'Biz bize benzeriz!'
30 EKİM 2014
Önce duygu ardından düşünce gider… Dönüşümü birlikte tetiklerler. Dönüşümü gerçekleştiren güç, iktidar olur. Dönüşümü zihnen içselleştirenlerin yaygınlık alanı iktidarı besler. Dönüşümlerin ardından olup biteni anlamaya çalışanları bir kenarda tutacak olursak; 'Takipçi' kitleler de öncülerin ardından öylece bakakalırlar.
Tıpkı pazarlama iletişim stratejilerinde olduğu gibi; siyasi iletişim stratejilerinde de 'dönüşümleri zihnen satın alma'nın bellekteki pazar payını artırdığını bilerek şu soru üzerinde düşünmek lazım: Ülkemizdeki 'daima muhalif' kalma becerisini sergileyen arkadaşlarımız, acaba nasıl oluyor da hayal dünyalarındaki büyük 'dönüşüm'lerin (ki, var mı, pek bilmiyoruz) hayatla buluşabilmesi adına o hayali 'zihnen satın alacak' toplumu tanıma, deşifre etme zahmetine bir türlü giremiyorlar da, buna katlanamıyorlar da?
Dönüşümü tetikleyen güçlerin tarihsel liderlerinden biri olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e, o dönemlerde dünyaya hâkim olma yarışındaki Amerikan Wilson demokrasisi ve Sovyetler Birliği'nin Leninist dünya görüşünden model anlamında hangisine yakın durduğu sorulduğunda verdiği şu yanıt, bugün bizim muhaliflerimiz açısından hiç de 'yeterince çekici' bulunmayabiliyor:
'Efendiler, bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir, sosyalist bir hükümet değildir. Ve gerçekten kitaplarda mevcut olan hükümetlerin mahiyeti itibariyle hiçbirine benzemeyen bir hükümettir. Fakat millî hakimiyeti, millî iradeyi yegane tecelli ettiren bir hükümettir. Sosyoloji ilmi yönünden bizim hükümetimizi bu mahiyette ifade etmek gerekirse 'Halk Hükümeti' deriz... Ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş. Efendiler biz benzememekle ve benzetmemekle iftihar etmeliyiz. Çünkü biz bize benziyoruz efendiler...'
'Biz bize benziyoruz' tespitiyle (ya da bizim deyişimizle 'ortak ruhî şekillenme' kavramıyla) eğlenecek kadar yakın tarihinden de, halktan da iyiden iyiye iplerini koparanlar, bu kilit tespitin de kodlarını çözebilecek pek çok analizin (Cemil Meriç'ten Kemal Tahir'e, Prof. Dr. İdris Küçükömer'den Halit Refiğ'e uzanan göznuru kaynak) artık postmodern dünyada konumlandığını düşündükleri Türkiye için 'eskidiği' düşüncesindeler ve işin hoş yanı 'yenisi'ni de keşfetmiş değiller. Başından sonuna bir şikâyetnameye dönüşen hoşnutsuzlukları da derinlikli ve kuşatıcı bir fikir analizine oturtulamadığı için sentezin s'siyle bile meşgul olmaktan acizler.
İşte o postmodern dünya, bugün yanı başımızdaki demokrasinin ve insanlık kültür mirasının beşiği (!) sanılan Yunanistan'ın kâbusu olabiliyor da, anlamakta 'ecnebi aydınlarımız misali' yaya kaldığı (Bkz. Toynbee) Türkiye'yi zorlasa da bir türlü kündeye getiremiyor. Theo Angelopoulos'un 'Ulyses'in Bakışı' filminde bundan 20 yıl önce, hem de ülke zirve yaparken, 'Yunanistan batıyor, dostum' demesini, 'ABD Maneviyatını kaybediyor!' diye hayıflanan batılı âlimleri aklımdan çıkarmam mümkün değil…
Dünya merkezlerinin 'tavşana kaç tazıya tut!' yöntemiyle tamamen kendine benzeyen bizim gibi bir ülkede sahnelemeye çalıştığı 'Senden olmayanı süründür' siyasetinin panzehiri de 91. Yılını kutladığımız bu Cumhuriyet'ten başkası değildir. Büyük fikirlerin önderliğindeki dönüşümlere izin veren ve sandığın gücüne her seçim döneminde bir kez daha inanan, gelecek tasarımını bencil bir pragmatizm üzerine değil, bizi biz yapan kültür ve değerler üzerine inşa eden bir Türkiye... Bu cümlenin içeriğini soru işaretleriyle birlikte dolduracak siyasi ve toplumsal gelişmeleri takip ederken feodal, sanayi, liberal ve bilgi toplumu özelliklerini bir arada yaşıyor olmamızın, 'İslamiyet ile demokrasi bağdaşmaz' palavralarını bir kenara bırakıp, 'Biz bize benzeriz' tespitiyle ne kadar uyum içinde olduğunu görmezden gelmeyelim.
