Ekmek ve vicdan hırsı yener
09.01.2013 - Yeni Şafak Gazetesi
Binali Yıldırım'ın kampanyayı başlattığı gün İzmir'de 3 yıldır bekletilmiş olan operasyona start verilmesinin zamanlaması konusunda inandırıcılık açısından pek çok kimsenin kafasında soru ışıkları yanıp sönmüşse, tam da bu noktada şapkayı önümüze koymamız gerekiyor, demektir. Benzer bir 'rastlantıdan' geçenlerde bizim gazetede İbrahim Karagül söz etti. 'NSA'nın Türkiye ayağı deşifre oldu' başlıklı yazıdan bir bölümü bir kez daha okumakta yarar var:
'Mısır, Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Bahreyn, Pakistan ve Hindistan'ı etkileyen (Türkiye'yi de etkilediği söyleniyor), Mısır kıyılarından geçen fiber optik kabloların ikisi 30 Ocak'ta kesildi. Tabii ki bu bir 'kaza'ydı. Kabloları gemilerin kopardığı iddia edildi. 1 Şubat'ta ise, Basra Körfezi'nde, Kuveyt'le Umman arasındaki fiber optik kablo kesildi. Bu da kazaydı. Aynı gün Süveyş'ten ve Sri Lanka açıklarından geçen fiber optik kablolar da benzer şekilde 'kazaen' kesildi.
Dört günde beş fiber optik kablo değişik bölgelerde benzer 'kazalara' uğradı. Basra Körfezi ülkelerinde, Kuzey Afrika ülkelerinde internet ve telefon hatlarında büyük sorunlar yaşadı. İran'da internet sistemi çöktü. Asya ülkelerinin İran'la bankacılık işlemleri durdu. Sadece iki ülke bu 'kaza'lardan etkilenmedi; İsrail ve Irak...
Rastlantılara işaret edip sorumuzu soralım: Yargının bağımsızlığını kimler ayaklar altına alır?
Ne menem bir hukukçu ya da hangi iz'an sahibi yargı mensubu, Binali Bey'in tam da seçim kampanyasını başlattığı gün hedefe konulmuş bir lider olduğunu en akılsızın dahi aklına düşürecek bir operasyonu başlatma fikrine 'evet' diyebilir ve bu işi bir 'rastlantı' olarak sunmaya çalışabilir ki?
Akl-ıselim, 'hedef kitle, strateji ve aksiyonlar' üçgeninde duraklamaksızın sinyalizasyon ışıklarını yakıp söndürecek 'iç tutarlılık, ikna ve süreklilik' zinciri arayan bir akıl yürütme sistemine göre hareket etmek durumundadır. Bu çerçeveden bakıldığında İzmir'de gerçekleştirilen operasyon, deşifre ederek okumaya çalıştığımız bir büyük 'illüzyon kampanyası'nın gerçek hedef kitlesinin kim olduğu sorusunu yanıtlamaya zorlar bizleri. Şapkadan tavşan çıkarmak kadar basit bir illüzyon numarasını kimlere göstermek ve alkışı nerelerden almak istemektedirler? En koyu CHP taraftarı İzmirli seçmenin bile, 'İktidarın kampanyası başladı ve aynı gün operasyon haberi geldi. Bu ne iş?' diyebileceğini ve her haliyle niyeti baştan belli, bu açık seçik aksiyonun 'yargının bağımsızlığı'yla alâkasının olmadığını herkes ama istisnasız herkes görmüyor mu? Görüyor tabii! Sadece, 'Gitsinler de nasıl giderlerse gitsinler, Türkiye'ye ne olursa olsun' diye düşünen, tekamülü natamam ruhlar bu duruma aldırış etmeyebilir.
İzmir'de önceki gün yaşananlar, 'iletişimci gözü'yle, hedef kitleyi sorgulama açısından fazlasıyla teğellerini gösteren olağanüstü sakat, provaya ihtiyaç duymayan bir 'terzilik çalışması'dır.
