Aynen korku filmlerinde olduğu gibi
10 Şubat 2015 Yeni Şafak
Kaynak Wikipedia. Maddenin başlığı şöyle:
‘Bilinen bilinenler vardır.’ (There are known knowns)
Bu başlık, dönemin ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’e ait. 2002 yılı Şubat’ında yaptığı bir basın toplantısında Irak’taki terörist gruplara karşı kullanılan kitle imha silahlarının Amerika tarafından tedarik edildiği iddiasıyla ilgili bir soruyu yanıtlarken
dile getirmiş.
Rumsfeild şöyle devam etmiş:
“Bazı raporlarda ‘bir şeyin olmadığını ya da bulunmadığını’ ne zaman yazsalar, bu benim hep ilgimi çeker. Çünkü biliyoruz ki, bir çok ‘bilinen’ vardır. Yani ‘bildiğimizi bildiğimiz’ şeyler. Öte yandan çok iyi biliyoruz ki ‘bilinen bilinmeyenler’ de vardır. Yani ‘bilmediğimizi bildiğimiz’ şeyler. Fakat aynı zamanda ‘bilmediğimizi bilmediğimiz’ şeyler de vardır. Yani “bilmediğimizden bîhaber olduğumuz” şeyler... Bir gün birileri ülkemizin ve diğer özgür ülkelerin tarihini inceleyecek olursa, bu sonuncusu en zor kategorilerden biri olarak karşılarına çıkacaktır.”
Rumsfeild’in bu üç kategorili tespiti doğal olarak pek çok tartışmaya neden olmuştu. Hele de kitle imha silahlarını yok etmek için girdikleri Irak’ta Saddam’a bu silahları bizzat vermekle suçlandıkları bir dönemde bu açıklama, kafaları iyice karıştırmıştı. Bu tartışma çok gerilerde kalmış olabilir. Ancak Rumsfeld’in üçlemesi bizce hâlâ tazeliğini korumaktadır.
Paralel yapı ve 17-25 Aralık darbe girişimleri ve de öncesindeki Taksim Gezi olayları, sonrasındaki ekonomik kriz yaratma girişimleri, yukarıdaki üç kategoriden hangisinin içinde mütalaa edilmeli, karar vermek gerçekten zordur. Ancak Balyoz harekâtı, Ergenekon davası ve de devletin en üst kademesinden başlayarak Silahlı Kuvvetleri de içine alan, sonrasında yurt dışındaki yüzlerce okula yayılan, dönüp dolaşıp Pensilvanya’da düğümlenen ve hatta CIA’ye kadar uzanan ilişkileri anlamak, hayli yüksek kademelerdeki insanların oradan oraya sürülmesini ve tutuklanmasını açıklamak, en azından şahsım adına söyleyebilirim, üçüncü kategori içinde görülmelidir.
Korku filmlerinin de ana temasını ve de üslubunu bu yaklaşım oluşturmaz mı:
“Bilmediğimizi bilmediğimiz” şeyler...
Peki böyle bir durum insanda ne tür bir halet-i ruhiye yaratır?
Müphemiyetin bundan daha da üst noktası, daha abartılısı olabilir mi?
Böyle durumlardan çıkışın yolu ne ilişki yönetimidir ne de iletişim yönetimi... Tek bir çıkış vardır buradan:
Aynen korku filmlerinde olduğu gibi...
‘Bilinmeyen bilinmeyen’i yok etmek...
Ya da ‘Bilinmeyen bilinmeyen’i, ‘Bilinen bilinen’ kılmak...
Bugün Türkiye’de yapılan budur.
Knorr 30 Mart’ta durmamalı
Bu sütunlarda zaman zaman iş dünyasındaki başarılı iletişim uygulamalarından söz etmeye çalışıyoruz. Knorr markasının Türk Kızılayı ile ortaklaşa başlattığı ‘Hem İçimiz Hem Kalbimiz Isınsın’ projesi de, gördüğümüz kadarıyla son derece başarılı bir pazarlama iletişimi çalışması...
Yönteme uluslar arası terminolojide ‘Sebep odaklı pazarlama’ (Cause related marketing) deniyor. 30 Mart’a kadar sürecek olan kampanyada ihtiyaç sahiplerine 1,5 milyon kase çorba bedava dağıtılacakmış.
Bu tarihe kadar satın alınan her ezogelin çorba paketi için Knorr, Türk Kızılayı’nın aşevlerine bir kase çorba bağışlayacakmış.
Sebep odaklı pazarla iletişimi her zaman iş yapar. Bir tek püf noktası vardır:
Sürdürülebilir olması.
Yani bu projeyi Knorr’un belli aralıklarla tekrarlaması gerekir. 30 Mart’ta kampanyayı durdurur ve bir daha da yinelemezse hedef kitlesi de Knorr’la ilgili algıyı durdurur. Bu nedenle umarız Knorr’un gönderdiği basın bülteninde sözü geçmeyen sürdürülebilirlik meselesini şirket dikkate alır ve belli zaman aralıklarında, örneğin önceden de haber vererek diyelim dört ayda bir, yılda üç kez tekrarlar.
