Bir intihal modasıdır gidiyor
11.02.2014 Yeni Şafak
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli partisinin 45. yıldönümünde seçim kampanyası tanıtımı yaptı ve belirledikleri ana sloganı açıkladı:
'Artık yeter! Şimdi söz senin Türkiye!'
Ne kadar orijinal değil mi? Çok da etkili. 'İkna'nın olmazsa olmaz iki önemli öğesine, 'Vaat ve Güven'e sadık kalan, hedefi böylesine onikiden vuran dahice bir siyasi iletişim aksiyonuna yıllardır rastlamak mümkün olmamıştı.
Demokrat Parti'nin 1950'de kullandığı o tarihî sloganı, 'Yeter! Söz milletin!' diyen o unutulmaz ünlemi olduğu gibi kullanmak konusunda herhalde aralarında tartışmışlardır. Hiç kuşkuları olmasın, siyasi iletişim tarihi günün birinde Bahçeli'yi ikna etmeyi başaramayanların haklı olduğunu yazacaktır.
Peki, geçmişte başarılı olmuş iletişim çözümlemeleri günümüzde kullanılamaz mı?
Hayır kullanılamaz.
'Eski'nin sloganıyla yola çıktığınızda algı kapılarını 50'li yıllara doğru açmış olursunuz. Geçmişin Türkiyesi ile bugünün koşulları arasındaki uçurumu göstermiş olursunuz. Siyaset değişmiştir... Teknolojinin insanı nasıl farklılaştırdığını evdeki beyaz eşyalar bile size anlatabilir... Tarım ve sanayideki rakamlar neyin nasıl ve nereye doğru dönüştüğünü herkese açıklayabilecek kadar olan bitene ayna tutar... Radyolu günlerden uydu televizyonlarına geçilmiştir ... İnternet tüm iletişim biçimlerini altüst etmiştir. Ezcümle o yıllar tarih olmuş ve hayat çok ama çok değişmiştir. Hayatla birlikte kültür de değişmiştir.
Değişmeyen ne kalmıştır?
Değişen 'Kültür'dür; değişmeyen ise 'Değerler'dir. Kültürler, toplumun 'decoder'larının dünyanın dört bir yanından gelen mesajlara açık olmasıyla günümüzde çok daha hızlı değişirken, 'Değerler' dediğimiz veya başka bir yakın ifadeyle 'Manevi kıymetler' (merhametli olmak, yalan söylememek, dürüstlük, temizlik, çalışkanlık, yardımseverlik, vs.) diye tabir ettiğimiz erdemler dünyası, insanlık tarihi kadar eskidir.
Değişen kültüre önem verip de, doğası gereği değişmeyen değerlere sırtınızı dönerseniz çakılırsınız. Peki tersi olursa? Değişen kültürü es geçip sadece değerlere, manevi kıymetlere abanırsanız ne olur? Değişeni, 'yeni'yi ihmal edenin bugünü soluyan, günümüzü yaşayan insanlardan talep ettiği oyu alması söz konusu olabilir mi?
MHP'nin yaptığı ve 'intihal' algısını uyandıran seçim kampanyasının benzerini CHP de yaptı. 'Bu 'tagline' intihal kokuyor' başlıklı 25 Ocak tarihli yazımızda 'Türkiye'nin birleştirici gücü' olarak belirledikleri vaadin, rahmetli Turgut Özal'ın ellerini başının üzerinde birleştirmiş halini hatırlattığını yazmıştık. Turgut Bey'in ANAP'ı, 1983 yılında '4 eğilim'in nasıl birleştirileceğini, uyguladığı çok başarılı siyasi iletişim kampanyasıyla herkese çok iyi anlatmasını becermiştir.
Şimdi ise MHP '1950 model', CHP de '1983 model' seçim kampanyalarıyla siyaset arenasına naftalin serpmeyi tercih etmişlerdir. Bu kampanyalar vatana millete hayırlı olsun, deyip geçmek mümkündür ama içinde yaşadığımız hayli sert ve o oranda dokunaklı günümüzün siyasi koşullarında, demokrasinin en büyük ihtiyacı olan sağlam muhalefeti mumla aradığımız bugünün Türkiyesi'nde mevcutla eğlenme lüksümüz de kalmadı maalesef.
Oyum Leonardo'ya...
Filmin adını neden 'Para Avcısı'na dönüştürmüşler ki? 'The Wolf of Wall Street' adlı filmin zaten hedef kitlesi olan borsa ve yanısıra ekonomi dünyasının Wall Street'ten haberdar olmamaları mümkün mü? Çalışmadan, üretmeden, para üzerinden para kazananların tefessüh etmiş dünyalarını sergileyen bu filmi hafta sonu izleme fırsatı bulduk.
