Bunca düşmanlığı göğüslemenin yolu...
09 Haziran 2016 Yeni Şafak
İstanbul Vezneciler ve Midyat'taki alçak saldırıda yine çok canlar yandı. Pusu kurarak cana kastedenlerin kimler olduğu konusunda vatandaşın kafasındaki muhtemel adresler belli ve o adreslerin arkasındaki güçler konusunda da herkesin üç aşağı beş yukarı bir fikri var. Terörün kaynağındaki siyasi iletişim hedefinin mahiyetini anlamak için kafa yorduğumuzda zihinlerimize birbirleriyle rekabet halinde çalışan istihbarat örgütleri arasındaki güç dengesinden, Türkiye'yi kimlerin hedefe oturtmak istediğine kadar pek çok soru üşüşüyor.
Türkiye'yi hedefe oturtmak isteyenleri Batı basınındaki aleyhimize çıkan yazılardan, 1915'e dair Ermeni iddialarını tanıyan Alman Parlamentosu'ndan, PKK ile aynı gözlükten dünyaya bakan teröristlerle işbirliği halinde Suriye'de operasyon yapan Amerikan dış ve savunma siyasetinden tanımıyor muyuz?
Orhan Pamuk Türkiye'yi kastederek “Bugün gücün giderek merkezileşmesi ve ifade özgürlüğüne saygı duyulmamasından ötürü öfkeliyiz” diye konuşadursun, asıl hangi güçlerin bir araya toplanıp, merkezileşerek ülkemiz aleyhine sözbirliği edercesine dolaplar çevirdiğini düşünmek durumundayız.
Düşünmekle kalmayıp, Batı ülkelerinin halklarına kendi hükümetlerinin gösterdikleri Türkiye ile bizim gerçeğimizin örtüşmediğini anlatmamız lazım. Kapsamlı bir uluslararası iletişim stratejisi çerçevesinde Türkiye'nin dünyaya 'yumuşak güç' araçlarıyla, kültürle, turizmle, sanatla, sporla seslenebilmesinin sürdürülebilir yollarını açmamız lazım. (Obama'nın, kızının mezuniyet töreni nedeniyle katılamayacağı Muhammed Ali'nin cenaze törenine Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Türkiye'den kalkıp gitmesi de, ülkemizi temsil etmesi de sözünü ettiğim stratejik iletişim tablosunun aksiyonlarından biridir.)
Terör can alıyor ve hayat devam ederken ayakta kalmamızı sağlayacak olan markamızı, uluslararası düzeyde itibarımızı, genel olarak algımızı ve tabii ki ekonomik payandalarımızı tehdit ediyor. Olumsuz yansımalarından birini en sert biçimiyle turizmde görüyoruz. Elimizdeki son TÜİK rakamlarına göre turizm gelirlerimiz 2016'nın ilk çeyreğinde yüzde 16,5 düşüşle 4 milyar 66 milyon 384 bin dolar olmuştu. Terörün devamıyla ikinci çeyrekte bu düşüşün artacağı da rahatlıkla söylenebilir. Terör, dünyada Türk markalarının rekabetçi gücünü de olumsuz yönde etkiliyor.
Yok terördü, yok yüz yılı aşkın sene öncesinin güvenilir tarihçisini hâlâ arayan Ermeni meselesiydi, yok bizim halkımızın oylarıyla Cumhurbaşkanı seçtiği Recep Tayyip Erdoğan'ın eskisinden çok farklı bir Türkiye hayal etmesi ve hayali kuvveden fiile taşıması sonucu Batı'nın kopardığı yaygaraydı derken gelinen noktada bizi bekleyen gerçek şudur:
Türkiye'nin, itibar yönetimine sanıldığından çok daha fazla ihtiyacı vardır.
Sözkonusu itibar yönetiminin zeminini oluşturacak kültürün politikasının, veya bir diğer deyişle 'yumuşak güc'ünaraçlarından biri, Guardiangazetesindeki haberde sanki bize el sallıyordu:
Mevlânâ Celaleddin Rumî'nin hayatı bir Hollywood filmine konu olacakmış. Eğer teklifi kabul ederlerse Leonardo DiCaprio Mevlânâ'yı veRobert Downey Jr.da Şems-i Tebrizî rollerini canlandıracaklarmış. Senaryoyu David Franzoni yazacakmış. Senarist “Mevlânâ şu an Amerika'da çok popüler” diyormuş. Yapımcısı ile senaristi ön hazırlıklar için İstanbul'a gelmiş ve sonra Konya'yı ziyaret etmişler.
