Didişmeden tartışmayı özlemişiz…
12 kasım 2015 yeni şafak
Dün hayli ilginç bir toplantıya bu kez 'dinleyici' olarak katıldım…
Zaman zaman yeri geldiğinde konferans ve derslerimde sorarım: “Konuşmak mı daha zordur dinlemek mi?” Genellikle de doğru yanıtı alırım: “Dinlemek daha zordur!”…
Dün bizzat yaşadım. Kendimi konuşmamak için zor tuttum. Öyle ya. Genellikle “5 kuruş ver başlat; on kuruş ver susturama!” durumları vardır bende. Hayatımızı konuşup yazarak kazanıyoruz ya… Ama tuttum bu kez kendimi… Konuşmadım…
Üç konuşmacının üçü de yıllardır tanıdığım; görüşlerine zaman zaman katılmasam da birikimlerine duyduğum saygıyla izlediğim ustalardı: Prof. Dr. Deniz Gökçe, Prof. Dr. Taner Berksoy, Prof. Dr. Asaf Savaş Akat…
TV'de yaptıkları Ekodiyalog programının da müdavimiydim. Çok zor bir işe kalkışıp, benim de iki kez konuşmacı olarak katıldığım, Patronlar Okulu'nun adını verdiği organizasyonu ısrar ve başarıyla yıllardır sürdüren Sibel Kaya'dan Allah razı olsun; o üçlüyü bu kez 'elektronik' değil 'analog' ortamda bir araya getirmiş ve birçok işadamı ve memleket meselelerini ciddiye alan insanı Steinberger otelinin 26'ncı katında bir kahvaltı sohbetinde toplamıştı…
“Geleceği artık tahmin etmekte hayli zorlanıyoruz” dedi Akat ve devam etti: “Onca yıllık deneyimim içinde ilk kez Kasım ayına gelmemize rağmen 2016 için bir tahmin yürütemiyorum. O kadar belirsizlik faktörü bir arada ki… 1 Kasım saat 17.00'de biri gelip bana deseydi ki '%45'in altı senin üstü benim', hayatımda kumarı hiç sevmememe rağmen hemen parayı basardım %45'in altından yana.
Ya da bugün… Hükümette ekonomi ve finansın başına kimin geçeceğini kim biliyor? Ona göre pek çok şey değişir. BİST Yön. K. Eski Başkanı İbrahim Turhan geçerse farklı bir yol izlenir; Yiğit Bulut geçerse mesela hayli değişik bir yöne gidilir… Ali Babacan geçerse hangi yolu izleyeceğini nispeten kestirebiliyoruz; Peki ya Nihat Zeybekci?.. Durum böyleyken 2016 tahminlerini nasıl yapayım…”
Gökçe ise FED'in faizle ilgili kararının Aralık'ta nasıl çıkacağının bilinmemesinin de bir başka belirsizlik olduğunun altını çizdi ve çok çarpıcı bir örnek verdi: “Dünya petrol rezervlerinin %17'sinin Venezüella'da olduğu biliniyor. Bunlar toprağın altında. Üstüne çıkarılması lazım. Onun için de para lazım. Çin'den geliyordu para. Ancak petrol fiyatlarındaki şiddetli düşüş onları da etkiledi. Gelirleri 90 milyardan 20 milyara düştü. Enflasyon ise %200 ile %300 arasında bir yerlerde…”
Konuşmacılar, küresel etkileşim ve Türkiye'nin içinde bulunduğu jeopolitik kaotik ortamın hayli belirleyici olduğu hususunda mutabıktılar. Bir de Demirel Modeli adını verdikleri ve “Vadet, unut! Nasılsa halk da unutur!” şeklinde özetledikleri siyasi iletişim yaklaşımının geçerliliğini yitirdiği konusunda… Bu arada son seçimlerin en azından siyasi faktör konusunda belli rahatlama getirdiği tespitinde mutabık olan Berksoy ile Akat bir hususta pek anlaşamadılar.
Akat'a göre, kriz durumlarının, ya da kötü senaryoların gerçekleşmesi halinde, iyi yönetilen ve risk alabilen şirketler için bir büyüme ve rekabeti yok etme fırsatı doğabilirdi… Berksoy'a göre ise; bu yaklaşım yerine, önümüzdeki dönem daha çok temkinli olmak gerekiyordu.
Asaf Savaş'a göre Türkiye, iç pazarda büyüme sürecinin sonuna gelmişti. Bundan böyle ülkenin döviz geliri getirecek dış yatırımlara yönelmesi yerinde olacaktı…
İnsanların birbirlerini dinlemeyi, her türden fikre saygı duymayı, rekabetle husumeti birbirinden ayırmayı becerdiklerini görmek pek bir keyifliydi. Darısı bazı TV'lerdeki 'didişme programları'nın başına…
Kültür meselesi ihmal edilemez…
Bu hafta etkili ve belli oranlarda –rahmetli Attilâ İlhan'ın deyişiyle- ayak nasırına basan yorumlarla karşılaştım.