Hollywood, rüşvet alan belediye başkanlarından, asil görünümlü ama binbir sahtekârlığa bulaşmış Kongre üyelerinden, yargıçlardan, ordu mensuplarından, din adamlarından seçtiği kahramanlarıyla 'Vay be adamlarda demokrasiye bak, nasıl da kendi sistemlerini yerden yere vuruyorlar' dedirten yüzlerce film izletti bu dünyaya. Sonra da aynı sistemin içinden çekip çıkarttığı 'iyi adamlar'la herkesin içine su serpti, rahatlattı. Sözünü ettiğimiz rezaletleri Amerikan sisteminin şu beş büyük alanında enva-i çeşit versiyonlarıyla hep birlikte seyrettik: Bir: Yargı (Mahkeme salonları), İki: Eğitim (Okullar) Üç: Din (Kiliseler) Dört: Sağlık: (Hastaneler) Beş: Savunma (Ordu).
Beş dalda Oscar adayı olan The Wolf of Wall Street ile Altı'ncı alana, daha önce üç-dört sıkı filmde de izlediğimiz borsa dünyasına, maneviyatı sıfırlayan, çürümüş insan ilişkilerinin tam içine çekiliyoruz. Yine bir 'iyi adam' yetişiyor imdadımıza: Metroyla yolculuk eden, 'Bana rüşvet mi teklif ediyorsun?' diyebilen bir FBI görevlisi!
Filmin usta yönetmeni Martin Scorsese, hiçbir kutsalı kalmamış Jordan Belfort adlı kahramanıyla ilgili olarak şöyle demiş:
'Wall Street'te geçirdiği yıllar boyunca sürdüğü hedonist (hazcı) yaşam, her türlü cinsel zevke düşkünlüğü ve saplantı derecesindeki açgözlülüğü, günümüz toplumundaki bütün yanlışların bir yansımasıdır.'
Eksik söylemiş. Sadece bir anti-kahramanın kendisine benzeyen bir toplumdaki karakter yansımalarını göstermekle yetinmiyor bu film. Bir sistemin, para üzerinden şekillenen, bir anlamda yeni baştan oluşturulan ucube ahlâkının, liberalizmin temel dayanaklarından birini, 'satış, pazarlama' kavramlarını nasıl kemirdiğini de gözler önüne seriyor.
Bu film, Bruce Williamson'ın kriterlerinden yola çıkarak söyleyecek olursak 'Mükemmel yapılmış bir kötü film'dir. Neden 'Kötü film?' diye soracak olursanız; bu sorunun yanıtını da Bertolt Brecht'ten aktaralım: 'Tüm sanatların amacı, sanatların en yücesi olan yaşama sanatına hizmet etmektir.'
Bu filmi izleyip de sinemadan
çıkarken içinizde oluşan tiksintiye
çok yakın duygularla yaşama sanatından da hayli uzakta bir yerlerde olduğumuz için 'kötü film'... Böyle hissediyor olmamız Oscar yarışında Leonardo DiCaprio'nun muhteşem oyunculuğuna gönülden oy vermemize engel değil elbette.
'Artık yeter! Şimdi söz senin Türkiye!'
Ne kadar orijinal değil mi? Çok da etkili. 'İkna'nın olmazsa olmaz iki önemli öğesine, 'Vaat ve Güven'e sadık kalan, hedefi böylesine onikiden vuran dahice bir siyasi iletişim aksiyonuna yıllardır rastlamak mümkün olmamıştı.
Demokrat Parti'nin 1950'de kullandığı o tarihî sloganı, 'Yeter! Söz milletin!' diyen o unutulmaz ünlemi olduğu gibi kullanmak konusunda herhalde aralarında tartışmışlardır. Hiç kuşkuları olmasın, siyasi iletişim tarihi günün birinde Bahçeli'yi ikna etmeyi başaramayanların haklı olduğunu yazacaktır.
Peki, geçmişte başarılı olmuş iletişim çözümlemeleri günümüzde kullanılamaz mı?
Hayır kullanılamaz.
'Eski'nin sloganıyla yola çıktığınızda algı kapılarını 50'li yıllara doğru açmış olursunuz. Geçmişin Türkiyesi ile bugünün koşulları arasındaki uçurumu göstermiş olursunuz. Siyaset değişmiştir... Teknolojinin insanı nasıl farklılaştırdığını evdeki beyaz eşyalar bile size anlatabilir... Tarım ve sanayideki rakamlar neyin nasıl ve nereye doğru dönüştüğünü herkese açıklayabilecek kadar olan bitene ayna tutar... Radyolu günlerden uydu televizyonlarına geçilmiştir ... İnternet tüm iletişim biçimlerini altüst etmiştir. Ezcümle o yıllar tarih olmuş ve hayat çok ama çok değişmiştir. Hayatla birlikte kültür de değişmiştir.
Değişmeyen ne kalmıştır?
Değişen 'Kültür'dür; değişmeyen ise 'Değerler'dir. Kültürler, toplumun 'decoder'larının dünyanın dört bir yanından gelen mesajlara açık olmasıyla günümüzde çok daha hızlı değişirken, 'Değerler' dediğimiz veya başka bir yakın ifadeyle 'Manevi kıymetler' (merhametli olmak, yalan söylememek, dürüstlük, temizlik, çalışkanlık, yardımseverlik, vs.) diye tabir ettiğimiz erdemler dünyası, insanlık tarihi kadar eskidir.
