Ecnebileşme Tanzimat'la başlamıştır
24.12.2013 - Yeni Şafak Gazetesi
Rahmetli Attilâ İlhan ülkemiz aydını ile halkı arasındaki mesafenin iyice açılmaya başladığı yabancılaşma (ecnebileşme) sürecinde kırılma noktasının Tanzimat'a denk düştüğünü söylerdi. Seçilmişlerle atanmışlar arasındaki çatışmanın keskinleşmeye başlaması da o döneme denk düşmez mi?..
Seçilmişlerle atanmışlar arasındaki uçurumun 'demokrasi' tarihimizdeki rolünü bir türlü idrak etmek istemeyenlerin, Batı basınının hangi değirmene su taşıdığı aşikâr olan 'yorumlarına' hayran olmalarına, 'padişahın atı bize baktı' hissiyatıyla sevinmelerine bu ülkenin insanları ta a o tarihlerden bu yana alışıktırlar.
Siz hiç Financial Times, Guardian, Der Spiegel ya da Wall Street Journal gibi dünyada her biri deve dişi gibi 'marka' olmuş yayınların, büyük finansal kriz patlak verdiğinde Obama'yı iktidardan düşürmeye azmeden yayınlar yaptıklarını gördünüz mü? Lehman Brothers'ın iflasıyla simgelenen ve büyük yolsuzlukları da iyot gibi açığa çıkaran Wall Street krizinde gençler sokaklara dökülürken bu gazeteler ne yapmıştı?
Ya da Wikileaks belgeleri yayınlandığında... Snowden açıklamaları ortalığa döküldüğünde...
Obama'yı devirmek amacıyla Bankalar, FED ve Borsa arasındaki ilişkilerin ipliğini pazara çıkarmaya yönelik, hükümetin altını matkap gibi oymaya yeminli yayınlar yaptı mı bu gazeteler? Stratejik olarak Obama'yı alaşağı etmeyi hedefleyen ısrarlı bir yayın politikasını benimsemek intihar anlamına geldiği için 'demokrasi'nin nimetlerinden yararlanmayı bilerek vizyonlarına, dünya görüşlerine uygun biçimde 'her türlü görüşe açık olma' temkinliliğini gösterdiler. Ekonomi ile demokrasinin beraber yürüyebileceğini onlardan daha iyi kim bilebilirdi ki?
Eee peki şimdi uzunca bir süredir Batı basını ağız birliği etmişçesine Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'na neden yükleniyorlar dersiniz? Türkiye'nin dirlik ve düzenliği için uykusuz kaldıklarından mı?
Atanmışların siyasi iktidarın cazibesinden gözlerini alamaması, Türkiye'de vazgeçilemeyen bir çocukluk hastalığıdır. Günümüzde 'ayakkabı kutusu'yla simgelenen, yakın tarihimizde ise 'hayali ihracatlarla' belleklerde izini bırakmış olan her türlü hırsızlığın açığa çıkarılmasını gönülden isteyenlerin Batı'nın yolsuzluklarıyla hiç ilgilenmemeleri anlaşılabilir bir tutum mudur?
'Kahrolsun!' diye slogan atarak lanetlenen Batı'nın bugün bizzat o kahrolsun diyenlerce 'Bakın nasıl da doğruyu söylüyorlar' diye alkışlanması, günümüzde omurgası dağılmış, ilkesiz bir sosyal demokrat muhalefetin zaman içinde bir iç mantık disiplinine ihtiyaç duymadan gündelik politika ürettiğinin kanıtı değil midir?
Sürdürülebilirlik, ilkeli olmak demektir.
Uzun vadede her türden yolsuzluğa son verecek olanlar, seçilmişlerdir. Bir türlü boynuzlarından tutup yere oturtamadığımız demokrasi boğasının peşinde koşmaktan vazgeçmeden... İlkeler, bugünler için vardır.
Kütüphaneler: Ruhumuzun Büyülü Tapınakları
Bir kurumun hayatındaki 50 yıllık bir geçmişinin insan üzerinde uyandırdığı ilk duygu 'saygı'dır. Talep üzerine bizim de bir 'Kütüphane Bir 'İstifhane' Değildir' başlıklı yazımızla katkıda bulunmaya çalıştığımız 'İstanbul Kütüphanelerinden Anılar' alt başlığıyla yayımlanan 'Ruhumuzun Büyülü Tapınakları' kitabı da bir 50. Yıl armağanı... Türk Kütüphaneciler Derneği İstanbul Şubesi yarım asrı geride bırakmış. Onların armağanı...