Biri, okurlarımızdan Ali Kerim Ün beyden gelmişti: “İradeyi irade yapan şey öznedir. Pekiyi, millî iradenin öznesi kimdir? Kafa yordunuz mu hiç?” diye sormuştu Kerim bey. Aklıma ilk gelen yanıt, kültür ve değerler oldu aslında. Yine de emin olamadım. Onca sık kullandığım millî irade kavramın üzerine daha çok kafa yorma gerektiğine kanaat getirdim.
Bizim gazeteden Genel Yayın Yönetmenimiz İbrahim Karagül, yazarlarımız Yusuf Ziya Cömert ve Leyla İpekçi farklı açılardan aynı mesele üzerine görüşlerini serdetmişlerdi. Kültür meselesi…
Muhafazakâr kesimin popüler ve/veya klasik eğlence kültürüne kafa yoran herkesin bu üç yazarın bu hafta yayınlanan ilgili yazılarını dikkatle okumalarını salık veririm.
İşte size İpekçi'den bir tadımlık bölüm:
“Evet elbette kültürel iktidarı hedeflemek; iktidarının 13. yılında her iki kişiden birinin oyunu almış bir parti için kaçınılmaz bir hedeftir. Hele ki on yıllar boyu kültürel dayatmacılığını pozitivist bir hayat görüşü ve seküler değerlere dayanarak devam ettirmiş bir anlayış karşısında bu kaçınılmazdır.
Lakin kültürel iktidarı 'ele geçirmek' olarak tanımlayanlardan bugünlere dek çok çektik. Çağdaş kültür ve sanat dünyamızın 2000'li yıllara dek tek belirleyicisi konumundaki laik çevrenin sosyal demokrat ve / veya liberal demokrat kesimlerinin içine doğduğum ve içinde büyüyüp kavrulduğum için bu dayatmacılığın gerisindeki ruh haline 'içeriden' aşinayım…”
Burada defalarca dile getirdiğimiz gibi; siyasi iktidarlar maddeyle değil mana ile kazanılır. (Bkz. 2002 seçimleri) Mananın temelini ise kültür ve değerler oluşturur. Bugün 'en büyük ekonomiler' listelerinde nerede olduğunuzdan çok, küresel 'Yumuşak Güç' (Soft Power) listelerinde hangi sırada olduğunuz, gelişmişliğin simgesi olarak kabul edilmekte… Ülke marka gücünüz de ona bağlı; ülkenizden çıkacak markaların ve ihracatınızın gücü de… Bu durumun başarı kriteri ise kültür ve değerlerinizi ne kadar geliştirdiğinizle ilgili…
Zaman zaman yeri geldiğinde konferans ve derslerimde sorarım: “Konuşmak mı daha zordur dinlemek mi?” Genellikle de doğru yanıtı alırım: “Dinlemek daha zordur!”…
Dün bizzat yaşadım. Kendimi konuşmamak için zor tuttum. Öyle ya. Genellikle “5 kuruş ver başlat; on kuruş ver susturama!” durumları vardır bende. Hayatımızı konuşup yazarak kazanıyoruz ya… Ama tuttum bu kez kendimi… Konuşmadım…
Üç konuşmacının üçü de yıllardır tanıdığım; görüşlerine zaman zaman katılmasam da birikimlerine duyduğum saygıyla izlediğim ustalardı: Prof. Dr. Deniz Gökçe, Prof. Dr. Taner Berksoy, Prof. Dr. Asaf Savaş Akat…
TV'de yaptıkları Ekodiyalog programının da müdavimiydim. Çok zor bir işe kalkışıp, benim de iki kez konuşmacı olarak katıldığım, Patronlar Okulu'nun adını verdiği organizasyonu ısrar ve başarıyla yıllardır sürdüren Sibel Kaya'dan Allah razı olsun; o üçlüyü bu kez 'elektronik' değil 'analog' ortamda bir araya getirmiş ve birçok işadamı ve memleket meselelerini ciddiye alan insanı Steinberger otelinin 26'ncı katında bir kahvaltı sohbetinde toplamıştı…
“Geleceği artık tahmin etmekte hayli zorlanıyoruz” dedi Akat ve devam etti: “Onca yıllık deneyimim içinde ilk kez Kasım ayına gelmemize rağmen 2016 için bir tahmin yürütemiyorum. O kadar belirsizlik faktörü bir arada ki… 1 Kasım saat 17.00'de biri gelip bana deseydi ki '%45'in altı senin üstü benim', hayatımda kumarı hiç sevmememe rağmen hemen parayı basardım %45'in altından yana.