Değişen kültüre önem verip de, doğası gereği değişmeyen değerlere sırtınızı dönerseniz çakılırsınız. Peki tersi olursa? Değişen kültürü es geçip sadece değerlere, manevi kıymetlere abanırsanız ne olur? Değişeni, 'yeni'yi ihmal edenin bugünü soluyan, günümüzü yaşayan insanlardan talep ettiği oyu alması söz konusu olabilir mi?
MHP'nin yaptığı ve 'intihal' algısını uyandıran seçim kampanyasının benzerini CHP de yaptı. 'Bu 'tagline' intihal kokuyor' başlıklı 25 Ocak tarihli yazımızda 'Türkiye'nin birleştirici gücü' olarak belirledikleri vaadin, rahmetli Turgut Özal'ın ellerini başının üzerinde birleştirmiş halini hatırlattığını yazmıştık. Turgut Bey'in ANAP'ı, 1983 yılında '4 eğilim'in nasıl birleştirileceğini, uyguladığı çok başarılı siyasi iletişim kampanyasıyla herkese çok iyi anlatmasını becermiştir.
Şimdi ise MHP '1950 model', CHP de '1983 model' seçim kampanyalarıyla siyaset arenasına naftalin serpmeyi tercih etmişlerdir. Bu kampanyalar vatana millete hayırlı olsun, deyip geçmek mümkündür ama içinde yaşadığımız hayli sert ve o oranda dokunaklı günümüzün siyasi koşullarında, demokrasinin en büyük ihtiyacı olan sağlam muhalefeti mumla aradığımız bugünün Türkiyesi'nde mevcutla eğlenme lüksümüz de kalmadı maalesef.
Oyum Leonardo'ya...
Filmin adını neden 'Para Avcısı'na dönüştürmüşler ki? 'The Wolf of Wall Street' adlı filmin zaten hedef kitlesi olan borsa ve yanısıra ekonomi dünyasının Wall Street'ten haberdar olmamaları mümkün mü? Çalışmadan, üretmeden, para üzerinden para kazananların tefessüh etmiş dünyalarını sergileyen bu filmi hafta sonu izleme fırsatı bulduk.
Hollywood, rüşvet alan belediye başkanlarından, asil görünümlü ama binbir sahtekârlığa bulaşmış Kongre üyelerinden, yargıçlardan, ordu mensuplarından, din adamlarından seçtiği kahramanlarıyla 'Vay be adamlarda demokrasiye bak, nasıl da kendi sistemlerini yerden yere vuruyorlar' dedirten yüzlerce film izletti bu dünyaya. Sonra da aynı sistemin içinden çekip çıkarttığı 'iyi adamlar'la herkesin içine su serpti, rahatlattı. Sözünü ettiğimiz rezaletleri Amerikan sisteminin şu beş büyük alanında enva-i çeşit versiyonlarıyla hep birlikte seyrettik: Bir: Yargı (Mahkeme salonları), İki: Eğitim (Okullar) Üç: Din (Kiliseler) Dört: Sağlık: (Hastaneler) Beş: Savunma (Ordu).
Beş dalda Oscar adayı olan The Wolf of Wall Street ile Altı'ncı alana, daha önce üç-dört sıkı filmde de izlediğimiz borsa dünyasına, maneviyatı sıfırlayan, çürümüş insan ilişkilerinin tam içine çekiliyoruz. Yine bir 'iyi adam' yetişiyor imdadımıza: Metroyla yolculuk eden, 'Bana rüşvet mi teklif ediyorsun?' diyebilen bir FBI görevlisi!
Filmin usta yönetmeni Martin Scorsese, hiçbir kutsalı kalmamış Jordan Belfort adlı kahramanıyla ilgili olarak şöyle demiş:
'Wall Street'te geçirdiği yıllar boyunca sürdüğü hedonist (hazcı) yaşam, her türlü cinsel zevke düşkünlüğü ve saplantı derecesindeki açgözlülüğü, günümüz toplumundaki bütün yanlışların bir yansımasıdır.'
Eksik söylemiş. Sadece bir anti-kahramanın kendisine benzeyen bir toplumdaki karakter yansımalarını göstermekle yetinmiyor bu film. Bir sistemin, para üzerinden şekillenen, bir anlamda yeni baştan oluşturulan ucube ahlâkının, liberalizmin temel dayanaklarından birini, 'satış, pazarlama' kavramlarını nasıl kemirdiğini de gözler önüne seriyor.
Bu film, Bruce Williamson'ın kriterlerinden yola çıkarak söyleyecek olursak 'Mükemmel yapılmış bir kötü film'dir. Neden 'Kötü film?' diye soracak olursanız; bu sorunun yanıtını da Bertolt Brecht'ten aktaralım: 'Tüm sanatların amacı, sanatların en yücesi olan yaşama sanatına hizmet etmektir.'
Bu filmi izleyip de sinemadan
çıkarken içinizde oluşan tiksintiye
çok yakın duygularla yaşama sanatından da hayli uzakta bir yerlerde olduğumuz için 'kötü film'... Böyle hissediyor olmamız Oscar yarışında Leonardo DiCaprio'nun muhteşem oyunculuğuna gönülden oy vermemize engel değil elbette.