Derneğin Başkanı Mehmet Manyas, 'Üreterek kutlamak' anlayışlarının bir gereği olarak hazırladıklarını ifade ettiği bu kitabın önsözünde amaçlarını da çok net bir dille şöyle açıklamış:
'Kütüphanelere dair toplumsal algının ve farkındalığın gelişmesi için.'
Ne ilginçtir ki, 'farkındalık' yaratabilmek de ancak 'farklı' olmakla mümkün hale gelebiliyor. Nasıl 'farklı' olunacağını bilmek ve uygulamak ise bir uzmanlık işi.
Farklılık, algılama değişikliğini sağlayan ünlü iletişim üçgeninin (Tutarlılık, Süreklilik, Yaratıcılık) nirengi noktasını oluşturur. İnternette 'kütüphanelerde farklılık' adına dünyada neler yapıldığını araştırmaya başladığınızda akıllara durgunluk verecek olağanüstü mimarileriyle 'Saray mı, müze mi yoksa NASA üssü mü?' dedirten türden başlı başına büyülü kitap alemleriyle karşılaşılabiliyor.
Ülkemizde tarihin sesini taşıyan büyülü duvarlarıyla, çoktan dillerinin çözülmüş olması gerekip de bugün sessizce işin ehillerinin eline düşmeyi bekleyen el yazmalarımızla, üniversitelerimizin içindeki hazinelerle, halk kütüphanelerimizle, olağanüstü mekânlara sahip olduğumuzun farkındayız. Farkındayız farkında olmasına da, peki ama nasıl farklılaşacağız? Bu 'büyülü tapınaklar'ın her birinde, içine giren herkesin kulağına fısıldandığından emin olduğumuz 'Beni oku' diyen, her anlamda 'okunmayı' bekleyen sessiz taleplere kulak vermeyi akıl ettiğimizde farklılaşmanın fikrini de, konseptini de hemen bulabiliriz.
Örneğin, 2023 Türkiyesi'nde tüm el yazması kitaplarımızın bugünün Türkçesine kazandırılması hedefi, gecikmiş bir adımdır ve henüz hayalimiz olan bu hamle için 'Ekiplerimizi oluşturduk; hadi başlıyoruz!' diyenimiz var da biz mi bilmiyoruz.
Rahmetli Attilâ İlhan ülkemiz aydını ile halkı arasındaki mesafenin iyice açılmaya başladığı yabancılaşma (ecnebileşme) sürecinde kırılma noktasının Tanzimat'a denk düştüğünü söylerdi. Seçilmişlerle atanmışlar arasındaki çatışmanın keskinleşmeye başlaması da o döneme denk düşmez mi?..
Seçilmişlerle atanmışlar arasındaki uçurumun 'demokrasi' tarihimizdeki rolünü bir türlü idrak etmek istemeyenlerin, Batı basınının hangi değirmene su taşıdığı aşikâr olan 'yorumlarına' hayran olmalarına, 'padişahın atı bize baktı' hissiyatıyla sevinmelerine bu ülkenin insanları ta a o tarihlerden bu yana alışıktırlar.
Siz hiç Financial Times, Guardian, Der Spiegel ya da Wall Street Journal gibi dünyada her biri deve dişi gibi 'marka' olmuş yayınların, büyük finansal kriz patlak verdiğinde Obama'yı iktidardan düşürmeye azmeden yayınlar yaptıklarını gördünüz mü? Lehman Brothers'ın iflasıyla simgelenen ve büyük yolsuzlukları da iyot gibi açığa çıkaran Wall Street krizinde gençler sokaklara dökülürken bu gazeteler ne yapmıştı?
Ya da Wikileaks belgeleri yayınlandığında... Snowden açıklamaları ortalığa döküldüğünde...
Obama'yı devirmek amacıyla Bankalar, FED ve Borsa arasındaki ilişkilerin ipliğini pazara çıkarmaya yönelik, hükümetin altını matkap gibi oymaya yeminli yayınlar yaptı mı bu gazeteler? Stratejik olarak Obama'yı alaşağı etmeyi hedefleyen ısrarlı bir yayın politikasını benimsemek intihar anlamına geldiği için 'demokrasi'nin nimetlerinden yararlanmayı bilerek vizyonlarına, dünya görüşlerine uygun biçimde 'her türlü görüşe açık olma' temkinliliğini gösterdiler. Ekonomi ile demokrasinin beraber yürüyebileceğini onlardan daha iyi kim bilebilirdi ki?
