Dünyayı anlarsanız, okuyabilirsiniz...
05.04.2014 Yeni Şafak
Çarşamba gecesi Abbas Güçlü'nün Kanal D'deki 'Genç Bakış' programında Prof. Dr. Ümit Özdağ ile birlikte gençlerin karşısındaydık. Üniversitedeki derslerden ve iş hayatından onları zaten yakından tanıyorum ve aynı zamanda 'delikanlı'lığın insana neler hissettirip neler yaptırabileceğinden o yaşlardan geçmiş biri olarak elbette haberdarım.
Örneğin, Akdeniz ülkelerinde 'liderliğin çok önem taşıdığı'na işaret edip, şu cümleleri kurduğumda zihnen muhalif tarafa yatan 'abartılmış aidiyet' duygusunun nasıl aleyhime işleyeceğinin fazlasıyla farkındaydım:
'Atatürk, Menderes, Özal ve şimdi Erdoğan. Türkiye'de başka bir lider çıkmadı. Muhalefetin problemi, böyle bir liderliği geliştirememiş olması. (...) Lider, ortalamanın arzusu, fikri, önerisi doğrultusunda hareket etmez, o nedenle yalnızdır. Mesela Gezi döneminde Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın Arınç daha uzlaşmacı, daha yumuşak bir politika izlenmesini önerdiler oysa Başbakan çok sert bir politika izledi. 17 Aralık süreci 25 Mart söylentileri sırasında da kendisine birçok insan itidal tavsiye etti ama o tam tersini yaptı. Zaten liderler, vasat ve ortalama aklın peşinden gitmeyenlerdir. Cesurdurlar, ezber bozarlar.'
Abbas Güçlü'nün Milliyet'teki köşesinde de yazdığı bu tespitlerimiz karşısında muhalif genç insanların öfkelenmesinden daha doğal ne olabilir? Çok kızdılar. Sinirlendiler ve içlerinden ne geçiyorsa saklamadılar. Diğer yandan değerlendirmelerimizin özünü anlayıp da ifade etmekten kaçınan gençlerden biri e-postayla görüşlerini şöyle dile getirdi:
'Merhabalar hocam,
Az önce konuk olduğunuz programdan döndüm ve sizden bir özür dilemem gerektiğini düşündüm. Özür dilerim çünkü programda söylediklerinizden sonra olası bir baskı/yalnız kalma durumundan korkup sizi yalnız bıraktım. (...) Tek sorum şu, böyle bir baskı altına alınacağınızı bile bile bu kadar net önyargıya rağmen programa katılma sebebiniz ve usanmadan verdiğiniz cevaplardan hiçbir şey öğrenmeyecek koşulsuz karşıt bu insanlara karşı neden doğruyu gösterme çabasında olduğunuzu merak ediyorum?'
Adını, öğrenim gördüğü bölümü saklı tutarak bu arkadaşımıza yanıtımızı verelim:
'Gençlerle her ortamda bir arada olmak bana iyi gelir. Kendimi geliştirdiğimi, fikirlerimi tazeleme, yenileme olanağı yakaladığımı düşünüyorum. Üniversitede ders verme nedenim de bu. Ayrıca kendileri gibi düşünmeyenlerle biraraya gelmenin onlara da iyi gelebileceğini sanıyorum. '
1986 yılında bir gece vakti eşi ve oğlu ile sinemadan evine dönerken bir cinayete kurban giden İsveç'in unutulmaz Başbakanı Olof Palme'ye bir zamanlar şu sözleri nedeniyle hayranlık duymuştum:
'Biri hasta olduğunu beyan ederek işe gelmiyorsa kendisinden hastane ya da doktor raporu talep edilmemeli. Beyanı doğru kabul edilmeli.'
Benzer bir yaklaşımı sonraları Turgut Özal da Türkiye'ye getirmek için çaba harcamıştı.