Bir feodal dönem faciası olarak belleklerde kalacak Karaman'daki maden kazasında yitirdiğimiz Cumhuriyet Türkiyesi'nin vatandaşlarına Allah'tan rahmet diliyoruz.
Öncesi ve sonrası mı, sırası mı?..
Sonrasında sergilenen hiçbir başarılı davranış, insan hayatının söz konusu olduğu, ailelerin telafi edilemeyecek kayıplara uğradığı bir hüzün dünyasının hasarını sıfırlayamaz. Adımız gibi bildiğimiz bu gerçek, bu kez Karaman'da acıyı daha da tahammül edilmez hale getiren bazı aymazlıkların önüne geçilmiş olduğunu görmemize engel değil.
1. Özel şirketin sorumluları ilk saatten itibaren devreye girdiler. Gereken disiplin ve iletişim ilkeleri boyutunda olmasa da TV ve radyolarla canlı bağlantılara girerek kamuoyunu bilgilendirdiler. Susmak en kötü sonuçtan bile daha olumsuz bir algı yaratır.
2. Hükümetin Soma'dan sonra uygulamaya aldığı koordinasyon merkezi Karaman'da harekete geçti ve başta AFAD olmak üzere bütün birimler herhangi bir kaosa müsaade etmeden sahada yerlerini aldılar.
3. İlgili üç Bakan (her ne hikmetse kriz durumları hep Taner Yıldız'ın kucağında kalıyor), Başbakan ve Cumhurbaşkanı hem olay yerindeki hem de kamuoyundaki 'Devlet burada mı?' arayışını karşılayacak tutum sergilediler.
Peki, bütün bunlara rağmen genel intiba neden (Soma'ya oranla daha düşük düzeyde de olsa) bu felaketlerin faturasının hükümete kesilmesi doğrultusunda oluşuyor?
Bize sorarsanız 'hakikatle gerçeklik arasındaki farkın' hükümet ve bürokrasi tarafından 'usulü veçhile' yönetilmemesi bu algının bir numaralı nedenidir. Kriz iletişimini doğru düzgün ele alabilmek için, kriz çıkabilecek alanlarla ilgili iletişimin ve o alanla ilgili hakikatin (hikmetin) kriz çıkmadan çok daha önce önleyici faaliyetler çerçevesinde bir konu yönetimi (Issue Management) anlayışıyla halka ifade edilmesi ve bu doğrultuda yıllık planlara uygun etkinliklerin devreye alınması şarttır.
Bu ön çalışmayı yapmadan krizin göbeğinde iletişimi ve ilişkileri istediğiniz kadar başarıyla yönetmeye çalışın hakikate belki yaklaşabilirsiniz ancak onun layıkıyla algılanmasını sağlanamazsınız. Hele de krizin sonrasını ihmal ederseniz. Çünkü her tür iletişim aksiyonu gibi krizin de üç aşaması vardır: Öncesi, Sırası ve Sonrası. 'Krizin soğuma dönemi' diye adlandırdığımız üçüncü aşama yani 'Sonrası' en az öncesi kadar önemlidir.
