Bizden bir 'cacık' olur mu?..
20 MAYIS 2014
Dün yayınlanan röportajında ödüllü yönetmenimiz Nuri Bilge Ceylan bey demiş ki :
'Japonya'da, İngiltere'de yaşanan bir olayda insanlar, direkt olarak suçlanabilecek durumda olmasa da, sorumluluğun kendisine ait paydasını görüp istifa edebiliyor. Ancak bizde zayıflık âdeta bir suç. Özür dilediğin anda da işini bitirirler.'
Sinemasını zaman zaman anlamakta zorluk çeksem de kendisini, hele de Cannes'da ödül alırken verdiği anlamlı 'Yalnız ülkem!' mesajını sevdiğimi söylemeliyim... Ancak bu tespitine katılmam mümkün değil. Çünkü katılırsanız, kültür ve değerler boyutuyla tüm kriz iletişimi evrensel ilkelerinin ve bunların adam gibi uygulandığı pek çok örnekte Türkiye'de de algılama boyutunda hasarın azaltıldığı gerçeğini de inkâr etmeniz gerekir.
Ayrıca şu 'Bizden bir cacık olmaz!' anlamına gelecek her türlü genelleme, hüküm ve karar cümlesi beni ciddi 'hasta' ediyor... Hele de bunu 'cacık' olmuş birinin ağzından duyuyorsam. Tabii bir tek özürü kabul edebilirim: Bu tespitin sahibi kendini bizden biri olarak görmüyorsa o zaman durum değişir.
Şu sıra her türlü aşağılanma ve yerlerde süründürülmeyi hak ettiği izlenimini yaratan şirket, ilk gün kalkıp, bizim Cumartesi günü sıraladığımız 10 maddeyi adam gibi uygulasaydı, yine bir bedel ödeyecekti; ancak şu anki içinden artık çıkılamaz hale gelmiş duruma düşmeyecekti... Bu arada 'şirkete toz kondurmayanlar birden tutum değiştirdiler' iddiasında bulunanların facianın ilk gününden itibaren yapılan yorumları yeterince iyi takip etmediklerini de belirtmeden geçmeyelim. Şirkete 'toz konduranları' (Bkz: 15 Mayıs 2014 tarihli yazımız) görmek istemediler herhalde.
Özel hayatınızdaki ilişkilerden başlayarak iş ve toplumsal yaşamdaki tüm arızaların mutlaka bir öncesi vardır. Yanısıra, 'öncesi'nde aysbergin altında 'sensör' niyetine bir görünüp bir kaybolan belirtileri hissetmeyen kış uykusundaki bir ayılık aymazlığı vardır ki, tekmeleseniz uyanmaz. Arıza, onarılabilir ya da 'geçmiş olsun' dedirtebilecek korkunçluğuyla ortaya çıktığında yapılacaklar da farklıdır elbette. 'Onarılabilir' bir arıza kendini göstermişse, bu büyük nimetin farkında olup yatıp kalkıp şükrederek kolları sıvar ve 'yapılması gereken'i icra edebiliriz.
Bu aşamada 'tazmin edeceğiniz ve göze alacağınız maliyeti' siz belirlersiniz. Ancak kış uykusundan bizi tekmeleseler de uyanamadıysak ve sonuçta 'çömlek patladı'ysa birinci durumdan farklı olarak 'tazmin edeceğiniz ve göze alacağınız maliyeti' mağdur olan taraf belirlemelidir.
Pazar günü yayımlanan haberi duymuşsunuzdur; ancak bir kez daha paylaşalım:
'Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, Manisa'nın Soma İlçesi'ndeki maden faciasında 14 kişiyle en çok kaybı veren İzmir'in Kınık İlçesine bağlı Köseler Mahallesi'nde taziye ziyaretlerinde bulundu, köylülerle sohbet etti.
İşçiler, Bakan Çelik'e şok iddialarda bulundu. Çelik ise 'Allah Allah, bunları bir not alsanız ya. Yani sizin yüzünüz yanıyor muydu, tavanlardan mı sıcak geliyordu. O zaman yangın aşağıdan çıktı demek ki. Çok farklı bir şey bu' dedi.'
Nasıl?
Sensörler yanıp sönmüş... Madencilerin yüzünü yakacak kadar yanıp sönmüş ama belli ki kış uykusu da baldan tatlı gelmiş sorumlulara.
Mağdurların ilk talebi; saygıdır!
Saygı, teyelleri görünen mazeretler ileri sürmekten behemal vazgeçmektir.
