtle ‘takılmak’ üzere genç ‘sanatçılarını’ yönlendirmeyi marifet saydıkları için eleştirdikçe, kendilerine çeki düzen vereceklerine bize sinirlenmeyi tercih edenler, biraz şu Golden Drum’ın serüvenini izleseler iyi olur... Reklam sektörü yöneticileri, İstanbul Markası nasıl yönetilir diye ona buna akıl vereceklerine, reklam eleştirmenlerini susturabilmek adına yayıncılara baskı yapmaya kalkacaklarına, İstanbul’un marka vaadine büyük katma değer getireceğinden kimsenin şüphesi olmayan Kristal Elma’ya nasıl olup da uluslararası bir kimlik kazandırabilirim diye kafa patlatsalar, hem sektöre hem de İstanbul’a ciddi katma değer getirirler... 2 milyonluk Slovenya bunu başarabiliyorsa, koskoca Türkiye ve İstanbul’un bunu çok daha kolay başarması gerekir...
‘Çoklanacak’ model çok aslında...
Asli görevi ürün olarak ülke turizmini pazarlamak olan Kültür ve Turizm Bakanlığı’nı İstanbul’un veya Türkiye’nin marka yönetiminden sorumlu tutmanın haksızlık olacağını giderek daha çok kişi kavramakta. Peki Türkiye ve/veya İstanbul markasını kim, nasıl yönetecek? Bu sorunun yanıtını gördüğüm kadarıyla en iyi bilen kişi Dışişleri Bakanı Abdullah Gül. Ankara’da bir araya geldiğimizde bunu net bir şekilde anlamıştım. Gül sorunun yanıtını biliyordu bilmesine de, ülkede tüm sistemin o bildiği doğrultuda hareket etmesini sağlayabildiğini iddia etmemiz çok zor. Okyanusu geçip derede boğulma durumu bu iktidar için her zaman söz konusu olmuştur... Sayın Gül’ün yazılarımızı okuduğunu bildiğimizden buradan kendisine ülke markası yönetimine ilişkin örnekler vermeye çalışırız...
İşte bir örnek daha... Yer: Sirkeci Garı. İçeri girdikten biraz sonra ileride solda bir kabin. Önünde Tasavvuf Müziği Konseri ve Sema Töreni için uzun bir kuyrukta sıra bekleniyor bilet bulabilmek için. Tam 3 yıldır her Pazar, Çarşamba ve Cuma 19.30’da Kubbe Production’ın organizasyonuyla Galata Mevlevihanesi eğitimli semazenler ve müzisyenlerinin gösterisi bu. Yaklaşık 250 kişi turizm acentalarından, otellerden, turist bilgi merkezlerinden aldıkları broşürle soluğu Sirkeci Garı’nda almışlar. Broşür 8 dilde. Tek Türk yok içlerinde.
Sirkeci Garı, bekleme salonunun muhteşem atmosferini bu etkinlik için açmış. Buranın seçilmesinin nedeni ise hem bilinirliğinin yüksek olması hem de yerinin merkezi olması.
Önce konser ardından da sema töreni geliyor. 250 yabancı alkışlamak için son semazenin dışarı çıkmasını bekliyor. Gösteri sırasında alkışlamamaları gerektiğini bildiklerinden değil, yapılan işe duyulan hayranlıktan ve saygıdan.
İş dünyasında çoklamak diye bir kavram vardır. Bir iş tutarsa ‘çoklanır’... Zincir mağazalar böyle doğmuştur. Yukarıdaki, örneği onun için verdik. Çoklanacak o kadar çok şeyimizi var ki; yeter ki doğru yerlere bakmayı bilelim...
Yemeklerini, Türk uzmanlarına, Türkiye’de yetişmiş ürünlerle imal ettiren ve aşırı titizliğiyle bilinen, her gün onbinlere hizmet veren Sodexho endişe içinde...