Yargının bağımsızlığını birinci elden riske sokmayı göze alan, ya da tercih eden bu operasyonu ve sonrasında yapılabilecekleri, ('ellerinden gelebilecekleri') aklımızla aradığımızda 'herkesin her koşulda kaybedeceği' bir tabloyu arzu ettiklerini düşünmeye başlarız ki, o zaman karşımıza çıkan şu sorunun ağırlığının tartılıp tartılamayacağını sorgulamamız gerekir:
Herkes kaybederse kim kazançlı çıkar?
Bizim gibi lafı dolandırmasını sevmeyen Başbakan, adıyla sanıyla 'Küresel güçler' diyerek bizzat bileğin üzerindeki ilgili damara basarken, umursamadan başını işaret edilen yerden çevirip 'Sen yolsuzluktan haber ver' diyenlerin nasıl bir sisli kampanyanın içinde kendilerini kaybetmiş olduklarını görmek mümkün ama anlamak zor.
'Bizi bu iktidardan muhalefet kurtaramıyorsa Amerika (hatta İsrail bile olabilir) kurtarsın, razıyım' diyenlerin neleri göze almış olduklarını görmek hepimiz için çok hazin bir durum. Mevcut tablo, yol haritasını şöyle gösteriyor: Önce seçimler denenecek ve önümüzdeki yerel seçimlerde iktidar yeterince hasar almayacaksa, kendi kendilerini ikna ettikleri 'Yılana sarılırız' intiharına kalkışabilecekler. Birlikte zehirlenmeyi göze alarak, Japonların 'harakiri'sini, görülmemiş bir inovasyonla soyutlayarak bedenleri yapışık iki insana dolanan yılanlar marifetiyle farklı bir 'intihar' modelini dünyaya armağan edecekler.
Unutulmasın ki iş dünyası 'stabilite' ve güven arar. İş dünyası, yılana sarılmaz. Önünü göremediği, sisli, puslu illüzyonların peşine takılmayacak kadar sağduyu sahibi olmak durumunda olan bu dünya, akılları rasyonaliteye ayarlı ve dünyayı mili milimine takip eden karar vericilerin vizyonları gereğince yönetilmektedir.
İş dünyası demek üretim demektir. Çalışanlar demektir. Ekonomi demektir. Ekmek demektir.
Ekmek hırsı yener.
Bir de kamu vicdanı tabii. Bizim milletin üstlerine gidildikçe ısrarın dozuna göre reaksiyonları çok fena geri tepmez mi?... Hep böyle olmamış mıdır? Ben heyecanla 17 Aralık sonrası halkın nabzını tutan araştırmaların sonuçlarını bekliyorum. En az üç tanesini toplayıp, bölüp; çıkan sonuca göre umutlanıp umutlanmamaya karar vereceğim...
Binali Yıldırım'ın kampanyayı başlattığı gün İzmir'de 3 yıldır bekletilmiş olan operasyona start verilmesinin zamanlaması konusunda inandırıcılık açısından pek çok kimsenin kafasında soru ışıkları yanıp sönmüşse, tam da bu noktada şapkayı önümüze koymamız gerekiyor, demektir. Benzer bir 'rastlantıdan' geçenlerde bizim gazetede İbrahim Karagül söz etti. 'NSA'nın Türkiye ayağı deşifre oldu' başlıklı yazıdan bir bölümü bir kez daha okumakta yarar var:
'Mısır, Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Bahreyn, Pakistan ve Hindistan'ı etkileyen (Türkiye'yi de etkilediği söyleniyor), Mısır kıyılarından geçen fiber optik kabloların ikisi 30 Ocak'ta kesildi. Tabii ki bu bir 'kaza'ydı. Kabloları gemilerin kopardığı iddia edildi. 1 Şubat'ta ise, Basra Körfezi'nde, Kuveyt'le Umman arasındaki fiber optik kablo kesildi. Bu da kazaydı. Aynı gün Süveyş'ten ve Sri Lanka açıklarından geçen fiber optik kablolar da benzer şekilde 'kazaen' kesildi.