Kriz iletişimi sürecinin nasıl işleyeceğini planlarken, şu soruyu, 'Takdir-i ilahi' sözcüğünü aklınızda tutsanız da asla ve kat'a telaffuz etmeden yanıtlamakla işe başlayabilirsiniz:
Kendi takdirlerinizin sonucu olarak ortaya çıkan bedeli ödemeye hazır mısınız, değil misiniz?
'Geliyorum' demeden, sensörlerini cılız ya da kuvvetli yakıp söndürmeden, işaretini vermeden başımıza gelmiş olan bir tane kaza örneği bulamazsınız. Bu nedenledir ki, cılız ya da kuvvetli anlam işaretlerini sezebilecek 'duygusal ve vicdanî zeka'dan yoksun kalmış kâr odaklı vahşi kapitalizm türevi yöneticilere tüm iş yerlerimizde dikkat edilmelidir.
Ekonomimizin geleceğinde bir numaralı meselenin şu soruda düğümlendiğini hep birlikte idrak ettiğimiz anda umutlu olmaya da hak kazanacağız:
İnsan kaynak değil 'kıymet'tir.
On yıl önce yazdığımız 'Algılama Yönetimi' adlı kitapta gerekçelendirerek izah etmeye çalıştığımız bu kavramın, gecikmeye izin verilmeden tüm İK politikalarının ruhuna sızması ve tüm İK stratejilerinin 'kıymet' üzerine bina edilip revize edilmesi elzemdir. 'İnsan Kaynakları' ifadesinin artık tek tük şirketlerde değil, mevzuatla genele yayılması sağlanıp 'İnsan Kıymetleri' olarak telaffuz edilmesiyle işe başlanabilir.
'İnsan Kıymetleri'nden sorumlu olanların 'korkuyla disiplin sağlama' yöntemleri, Sanayi Devrimi'nin 20. Yüzyıl'a kadar yayılabilen zorunlu çıktılarından biriydi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'nın çelik sanayii ve bağlı olarak devasa teknolojik gelişmelere (karada, havada, denizde) yaptığı yatırımlarla, insan gücünün dibine kadar kullanılması anlamında 'korkuyla disiplin sağlama' yöntemlerinin zorunlu bir ilişkisi vardı. Şimdi ise dünya kuramsal olarak vizyonuna koyduğu 'İnsana yatırım'ı, üretimin ve iş hayatının vazgeçilmezi haline getirmeye çalışıyor.
'İnsana yatırım' dediğimiz o muhteşem ifadenin üretimde karşılığını bulabilmesi, çalışanı da, yöneticiyi de 'kıymet' olarak görmekten geçiyor.
'Japonya'da, İngiltere'de yaşanan bir olayda insanlar, direkt olarak suçlanabilecek durumda olmasa da, sorumluluğun kendisine ait paydasını görüp istifa edebiliyor. Ancak bizde zayıflık âdeta bir suç. Özür dilediğin anda da işini bitirirler.'
Sinemasını zaman zaman anlamakta zorluk çeksem de kendisini, hele de Cannes'da ödül alırken verdiği anlamlı 'Yalnız ülkem!' mesajını sevdiğimi söylemeliyim... Ancak bu tespitine katılmam mümkün değil. Çünkü katılırsanız, kültür ve değerler boyutuyla tüm kriz iletişimi evrensel ilkelerinin ve bunların adam gibi uygulandığı pek çok örnekte Türkiye'de de algılama boyutunda hasarın azaltıldığı gerçeğini de inkâr etmeniz gerekir.
Ayrıca şu 'Bizden bir cacık olmaz!' anlamına gelecek her türlü genelleme, hüküm ve karar cümlesi beni ciddi 'hasta' ediyor... Hele de bunu 'cacık' olmuş birinin ağzından duyuyorsam. Tabii bir tek özürü kabul edebilirim: Bu tespitin sahibi kendini bizden biri olarak görmüyorsa o zaman durum değişir.
Şu sıra her türlü aşağılanma ve yerlerde süründürülmeyi hak ettiği izlenimini yaratan şirket, ilk gün kalkıp, bizim Cumartesi günü sıraladığımız 10 maddeyi adam gibi uygulasaydı, yine bir bedel ödeyecekti; ancak şu anki içinden artık çıkılamaz hale gelmiş duruma düşmeyecekti... Bu arada 'şirkete toz kondurmayanlar birden tutum değiştirdiler' iddiasında bulunanların facianın ilk gününden itibaren yapılan yorumları yeterince iyi takip etmediklerini de belirtmeden geçmeyelim. Şirkete 'toz konduranları' (Bkz: 15 Mayıs 2014 tarihli yazımız) görmek istemediler herhalde.