Ya da bugün… Hükümette ekonomi ve finansın başına kimin geçeceğini kim biliyor? Ona göre pek çok şey değişir. BİST Yön. K. Eski Başkanı İbrahim Turhan geçerse farklı bir yol izlenir; Yiğit Bulut geçerse mesela hayli değişik bir yöne gidilir… Ali Babacan geçerse hangi yolu izleyeceğini nispeten kestirebiliyoruz; Peki ya Nihat Zeybekci?.. Durum böyleyken 2016 tahminlerini nasıl yapayım…”
Gökçe ise FED'in faizle ilgili kararının Aralık'ta nasıl çıkacağının bilinmemesinin de bir başka belirsizlik olduğunun altını çizdi ve çok çarpıcı bir örnek verdi: “Dünya petrol rezervlerinin %17'sinin Venezüella'da olduğu biliniyor. Bunlar toprağın altında. Üstüne çıkarılması lazım. Onun için de para lazım. Çin'den geliyordu para. Ancak petrol fiyatlarındaki şiddetli düşüş onları da etkiledi. Gelirleri 90 milyardan 20 milyara düştü. Enflasyon ise %200 ile %300 arasında bir yerlerde…”
Konuşmacılar, küresel etkileşim ve Türkiye'nin içinde bulunduğu jeopolitik kaotik ortamın hayli belirleyici olduğu hususunda mutabıktılar. Bir de Demirel Modeli adını verdikleri ve “Vadet, unut! Nasılsa halk da unutur!” şeklinde özetledikleri siyasi iletişim yaklaşımının geçerliliğini yitirdiği konusunda… Bu arada son seçimlerin en azından siyasi faktör konusunda belli rahatlama getirdiği tespitinde mutabık olan Berksoy ile Akat bir hususta pek anlaşamadılar.
Akat'a göre, kriz durumlarının, ya da kötü senaryoların gerçekleşmesi halinde, iyi yönetilen ve risk alabilen şirketler için bir büyüme ve rekabeti yok etme fırsatı doğabilirdi… Berksoy'a göre ise; bu yaklaşım yerine, önümüzdeki dönem daha çok temkinli olmak gerekiyordu.
Asaf Savaş'a göre Türkiye, iç pazarda büyüme sürecinin sonuna gelmişti. Bundan böyle ülkenin döviz geliri getirecek dış yatırımlara yönelmesi yerinde olacaktı…
İnsanların birbirlerini dinlemeyi, her türden fikre saygı duymayı, rekabetle husumeti birbirinden ayırmayı becerdiklerini görmek pek bir keyifliydi. Darısı bazı TV'lerdeki 'didişme programları'nın başına…
Kültür meselesi ihmal edilemez…
Bu hafta etkili ve belli oranlarda –rahmetli Attilâ İlhan'ın deyişiyle- ayak nasırına basan yorumlarla karşılaştım.
Biri, okurlarımızdan Ali Kerim Ün beyden gelmişti: “İradeyi irade yapan şey öznedir. Pekiyi, millî iradenin öznesi kimdir? Kafa yordunuz mu hiç?” diye sormuştu Kerim bey. Aklıma ilk gelen yanıt, kültür ve değerler oldu aslında. Yine de emin olamadım. Onca sık kullandığım millî irade kavramın üzerine daha çok kafa yorma gerektiğine kanaat getirdim.
Bizim gazeteden Genel Yayın Yönetmenimiz İbrahim Karagül, yazarlarımız Yusuf Ziya Cömert ve Leyla İpekçi farklı açılardan aynı mesele üzerine görüşlerini serdetmişlerdi. Kültür meselesi…
Muhafazakâr kesimin popüler ve/veya klasik eğlence kültürüne kafa yoran herkesin bu üç yazarın bu hafta yayınlanan ilgili yazılarını dikkatle okumalarını salık veririm.
İşte size İpekçi'den bir tadımlık bölüm:
“Evet elbette kültürel iktidarı hedeflemek; iktidarının 13. yılında her iki kişiden birinin oyunu almış bir parti için kaçınılmaz bir hedeftir. Hele ki on yıllar boyu kültürel dayatmacılığını pozitivist bir hayat görüşü ve seküler değerlere dayanarak devam ettirmiş bir anlayış karşısında bu kaçınılmazdır.
Lakin kültürel iktidarı 'ele geçirmek' olarak tanımlayanlardan bugünlere dek çok çektik. Çağdaş kültür ve sanat dünyamızın 2000'li yıllara dek tek belirleyicisi konumundaki laik çevrenin sosyal demokrat ve / veya liberal demokrat kesimlerinin içine doğduğum ve içinde büyüyüp kavrulduğum için bu dayatmacılığın gerisindeki ruh haline 'içeriden' aşinayım…”
Burada defalarca dile getirdiğimiz gibi; siyasi iktidarlar maddeyle değil mana ile kazanılır. (Bkz. 2002 seçimleri) Mananın temelini ise kültür ve değerler oluşturur. Bugün 'en büyük ekonomiler' listelerinde nerede olduğunuzdan çok, küresel 'Yumuşak Güç' (Soft Power) listelerinde hangi sırada olduğunuz, gelişmişliğin simgesi olarak kabul edilmekte… Ülke marka gücünüz de ona bağlı; ülkenizden çıkacak markaların ve ihracatınızın gücü de… Bu durumun başarı kriteri ise kültür ve değerlerinizi ne kadar geliştirdiğinizle ilgili…