Haberi okur okumaz, bu filmde Türkiye'nin fikri katkısının mutlaka olması gerektiğinden hareketle yine Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü'nün taşıdığı görev, sorumluluk ve potansiyeli düşünmeden edemedim. Çünkü bu filme önderlik edilmezse, sonuçta, gerçekliğinden koparılmış bir Anadolu abidesi yerine, bizlerin bile tanımakta güçlük çekeceği, bambaşka, belki Rum ve belki de Acem, hatta ne bileyim çağlar öncesine esnetilmiş bir 'Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” zihniyetiyle canlandırılmış, spiritüalist akımların 'karma'sı akıl almaz tuhaflıkta bir Mevlânâ ile karşılaşabiliriz.
Bu “ucubeliği” engellemenin yolu o projeye sahip çıkmak ya da bir yenisini, ondan daha çok ses getirecek kalitede olanını yapmaktan geçer...
Hep söyledik ve hep yakındık: Çocuklarımıza seyrettirebileceğimiz, tüm gerçekliğimizi gücümüzle ve dramımızla yansıtabilen uluslar arası standartlarda kotarılmış ne bir İstiklal Savaşı, ne Birinci Dünya Savaşı ve ne de çok farklı milletleri bir arada barış içinde yaşatabilen Osmanlı kültür ve değerlerini yansıtabilmiş bir filmi çekebildik ya da çektirebildik. (Örneğin bir Mimar Sinan ve yine örneğin 1492'de İspanya'dan kovulan Sefaradları temelde konu alan bir dramatik uzun metraj filmleri çekilemez miydi?)
Orhan Pamuk, İtalyan La Repubblica gazetesine verdiği röportajda “Bazen, Türkiye'nin sorunlarının kimse tarafından umursanmadığı eski, güzel günleri özlüyorum” demiş. Vallahi ben özlemiyorum. Türkiye'nin sorunları da, başarıları da Batı'yı artık çok yakından ilgilendiriyor ve “Dünya beşten büyüktür” diyen bu ülke onları çok rahatsız ediyor. Onlar da bizi rahatsız etmeyi seçiyorlar. Sonuçta biz de onların hasar vermeye çalıştığı -ve bu çabada hayli de yol kat ettikleri- itibarımızı doğru yönetmek ve kendimizi tüm gerçekliğimizle, gücümüzle, vizyonumuzla doğru ifade etmeye çalışmakla mükellefiz.
Türkiye'yi hedefe oturtmak isteyenleri Batı basınındaki aleyhimize çıkan yazılardan, 1915'e dair Ermeni iddialarını tanıyan Alman Parlamentosu'ndan, PKK ile aynı gözlükten dünyaya bakan teröristlerle işbirliği halinde Suriye'de operasyon yapan Amerikan dış ve savunma siyasetinden tanımıyor muyuz?
Orhan Pamuk Türkiye'yi kastederek “Bugün gücün giderek merkezileşmesi ve ifade özgürlüğüne saygı duyulmamasından ötürü öfkeliyiz” diye konuşadursun, asıl hangi güçlerin bir araya toplanıp, merkezileşerek ülkemiz aleyhine sözbirliği edercesine dolaplar çevirdiğini düşünmek durumundayız.
Düşünmekle kalmayıp, Batı ülkelerinin halklarına kendi hükümetlerinin gösterdikleri Türkiye ile bizim gerçeğimizin örtüşmediğini anlatmamız lazım. Kapsamlı bir uluslararası iletişim stratejisi çerçevesinde Türkiye'nin dünyaya 'yumuşak güç' araçlarıyla, kültürle, turizmle, sanatla, sporla seslenebilmesinin sürdürülebilir yollarını açmamız lazım. (Obama'nın, kızının mezuniyet töreni nedeniyle katılamayacağı Muhammed Ali'nin cenaze törenine Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın Türkiye'den kalkıp gitmesi de, ülkemizi temsil etmesi de sözünü ettiğim stratejik iletişim tablosunun aksiyonlarından biridir.)