Özel hayatınızdaki ilişkilerden başlayarak iş ve toplumsal yaşamdaki tüm arızaların mutlaka bir öncesi vardır. Yanısıra, 'öncesi'nde aysbergin altında 'sensör' niyetine bir görünüp bir kaybolan belirtileri hissetmeyen kış uykusundaki bir ayılık aymazlığı vardır ki, tekmeleseniz uyanmaz. Arıza, onarılabilir ya da 'geçmiş olsun' dedirtebilecek korkunçluğuyla ortaya çıktığında yapılacaklar da farklıdır elbette. 'Onarılabilir' bir arıza kendini göstermişse, bu büyük nimetin farkında olup yatıp kalkıp şükrederek kolları sıvar ve 'yapılması gereken'i icra edebiliriz.
Bu aşamada 'tazmin edeceğiniz ve göze alacağınız maliyeti' siz belirlersiniz. Ancak kış uykusundan bizi tekmeleseler de uyanamadıysak ve sonuçta 'çömlek patladı'ysa birinci durumdan farklı olarak 'tazmin edeceğiniz ve göze alacağınız maliyeti' mağdur olan taraf belirlemelidir.
Pazar günü yayımlanan haberi duymuşsunuzdur; ancak bir kez daha paylaşalım:
'Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, Manisa'nın Soma İlçesi'ndeki maden faciasında 14 kişiyle en çok kaybı veren İzmir'in Kınık İlçesine bağlı Köseler Mahallesi'nde taziye ziyaretlerinde bulundu, köylülerle sohbet etti.
İşçiler, Bakan Çelik'e şok iddialarda bulundu. Çelik ise 'Allah Allah, bunları bir not alsanız ya. Yani sizin yüzünüz yanıyor muydu, tavanlardan mı sıcak geliyordu. O zaman yangın aşağıdan çıktı demek ki. Çok farklı bir şey bu' dedi.'
Nasıl?
Sensörler yanıp sönmüş... Madencilerin yüzünü yakacak kadar yanıp sönmüş ama belli ki kış uykusu da baldan tatlı gelmiş sorumlulara.
Mağdurların ilk talebi; saygıdır!
Saygı, teyelleri görünen mazeretler ileri sürmekten behemal vazgeçmektir.
Kriz iletişimi sürecinin nasıl işleyeceğini planlarken, şu soruyu, 'Takdir-i ilahi' sözcüğünü aklınızda tutsanız da asla ve kat'a telaffuz etmeden yanıtlamakla işe başlayabilirsiniz:
Kendi takdirlerinizin sonucu olarak ortaya çıkan bedeli ödemeye hazır mısınız, değil misiniz?
'Geliyorum' demeden, sensörlerini cılız ya da kuvvetli yakıp söndürmeden, işaretini vermeden başımıza gelmiş olan bir tane kaza örneği bulamazsınız. Bu nedenledir ki, cılız ya da kuvvetli anlam işaretlerini sezebilecek 'duygusal ve vicdanî zeka'dan yoksun kalmış kâr odaklı vahşi kapitalizm türevi yöneticilere tüm iş yerlerimizde dikkat edilmelidir.
Ekonomimizin geleceğinde bir numaralı meselenin şu soruda düğümlendiğini hep birlikte idrak ettiğimiz anda umutlu olmaya da hak kazanacağız:
İnsan kaynak değil 'kıymet'tir.
On yıl önce yazdığımız 'Algılama Yönetimi' adlı kitapta gerekçelendirerek izah etmeye çalıştığımız bu kavramın, gecikmeye izin verilmeden tüm İK politikalarının ruhuna sızması ve tüm İK stratejilerinin 'kıymet' üzerine bina edilip revize edilmesi elzemdir. 'İnsan Kaynakları' ifadesinin artık tek tük şirketlerde değil, mevzuatla genele yayılması sağlanıp 'İnsan Kıymetleri' olarak telaffuz edilmesiyle işe başlanabilir.
'İnsan Kıymetleri'nden sorumlu olanların 'korkuyla disiplin sağlama' yöntemleri, Sanayi Devrimi'nin 20. Yüzyıl'a kadar yayılabilen zorunlu çıktılarından biriydi. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları'nın çelik sanayii ve bağlı olarak devasa teknolojik gelişmelere (karada, havada, denizde) yaptığı yatırımlarla, insan gücünün dibine kadar kullanılması anlamında 'korkuyla disiplin sağlama' yöntemlerinin zorunlu bir ilişkisi vardı. Şimdi ise dünya kuramsal olarak vizyonuna koyduğu 'İnsana yatırım'ı, üretimin ve iş hayatının vazgeçilmezi haline getirmeye çalışıyor.
'İnsana yatırım' dediğimiz o muhteşem ifadenin üretimde karşılığını bulabilmesi, çalışanı da, yöneticiyi de 'kıymet' olarak görmekten geçiyor.