Çünkü, itibara, oradan da satışa dönüşebilme özelliği ile tekrar (perseverasyon) arasında dolaysız bir ilişki vardır.
‘Bilinen bilinenler vardır.’ (There are known knowns)
Bu başlık, dönemin ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’e ait. 2002 yılı Şubat’ında yaptığı bir basın toplantısında Irak’taki terörist gruplara karşı kullanılan kitle imha silahlarının Amerika tarafından tedarik edildiği iddiasıyla ilgili bir soruyu yanıtlarken
dile getirmiş.
Rumsfeild şöyle devam etmiş:
“Bazı raporlarda ‘bir şeyin olmadığını ya da bulunmadığını’ ne zaman yazsalar, bu benim hep ilgimi çeker. Çünkü biliyoruz ki, bir çok ‘bilinen’ vardır. Yani ‘bildiğimizi bildiğimiz’ şeyler. Öte yandan çok iyi biliyoruz ki ‘bilinen bilinmeyenler’ de vardır. Yani ‘bilmediğimizi bildiğimiz’ şeyler. Fakat aynı zamanda ‘bilmediğimizi bilmediğimiz’ şeyler de vardır. Yani “bilmediğimizden bîhaber olduğumuz” şeyler... Bir gün birileri ülkemizin ve diğer özgür ülkelerin tarihini inceleyecek olursa, bu sonuncusu en zor kategorilerden biri olarak karşılarına çıkacaktır.”
Rumsfeild’in bu üç kategorili tespiti doğal olarak pek çok tartışmaya neden olmuştu. Hele de kitle imha silahlarını yok etmek için girdikleri Irak’ta Saddam’a bu silahları bizzat vermekle suçlandıkları bir dönemde bu açıklama, kafaları iyice karıştırmıştı. Bu tartışma çok gerilerde kalmış olabilir. Ancak Rumsfeld’in üçlemesi bizce hâlâ tazeliğini korumaktadır.
Paralel yapı ve 17-25 Aralık darbe girişimleri ve de öncesindeki Taksim Gezi olayları, sonrasındaki ekonomik kriz yaratma girişimleri, yukarıdaki üç kategoriden hangisinin içinde mütalaa edilmeli, karar vermek gerçekten zordur. Ancak Balyoz harekâtı, Ergenekon davası ve de devletin en üst kademesinden başlayarak Silahlı Kuvvetleri de içine alan, sonrasında yurt dışındaki yüzlerce okula yayılan, dönüp dolaşıp Pensilvanya’da düğümlenen ve hatta CIA’ye kadar uzanan ilişkileri anlamak, hayli yüksek kademelerdeki insanların oradan oraya sürülmesini ve tutuklanmasını açıklamak, en azından şahsım adına söyleyebilirim, üçüncü kategori içinde görülmelidir.
Korku filmlerinin de ana temasını ve de üslubunu bu yaklaşım oluşturmaz mı:
“Bilmediğimizi bilmediğimiz” şeyler...
Peki böyle bir durum insanda ne tür bir halet-i ruhiye yaratır?
Müphemiyetin bundan daha da üst noktası, daha abartılısı olabilir mi?
Böyle durumlardan çıkışın yolu ne ilişki yönetimidir ne de iletişim yönetimi... Tek bir çıkış vardır buradan:
Aynen korku filmlerinde olduğu gibi...
‘Bilinmeyen bilinmeyen’i yok etmek...
Ya da ‘Bilinmeyen bilinmeyen’i, ‘Bilinen bilinen’ kılmak...
Bugün Türkiye’de yapılan budur.
Knorr 30 Mart’ta durmamalı
Bu sütunlarda zaman zaman iş dünyasındaki başarılı iletişim uygulamalarından söz etmeye çalışıyoruz. Knorr markasının Türk Kızılayı ile ortaklaşa başlattığı ‘Hem İçimiz Hem Kalbimiz Isınsın’ projesi de, gördüğümüz kadarıyla son derece başarılı bir pazarlama iletişimi çalışması...
Yönteme uluslar arası terminolojide ‘Sebep odaklı pazarlama’ (Cause related marketing) deniyor. 30 Mart’a kadar sürecek olan kampanyada ihtiyaç sahiplerine 1,5 milyon kase çorba bedava dağıtılacakmış.
Bu tarihe kadar satın alınan her ezogelin çorba paketi için Knorr, Türk Kızılayı’nın aşevlerine bir kase çorba bağışlayacakmış.
Sebep odaklı pazarla iletişimi her zaman iş yapar. Bir tek püf noktası vardır:
Sürdürülebilir olması.
Yani bu projeyi Knorr’un belli aralıklarla tekrarlaması gerekir. 30 Mart’ta kampanyayı durdurur ve bir daha da yinelemezse hedef kitlesi de Knorr’la ilgili algıyı durdurur. Bu nedenle umarız Knorr’un gönderdiği basın bülteninde sözü geçmeyen sürdürülebilirlik meselesini şirket dikkate alır ve belli zaman aralıklarında, örneğin önceden de haber vererek diyelim dört ayda bir, yılda üç kez tekrarlar.
Çünkü, itibara, oradan da satışa dönüşebilme özelliği ile tekrar (perseverasyon) arasında dolaysız bir ilişki vardır.