Terör can alıyor ve hayat devam ederken ayakta kalmamızı sağlayacak olan markamızı, uluslararası düzeyde itibarımızı, genel olarak algımızı ve tabii ki ekonomik payandalarımızı tehdit ediyor. Olumsuz yansımalarından birini en sert biçimiyle turizmde görüyoruz. Elimizdeki son TÜİK rakamlarına göre turizm gelirlerimiz 2016'nın ilk çeyreğinde yüzde 16,5 düşüşle 4 milyar 66 milyon 384 bin dolar olmuştu. Terörün devamıyla ikinci çeyrekte bu düşüşün artacağı da rahatlıkla söylenebilir. Terör, dünyada Türk markalarının rekabetçi gücünü de olumsuz yönde etkiliyor.
Yok terördü, yok yüz yılı aşkın sene öncesinin güvenilir tarihçisini hâlâ arayan Ermeni meselesiydi, yok bizim halkımızın oylarıyla Cumhurbaşkanı seçtiği Recep Tayyip Erdoğan'ın eskisinden çok farklı bir Türkiye hayal etmesi ve hayali kuvveden fiile taşıması sonucu Batı'nın kopardığı yaygaraydı derken gelinen noktada bizi bekleyen gerçek şudur:
Türkiye'nin, itibar yönetimine sanıldığından çok daha fazla ihtiyacı vardır.
Sözkonusu itibar yönetiminin zeminini oluşturacak kültürün politikasının, veya bir diğer deyişle 'yumuşak güc'ünaraçlarından biri, Guardiangazetesindeki haberde sanki bize el sallıyordu:
Mevlânâ Celaleddin Rumî'nin hayatı bir Hollywood filmine konu olacakmış. Eğer teklifi kabul ederlerse Leonardo DiCaprio Mevlânâ'yı veRobert Downey Jr.da Şems-i Tebrizî rollerini canlandıracaklarmış. Senaryoyu David Franzoni yazacakmış. Senarist “Mevlânâ şu an Amerika'da çok popüler” diyormuş. Yapımcısı ile senaristi ön hazırlıklar için İstanbul'a gelmiş ve sonra Konya'yı ziyaret etmişler.
Haberi okur okumaz, bu filmde Türkiye'nin fikri katkısının mutlaka olması gerektiğinden hareketle yine Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü'nün taşıdığı görev, sorumluluk ve potansiyeli düşünmeden edemedim. Çünkü bu filme önderlik edilmezse, sonuçta, gerçekliğinden koparılmış bir Anadolu abidesi yerine, bizlerin bile tanımakta güçlük çekeceği, bambaşka, belki Rum ve belki de Acem, hatta ne bileyim çağlar öncesine esnetilmiş bir 'Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” zihniyetiyle canlandırılmış, spiritüalist akımların 'karma'sı akıl almaz tuhaflıkta bir Mevlânâ ile karşılaşabiliriz.
Bu “ucubeliği” engellemenin yolu o projeye sahip çıkmak ya da bir yenisini, ondan daha çok ses getirecek kalitede olanını yapmaktan geçer...
Hep söyledik ve hep yakındık: Çocuklarımıza seyrettirebileceğimiz, tüm gerçekliğimizi gücümüzle ve dramımızla yansıtabilen uluslar arası standartlarda kotarılmış ne bir İstiklal Savaşı, ne Birinci Dünya Savaşı ve ne de çok farklı milletleri bir arada barış içinde yaşatabilen Osmanlı kültür ve değerlerini yansıtabilmiş bir filmi çekebildik ya da çektirebildik. (Örneğin bir Mimar Sinan ve yine örneğin 1492'de İspanya'dan kovulan Sefaradları temelde konu alan bir dramatik uzun metraj filmleri çekilemez miydi?)
Orhan Pamuk, İtalyan La Repubblica gazetesine verdiği röportajda “Bazen, Türkiye'nin sorunlarının kimse tarafından umursanmadığı eski, güzel günleri özlüyorum” demiş. Vallahi ben özlemiyorum. Türkiye'nin sorunları da, başarıları da Batı'yı artık çok yakından ilgilendiriyor ve “Dünya beşten büyüktür” diyen bu ülke onları çok rahatsız ediyor. Onlar da bizi rahatsız etmeyi seçiyorlar. Sonuçta biz de onların hasar vermeye çalıştığı -ve bu çabada hayli de yol kat ettikleri- itibarımızı doğru yönetmek ve kendimizi tüm gerçekliğimizle, gücümüzle, vizyonumuzla doğru ifade etmeye çalışmakla mükellefiz.