Bu açıdan bakıldığında Soma'ya oranla şimdilik daha başarılı bir şekilde yönetildiği izlenimi yaratan ilişki ve iletişim çalışmalarına rağmen, bu kez belki sınıfta kalınmamıştır ama, hâlâ 'ikmal' söz konusu olabilir.
Tıpkı pazarlama iletişim stratejilerinde olduğu gibi; siyasi iletişim stratejilerinde de 'dönüşümleri zihnen satın alma'nın bellekteki pazar payını artırdığını bilerek şu soru üzerinde düşünmek lazım: Ülkemizdeki 'daima muhalif' kalma becerisini sergileyen arkadaşlarımız, acaba nasıl oluyor da hayal dünyalarındaki büyük 'dönüşüm'lerin (ki, var mı, pek bilmiyoruz) hayatla buluşabilmesi adına o hayali 'zihnen satın alacak' toplumu tanıma, deşifre etme zahmetine bir türlü giremiyorlar da, buna katlanamıyorlar da?
Dönüşümü tetikleyen güçlerin tarihsel liderlerinden biri olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk'e, o dönemlerde dünyaya hâkim olma yarışındaki Amerikan Wilson demokrasisi ve Sovyetler Birliği'nin Leninist dünya görüşünden model anlamında hangisine yakın durduğu sorulduğunda verdiği şu yanıt, bugün bizim muhaliflerimiz açısından hiç de 'yeterince çekici' bulunmayabiliyor:
'Efendiler, bizim hükümetimiz demokratik bir hükümet değildir, sosyalist bir hükümet değildir. Ve gerçekten kitaplarda mevcut olan hükümetlerin mahiyeti itibariyle hiçbirine benzemeyen bir hükümettir. Fakat millî hakimiyeti, millî iradeyi yegane tecelli ettiren bir hükümettir. Sosyoloji ilmi yönünden bizim hükümetimizi bu mahiyette ifade etmek gerekirse 'Halk Hükümeti' deriz... Ne yapalım ki demokrasiye benzemiyormuş, sosyalizme benzemiyormuş. Efendiler biz benzememekle ve benzetmemekle iftihar etmeliyiz. Çünkü biz bize benziyoruz efendiler...'
'Biz bize benziyoruz' tespitiyle (ya da bizim deyişimizle 'ortak ruhî şekillenme' kavramıyla) eğlenecek kadar yakın tarihinden de, halktan da iyiden iyiye iplerini koparanlar, bu kilit tespitin de kodlarını çözebilecek pek çok analizin (Cemil Meriç'ten Kemal Tahir'e, Prof. Dr. İdris Küçükömer'den Halit Refiğ'e uzanan göznuru kaynak) artık postmodern dünyada konumlandığını düşündükleri Türkiye için 'eskidiği' düşüncesindeler ve işin hoş yanı 'yenisi'ni de keşfetmiş değiller. Başından sonuna bir şikâyetnameye dönüşen hoşnutsuzlukları da derinlikli ve kuşatıcı bir fikir analizine oturtulamadığı için sentezin s'siyle bile meşgul olmaktan acizler.
İşte o postmodern dünya, bugün yanı başımızdaki demokrasinin ve insanlık kültür mirasının beşiği (!) sanılan Yunanistan'ın kâbusu olabiliyor da, anlamakta 'ecnebi aydınlarımız misali' yaya kaldığı (Bkz. Toynbee) Türkiye'yi zorlasa da bir türlü kündeye getiremiyor. Theo Angelopoulos'un 'Ulyses'in Bakışı' filminde bundan 20 yıl önce, hem de ülke zirve yaparken, 'Yunanistan batıyor, dostum' demesini, 'ABD Maneviyatını kaybediyor!' diye hayıflanan batılı âlimleri aklımdan çıkarmam mümkün değil…
Dünya merkezlerinin 'tavşana kaç tazıya tut!' yöntemiyle tamamen kendine benzeyen bizim gibi bir ülkede sahnelemeye çalıştığı 'Senden olmayanı süründür' siyasetinin panzehiri de 91. Yılını kutladığımız bu Cumhuriyet'ten başkası değildir. Büyük fikirlerin önderliğindeki dönüşümlere izin veren ve sandığın gücüne her seçim döneminde bir kez daha inanan, gelecek tasarımını bencil bir pragmatizm üzerine değil, bizi biz yapan kültür ve değerler üzerine inşa eden bir Türkiye... Bu cümlenin içeriğini soru işaretleriyle birlikte dolduracak siyasi ve toplumsal gelişmeleri takip ederken feodal, sanayi, liberal ve bilgi toplumu özelliklerini bir arada yaşıyor olmamızın, 'İslamiyet ile demokrasi bağdaşmaz' palavralarını bir kenara bırakıp, 'Biz bize benzeriz' tespitiyle ne kadar uyum içinde olduğunu görmezden gelmeyelim.