Eee peki şimdi uzunca bir süredir Batı basını ağız birliği etmişçesine Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı'na neden yükleniyorlar dersiniz? Türkiye'nin dirlik ve düzenliği için uykusuz kaldıklarından mı?
Atanmışların siyasi iktidarın cazibesinden gözlerini alamaması, Türkiye'de vazgeçilemeyen bir çocukluk hastalığıdır. Günümüzde 'ayakkabı kutusu'yla simgelenen, yakın tarihimizde ise 'hayali ihracatlarla' belleklerde izini bırakmış olan her türlü hırsızlığın açığa çıkarılmasını gönülden isteyenlerin Batı'nın yolsuzluklarıyla hiç ilgilenmemeleri anlaşılabilir bir tutum mudur?
'Kahrolsun!' diye slogan atarak lanetlenen Batı'nın bugün bizzat o kahrolsun diyenlerce 'Bakın nasıl da doğruyu söylüyorlar' diye alkışlanması, günümüzde omurgası dağılmış, ilkesiz bir sosyal demokrat muhalefetin zaman içinde bir iç mantık disiplinine ihtiyaç duymadan gündelik politika ürettiğinin kanıtı değil midir?
Sürdürülebilirlik, ilkeli olmak demektir.
Uzun vadede her türden yolsuzluğa son verecek olanlar, seçilmişlerdir. Bir türlü boynuzlarından tutup yere oturtamadığımız demokrasi boğasının peşinde koşmaktan vazgeçmeden... İlkeler, bugünler için vardır.
Kütüphaneler: Ruhumuzun Büyülü Tapınakları
Bir kurumun hayatındaki 50 yıllık bir geçmişinin insan üzerinde uyandırdığı ilk duygu 'saygı'dır. Talep üzerine bizim de bir 'Kütüphane Bir 'İstifhane' Değildir' başlıklı yazımızla katkıda bulunmaya çalıştığımız 'İstanbul Kütüphanelerinden Anılar' alt başlığıyla yayımlanan 'Ruhumuzun Büyülü Tapınakları' kitabı da bir 50. Yıl armağanı... Türk Kütüphaneciler Derneği İstanbul Şubesi yarım asrı geride bırakmış. Onların armağanı...
Derneğin Başkanı Mehmet Manyas, 'Üreterek kutlamak' anlayışlarının bir gereği olarak hazırladıklarını ifade ettiği bu kitabın önsözünde amaçlarını da çok net bir dille şöyle açıklamış:
'Kütüphanelere dair toplumsal algının ve farkındalığın gelişmesi için.'
Ne ilginçtir ki, 'farkındalık' yaratabilmek de ancak 'farklı' olmakla mümkün hale gelebiliyor. Nasıl 'farklı' olunacağını bilmek ve uygulamak ise bir uzmanlık işi.
Farklılık, algılama değişikliğini sağlayan ünlü iletişim üçgeninin (Tutarlılık, Süreklilik, Yaratıcılık) nirengi noktasını oluşturur. İnternette 'kütüphanelerde farklılık' adına dünyada neler yapıldığını araştırmaya başladığınızda akıllara durgunluk verecek olağanüstü mimarileriyle 'Saray mı, müze mi yoksa NASA üssü mü?' dedirten türden başlı başına büyülü kitap alemleriyle karşılaşılabiliyor.
Ülkemizde tarihin sesini taşıyan büyülü duvarlarıyla, çoktan dillerinin çözülmüş olması gerekip de bugün sessizce işin ehillerinin eline düşmeyi bekleyen el yazmalarımızla, üniversitelerimizin içindeki hazinelerle, halk kütüphanelerimizle, olağanüstü mekânlara sahip olduğumuzun farkındayız. Farkındayız farkında olmasına da, peki ama nasıl farklılaşacağız? Bu 'büyülü tapınaklar'ın her birinde, içine giren herkesin kulağına fısıldandığından emin olduğumuz 'Beni oku' diyen, her anlamda 'okunmayı' bekleyen sessiz taleplere kulak vermeyi akıl ettiğimizde farklılaşmanın fikrini de, konseptini de hemen bulabiliriz.
Örneğin, 2023 Türkiyesi'nde tüm el yazması kitaplarımızın bugünün Türkçesine kazandırılması hedefi, gecikmiş bir adımdır ve henüz hayalimiz olan bu hamle için 'Ekiplerimizi oluşturduk; hadi başlıyoruz!' diyenimiz var da biz mi bilmiyoruz.