Yalan dolanın, hinliklerin boy attığı bir dünyada hem de Başbakanlık makamından bakarak insana duyulan bu sarsılmaz güvene saygı duyulmaz mı hiç? Diğer yandan bir 'ütopya' derecesindeki güveninin kurbanı olması, korumasız dolaşması ve öldürülmesi, hayal ve gerçek arasındaki bıçak sırtında duran dengenin her an bozulabileceğini ortaya koyması açısından ne kadar da hazindir.
Bir Başbakan'ın bile 'hayalci' olması çok anlaşılabilirdir de, mesele iletişim disiplinine gelip takıldığınızda, 'realiteler' sözkonusu olduğundan bakış açınızda kendinize ait hislere yer olmaz. Hatta arzularınızın dışına çıktığınız ölçüde gerçekliklere yaklaşma şansınız artar. Çünkü tahminlerimizi gerçek sanma hastalığına karşı bağışıklık kazanmanın yolu, olguları olduğu gibi görebilmekten geçer. Ümit Bozdağ hoca o gece 'Siyasette 'inanmaktan' çok 'anlamak' önemlidir' demişti... Tayyip Erdoğan'ın 'ezber bozan bir lider' olduğunu ifade eden iletişimciyi, AK Parti yanlısı olarak ilan etmek için sadece ve sadece 'sıkı muhalif bir genç olmak' yeterli olabilir. Öyle kalmak ise, o birey için gelecek tasarımı açısından hayli ümit kırıcı olabilir.
Bu arada, saygı dairesinin dışına çıkmadan fikirlerimizi özgürce eleştirenlere ve de tam tersine akıl ve gönülden destekleyenlere, yine Twitter ortamında verdiğimiz yanıtı, bu sütunlarda da tekrarlayalım:
'Dünyaya 'inanma' yerine 'anlama' çerçevesinden bakarsanız, daha iyi 'okuma' şansını elde edersiniz.'
'CHP'ye oy vereyim ama AK Parti iktidar olsun!'
İşimiz gereği hasbelkader iş dünyasının her konumundaki çalışanları, üst düzey yöneticileri ve patronlarıyla sık sık bir araya geliyoruz. Siyasi yaklaşımları birbirlerinden farklı olabilen bu kişilerle seçim sonrası sohbetlerimizde ilginç değerlendirmelere tanık oluyoruz. Bu arada Sayın Kılıçdaroğlu'nun seçimlerde partisini son derece başarılı bulan yorumlarından yola çıkarak CHP'li arkadaşlarımıza şaka yollu tebriklerimizi sunuyoruz. Onları yine Sayın Kılıçdaroğlu'nun ifadeleriyle, 'metropollerde oylarını artırmış ve yavaş yavaş, sindire sindire iktidara yürümüş' oldukları için kutluyoruz. Yoğun gündemli iş toplantılarına başlamadan önce yapılan bu değerlendirmeler sırasında 'ortak görüş' diyebileceğimiz sıklıkta şu türden içten reaksiyonlar aldık:
'30 Mart günü gidip oyumuzu CHP'ye attık. Ancak CHP kazanacak galiba, diye aklımızdan geçince içimize karabasanlar çöküyordu. Pazartesi günü sonuçları görünce 'oh bu sefer de yırttık', diye düşündük.'
Aldığı oylardan seçmenlerin ortak ruhi şekillenmesini en iyi okuduğu izlenimi yaratan AK Parti liderinin bu durumu da okumasında yarar var. Okuyup da ne olacak? Bunun cevabı araştırma şirketlerinin demografik analizlerinde görülecektir. Liberal oyların en az 6-7 milyon civarında olduğu, sonuçları on-onbeş puan arasında etkileyeceği ifade ediliyor. İşte bu oylar CHP'ye oy verip AK Parti'nin kazanmasını isteyen kesimde toplanıyor. Onları kazanmanın yolu ise, AK Parti'nin Seçim Beyannamesi'nde altı çizilen (Katılımcı, Kültürel, Sosyal, Çevre dostu, Hizmet belediyeciliği) ve bizim de 'üst yapı' ya da 'akıllı güç' (smart power) diye adlandırdığımız (ilim, irfan, maneviyat, vicdan, kültür, çevre vs) temel meselelerden geçiyor.