Bir feodal dönem faciası olarak belleklerde kalacak Karaman'daki maden kazasında yitirdiğimiz Cumhuriyet Türkiyesi'nin vatandaşlarına Allah'tan rahmet diliyoruz.
Öncesi ve sonrası mı, sırası mı?..
Sonrasında sergilenen hiçbir başarılı davranış, insan hayatının söz konusu olduğu, ailelerin telafi edilemeyecek kayıplara uğradığı bir hüzün dünyasının hasarını sıfırlayamaz. Adımız gibi bildiğimiz bu gerçek, bu kez Karaman'da acıyı daha da tahammül edilmez hale getiren bazı aymazlıkların önüne geçilmiş olduğunu görmemize engel değil.
1. Özel şirketin sorumluları ilk saatten itibaren devreye girdiler. Gereken disiplin ve iletişim ilkeleri boyutunda olmasa da TV ve radyolarla canlı bağlantılara girerek kamuoyunu bilgilendirdiler. Susmak en kötü sonuçtan bile daha olumsuz bir algı yaratır.
2. Hükümetin Soma'dan sonra uygulamaya aldığı koordinasyon merkezi Karaman'da harekete geçti ve başta AFAD olmak üzere bütün birimler herhangi bir kaosa müsaade etmeden sahada yerlerini aldılar.
3. İlgili üç Bakan (her ne hikmetse kriz durumları hep Taner Yıldız'ın kucağında kalıyor), Başbakan ve Cumhurbaşkanı hem olay yerindeki hem de kamuoyundaki 'Devlet burada mı?' arayışını karşılayacak tutum sergilediler.
Peki, bütün bunlara rağmen genel intiba neden (Soma'ya oranla daha düşük düzeyde de olsa) bu felaketlerin faturasının hükümete kesilmesi doğrultusunda oluşuyor?
Bize sorarsanız 'hakikatle gerçeklik arasındaki farkın' hükümet ve bürokrasi tarafından 'usulü veçhile' yönetilmemesi bu algının bir numaralı nedenidir. Kriz iletişimini doğru düzgün ele alabilmek için, kriz çıkabilecek alanlarla ilgili iletişimin ve o alanla ilgili hakikatin (hikmetin) kriz çıkmadan çok daha önce önleyici faaliyetler çerçevesinde bir konu yönetimi (Issue Management) anlayışıyla halka ifade edilmesi ve bu doğrultuda yıllık planlara uygun etkinliklerin devreye alınması şarttır.
Bu ön çalışmayı yapmadan krizin göbeğinde iletişimi ve ilişkileri istediğiniz kadar başarıyla yönetmeye çalışın hakikate belki yaklaşabilirsiniz ancak onun layıkıyla algılanmasını sağlanamazsınız. Hele de krizin sonrasını ihmal ederseniz. Çünkü her tür iletişim aksiyonu gibi krizin de üç aşaması vardır: Öncesi, Sırası ve Sonrası. 'Krizin soğuma dönemi' diye adlandırdığımız üçüncü aşama yani 'Sonrası' en az öncesi kadar önemlidir.
Bu açıdan bakıldığında Soma'ya oranla şimdilik daha başarılı bir şekilde yönetildiği izlenimi yaratan ilişki ve iletişim çalışmalarına rağmen, bu kez belki sınıfta kalınmamıştır ama, hâlâ 'ikmal' söz konusu olabilir.