İnternet ortamında listeler uçuşuyor. Neredeyse Fransız şirketleri kapılarını Beyaz – Mavi – Kırmızı boyayacaklar; Hitler Almanyasında Yahudilerin kollarına, göğüslerine sarı Davut Yıldızı taktıkları gibi...
Tabii ki durum bu kadar vahim değil. Ama şuursuzluğun azı çoğu olmaz. Az hamilelik olmayacağı gibi. Ya da az hırsızlık...
Annem rahmetli derdi ki; “İkinci kez görüşmeyeceklerimizle, hiç görüşmeyelim...” Onun zamanında “Sürdürülebilirlik” gibi seksi kavramlar yoktu... Daha basit sözlerle anlatılırdı ne demek istendiği... Bir daha görüşmeye değmeyecek insanlarla ilk görüşmeyi de yapma! O kadar... Boykotu önümüzdeki 20 sene boyunca sürdüremeyeceksen hiç yapma... Ki bence sürdüremeyeceksin... O zaman ‘Dostlar alışverişte görsün’ durumu yaratmanın âlemi var mı?.. Başbakan en doğru ‘tüyo’yu verdi: Attığınız taş ürküttüğünüz kurbağaya değsin... “Sonunda pek bir şey olmayacak... Onun için oturun oturduğunuz yerde!” demek istiyor...
Şu boykot işleri her zaman aynı gelişim eğrisini izlemiştir. Önce bir yükselir. Belli bir süre sonra soğumaya başlar. Ardından da bir miktar tortu bırakarak yok olur gider... Gaus eğrisi gibi bir grafik çizer. Bu dönemde, panik içinde abuk sabuk reaksiyon vermemek, fabrika çıkışı yapılması gereken “zorunlu hareketler”i hayata geçirmek gerekir.
Bu eğrinin maksimum noktası ve üst kısmının genişliği, krizin şiddetine göre değişir. Danimarka Başbakanı ve Peygamber efendimizin karikatürleri krizi ile Papa’nın İslamiyet ile ilgili gafı farklı şiddette krizlere neden olmuştur...
Türkiye’ye şu sıra sokak çocuğu tavrı da 6-7 Eylül çılgınlığı da yakışmaz. Tüm dünya tarafımıza dönmüşken, bu iletişim fırsatını doğru kullanıp, mağdur ve mazlum tavrımızı sürdürmek gerekir.
Türkiye’deki Fransız şirketlerinin de panik havasından çıkmalarında yarar var. Memleketlerindeki bir kaç yüz dangalağın sorumluluğunu yüklenmek, ya da tam tersini yapıp “Ben aslında yarı Türk sayılırım” türünden psikoza girerlerse, herkesi durduk yerde daha da çok azdırırlar...
Kristal Elma Golden Drum’ı neden sollamasın?
13 yıldır düzenlenen reklam yarışması Golden Drum’da bu yıl iki Türk ajansı ve müşterileri kazananların listesine girmeyi başardı. Markom Leo Burnett, Polisan Elegans için hazırladığı “Yatak odası” filmi ile Bronz Davul ödülünü alırken TBWA\Istanbul Borusan – BMW için düzenlediği basın reklamı (Tavşan) ile Gümüş Davul’a uzandı...
Bizdeki Krisal Elma ile aynı kulvarda koşan Golden Drum, ufacık bir ülkenin ufacık bir kentinden, Slovenya’nın Portoroz sahil kasabasından (!) yola çıkarak 13 yılda 42 ülkeden toplam 2 bin 576 işi kapsamayı başardı. Yarışmaya sadece Türkiye’den farklı kategorilerde toplam 61 iş katıldı. Golden Drum şimdilerde işi daha da büyütüp kıtalararası bir yarışmanın mimarlarından olmaya soyunmuş. 5 binin üzerindeki katılımcı rakamlarıyla adını dünyaya duyurmuş olan Pataya Adfest (Tayland) ile Arjantin’de düzenlenen FİAP ödülleriyle birlikte hareket edecek olan Golden Drum yetkilileri, Kıtalararası bir ödül ihdas edip farklı bir lige sıçramaktan söz ediyorlar...