CHP'ye oy verip CHP'nin iktidara gelmesinden korkanları, AK Parti'ye oy verip AK Parti'nin iktidar olmasından korkmama noktasına taşımak çok da zor olmamalı.
Örneğin, Akdeniz ülkelerinde 'liderliğin çok önem taşıdığı'na işaret edip, şu cümleleri kurduğumda zihnen muhalif tarafa yatan 'abartılmış aidiyet' duygusunun nasıl aleyhime işleyeceğinin fazlasıyla farkındaydım:
'Atatürk, Menderes, Özal ve şimdi Erdoğan. Türkiye'de başka bir lider çıkmadı. Muhalefetin problemi, böyle bir liderliği geliştirememiş olması. (...) Lider, ortalamanın arzusu, fikri, önerisi doğrultusunda hareket etmez, o nedenle yalnızdır. Mesela Gezi döneminde Sayın Cumhurbaşkanı ve Sayın Arınç daha uzlaşmacı, daha yumuşak bir politika izlenmesini önerdiler oysa Başbakan çok sert bir politika izledi. 17 Aralık süreci 25 Mart söylentileri sırasında da kendisine birçok insan itidal tavsiye etti ama o tam tersini yaptı. Zaten liderler, vasat ve ortalama aklın peşinden gitmeyenlerdir. Cesurdurlar, ezber bozarlar.'
Abbas Güçlü'nün Milliyet'teki köşesinde de yazdığı bu tespitlerimiz karşısında muhalif genç insanların öfkelenmesinden daha doğal ne olabilir? Çok kızdılar. Sinirlendiler ve içlerinden ne geçiyorsa saklamadılar. Diğer yandan değerlendirmelerimizin özünü anlayıp da ifade etmekten kaçınan gençlerden biri e-postayla görüşlerini şöyle dile getirdi:
'Merhabalar hocam,
Az önce konuk olduğunuz programdan döndüm ve sizden bir özür dilemem gerektiğini düşündüm. Özür dilerim çünkü programda söylediklerinizden sonra olası bir baskı/yalnız kalma durumundan korkup sizi yalnız bıraktım. (...) Tek sorum şu, böyle bir baskı altına alınacağınızı bile bile bu kadar net önyargıya rağmen programa katılma sebebiniz ve usanmadan verdiğiniz cevaplardan hiçbir şey öğrenmeyecek koşulsuz karşıt bu insanlara karşı neden doğruyu gösterme çabasında olduğunuzu merak ediyorum?'
Adını, öğrenim gördüğü bölümü saklı tutarak bu arkadaşımıza yanıtımızı verelim:
'Gençlerle her ortamda bir arada olmak bana iyi gelir. Kendimi geliştirdiğimi, fikirlerimi tazeleme, yenileme olanağı yakaladığımı düşünüyorum. Üniversitede ders verme nedenim de bu. Ayrıca kendileri gibi düşünmeyenlerle biraraya gelmenin onlara da iyi gelebileceğini sanıyorum. '
1986 yılında bir gece vakti eşi ve oğlu ile sinemadan evine dönerken bir cinayete kurban giden İsveç'in unutulmaz Başbakanı Olof Palme'ye bir zamanlar şu sözleri nedeniyle hayranlık duymuştum:
'Biri hasta olduğunu beyan ederek işe gelmiyorsa kendisinden hastane ya da doktor raporu talep edilmemeli. Beyanı doğru kabul edilmeli.'
Benzer bir yaklaşımı sonraları Turgut Özal da Türkiye'ye getirmek için çaba harcamıştı.
Yalan dolanın, hinliklerin boy attığı bir dünyada hem de Başbakanlık makamından bakarak insana duyulan bu sarsılmaz güvene saygı duyulmaz mı hiç? Diğer yandan bir 'ütopya' derecesindeki güveninin kurbanı olması, korumasız dolaşması ve öldürülmesi, hayal ve gerçek arasındaki bıçak sırtında duran dengenin her an bozulabileceğini ortaya koyması açısından ne kadar da hazindir.
Bir Başbakan'ın bile 'hayalci' olması çok anlaşılabilirdir de, mesele iletişim disiplinine gelip takıldığınızda, 'realiteler' sözkonusu olduğundan bakış açınızda kendinize ait hislere yer olmaz. Hatta arzularınızın dışına çıktığınız ölçüde gerçekliklere yaklaşma şansınız artar. Çünkü tahminlerimizi gerçek sanma hastalığına karşı bağışıklık kazanmanın yolu, olguları olduğu gibi görebilmekten geçer. Ümit Bozdağ hoca o gece 'Siyasette 'inanmaktan' çok 'anlamak' önemlidir' demişti... Tayyip Erdoğan'ın 'ezber bozan bir lider' olduğunu ifade eden iletişimciyi, AK Parti yanlısı olarak ilan etmek için sadece ve sadece 'sıkı muhalif bir genç olmak' yeterli olabilir. Öyle kalmak ise, o birey için gelecek tasarımı açısından hayli ümit kırıcı olabilir.
Bu arada, saygı dairesinin dışına çıkmadan fikirlerimizi özgürce eleştirenlere ve de tam tersine akıl ve gönülden destekleyenlere, yine Twitter ortamında verdiğimiz yanıtı, bu sütunlarda da tekrarlayalım:
'Dünyaya 'inanma' yerine 'anlama' çerçevesinden bakarsanız, daha iyi 'okuma' şansını elde edersiniz.'
'CHP'ye oy vereyim ama AK Parti iktidar olsun!'
İşimiz gereği hasbelkader iş dünyasının her konumundaki çalışanları, üst düzey yöneticileri ve patronlarıyla sık sık bir araya geliyoruz. Siyasi yaklaşımları birbirlerinden farklı olabilen bu kişilerle seçim sonrası sohbetlerimizde ilginç değerlendirmelere tanık oluyoruz. Bu arada Sayın Kılıçdaroğlu'nun seçimlerde partisini son derece başarılı bulan yorumlarından yola çıkarak CHP'li arkadaşlarımıza şaka yollu tebriklerimizi sunuyoruz. Onları yine Sayın Kılıçdaroğlu'nun ifadeleriyle, 'metropollerde oylarını artırmış ve yavaş yavaş, sindire sindire iktidara yürümüş' oldukları için kutluyoruz. Yoğun gündemli iş toplantılarına başlamadan önce yapılan bu değerlendirmeler sırasında 'ortak görüş' diyebileceğimiz sıklıkta şu türden içten reaksiyonlar aldık:
'30 Mart günü gidip oyumuzu CHP'ye attık. Ancak CHP kazanacak galiba, diye aklımızdan geçince içimize karabasanlar çöküyordu. Pazartesi günü sonuçları görünce 'oh bu sefer de yırttık', diye düşündük.'
Aldığı oylardan seçmenlerin ortak ruhi şekillenmesini en iyi okuduğu izlenimi yaratan AK Parti liderinin bu durumu da okumasında yarar var. Okuyup da ne olacak? Bunun cevabı araştırma şirketlerinin demografik analizlerinde görülecektir. Liberal oyların en az 6-7 milyon civarında olduğu, sonuçları on-onbeş puan arasında etkileyeceği ifade ediliyor. İşte bu oylar CHP'ye oy verip AK Parti'nin kazanmasını isteyen kesimde toplanıyor. Onları kazanmanın yolu ise, AK Parti'nin Seçim Beyannamesi'nde altı çizilen (Katılımcı, Kültürel, Sosyal, Çevre dostu, Hizmet belediyeciliği) ve bizim de 'üst yapı' ya da 'akıllı güç' (smart power) diye adlandırdığımız (ilim, irfan, maneviyat, vicdan, kültür, çevre vs) temel meselelerden geçiyor.
CHP'ye oy verip CHP'nin iktidara gelmesinden korkanları, AK Parti'ye oy verip AK Parti'nin iktidar olmasından korkmama noktasına taşımak çok da zor olmamalı.