Biz sektörü 18 yıldır düzenlenen Kristal Elma’ya yeterince özen göstermedikleri, ödül törenlerine parmak arası terlik, yırtık blucin, orası burası sünmüş eski püskü tişörtle ‘takılmak’ üzere genç ‘sanatçılarını’ yönlendirmeyi marifet saydıkları için eleştirdikçe, kendilerine çeki düzen vereceklerine bize sinirlenmeyi tercih edenler, biraz şu Golden Drum’ın serüvenini izleseler iyi olur... Reklam sektörü yöneticileri, İstanbul Markası nasıl yönetilir diye ona buna akıl vereceklerine, reklam eleştirmenlerini susturabilmek adına yayıncılara baskı yapmaya kalkacaklarına, İstanbul’un marka vaadine büyük katma değer getireceğinden kimsenin şüphesi olmayan Kristal Elma’ya nasıl olup da uluslararası bir kimlik kazandırabilirim diye kafa patlatsalar, hem sektöre hem de İstanbul’a ciddi katma değer getirirler... 2 milyonluk Slovenya bunu başarabiliyorsa, koskoca Türkiye ve İstanbul’un bunu çok daha kolay başarması gerekir...
‘Çoklanacak’ model çok aslında...
Asli görevi ürün olarak ülke turizmini pazarlamak olan Kültür ve Turizm Bakanlığı’nı İstanbul’un veya Türkiye’nin marka yönetiminden sorumlu tutmanın haksızlık olacağını giderek daha çok kişi kavramakta. Peki Türkiye ve/veya İstanbul markasını kim, nasıl yönetecek? Bu sorunun yanıtını gördüğüm kadarıyla en iyi bilen kişi Dışişleri Bakanı Abdullah Gül. Ankara’da bir araya geldiğimizde bunu net bir şekilde anlamıştım. Gül sorunun yanıtını biliyordu bilmesine de, ülkede tüm sistemin o bildiği doğrultuda hareket etmesini sağlayabildiğini iddia etmemiz çok zor. Okyanusu geçip derede boğulma durumu bu iktidar için her zaman söz konusu olmuştur... Sayın Gül’ün yazılarımızı okuduğunu bildiğimizden buradan kendisine ülke markası yönetimine ilişkin örnekler vermeye çalışırız...
İşte bir örnek daha... Yer: Sirkeci Garı. İçeri girdikten biraz sonra ileride solda bir kabin. Önünde Tasavvuf Müziği Konseri ve Sema Töreni için uzun bir kuyrukta sıra bekleniyor bilet bulabilmek için. Tam 3 yıldır her Pazar, Çarşamba ve Cuma 19.30’da Kubbe Production’ın organizasyonuyla Galata Mevlevihanesi eğitimli semazenler ve müzisyenlerinin gösterisi bu. Yaklaşık 250 kişi turizm acentalarından, otellerden, turist bilgi merkezlerinden aldıkları broşürle soluğu Sirkeci Garı’nda almışlar. Broşür 8 dilde. Tek Türk yok içlerinde.
Sirkeci Garı, bekleme salonunun muhteşem atmosferini bu etkinlik için açmış. Buranın seçilmesinin nedeni ise hem bilinirliğinin yüksek olması hem de yerinin merkezi olması.
Önce konser ardından da sema töreni geliyor. 250 yabancı alkışlamak için son semazenin dışarı çıkmasını bekliyor. Gösteri sırasında alkışlamamaları gerektiğini bildiklerinden değil, yapılan işe duyulan hayranlıktan ve saygıdan.
İş dünyasında çoklamak diye bir kavram vardır. Bir iş tutarsa ‘çoklanır’... Zincir mağazalar böyle doğmuştur. Yukarıdaki, örneği onun için verdik. Çoklanacak o kadar çok şeyimizi var ki; yeter ki doğru yerlere bakmayı bilelim...