Dört günde beş fiber optik kablo değişik bölgelerde benzer 'kazalara' uğradı. Basra Körfezi ülkelerinde, Kuzey Afrika ülkelerinde internet ve telefon hatlarında büyük sorunlar yaşadı. İran'da internet sistemi çöktü. Asya ülkelerinin İran'la bankacılık işlemleri durdu. Sadece iki ülke bu 'kaza'lardan etkilenmedi; İsrail ve Irak...
Rastlantılara işaret edip sorumuzu soralım: Yargının bağımsızlığını kimler ayaklar altına alır?
Ne menem bir hukukçu ya da hangi iz'an sahibi yargı mensubu, Binali Bey'in tam da seçim kampanyasını başlattığı gün hedefe konulmuş bir lider olduğunu en akılsızın dahi aklına düşürecek bir operasyonu başlatma fikrine 'evet' diyebilir ve bu işi bir 'rastlantı' olarak sunmaya çalışabilir ki?
Akl-ıselim, 'hedef kitle, strateji ve aksiyonlar' üçgeninde duraklamaksızın sinyalizasyon ışıklarını yakıp söndürecek 'iç tutarlılık, ikna ve süreklilik' zinciri arayan bir akıl yürütme sistemine göre hareket etmek durumundadır. Bu çerçeveden bakıldığında İzmir'de gerçekleştirilen operasyon, deşifre ederek okumaya çalıştığımız bir büyük 'illüzyon kampanyası'nın gerçek hedef kitlesinin kim olduğu sorusunu yanıtlamaya zorlar bizleri. Şapkadan tavşan çıkarmak kadar basit bir illüzyon numarasını kimlere göstermek ve alkışı nerelerden almak istemektedirler? En koyu CHP taraftarı İzmirli seçmenin bile, 'İktidarın kampanyası başladı ve aynı gün operasyon haberi geldi. Bu ne iş?' diyebileceğini ve her haliyle niyeti baştan belli, bu açık seçik aksiyonun 'yargının bağımsızlığı'yla alâkasının olmadığını herkes ama istisnasız herkes görmüyor mu? Görüyor tabii! Sadece, 'Gitsinler de nasıl giderlerse gitsinler, Türkiye'ye ne olursa olsun' diye düşünen, tekamülü natamam ruhlar bu duruma aldırış etmeyebilir.
İzmir'de önceki gün yaşananlar, 'iletişimci gözü'yle, hedef kitleyi sorgulama açısından fazlasıyla teğellerini gösteren olağanüstü sakat, provaya ihtiyaç duymayan bir 'terzilik çalışması'dır.
Yargının bağımsızlığını birinci elden riske sokmayı göze alan, ya da tercih eden bu operasyonu ve sonrasında yapılabilecekleri, ('ellerinden gelebilecekleri') aklımızla aradığımızda 'herkesin her koşulda kaybedeceği' bir tabloyu arzu ettiklerini düşünmeye başlarız ki, o zaman karşımıza çıkan şu sorunun ağırlığının tartılıp tartılamayacağını sorgulamamız gerekir:
Herkes kaybederse kim kazançlı çıkar?
Bizim gibi lafı dolandırmasını sevmeyen Başbakan, adıyla sanıyla 'Küresel güçler' diyerek bizzat bileğin üzerindeki ilgili damara basarken, umursamadan başını işaret edilen yerden çevirip 'Sen yolsuzluktan haber ver' diyenlerin nasıl bir sisli kampanyanın içinde kendilerini kaybetmiş olduklarını görmek mümkün ama anlamak zor.
'Bizi bu iktidardan muhalefet kurtaramıyorsa Amerika (hatta İsrail bile olabilir) kurtarsın, razıyım' diyenlerin neleri göze almış olduklarını görmek hepimiz için çok hazin bir durum. Mevcut tablo, yol haritasını şöyle gösteriyor: Önce seçimler denenecek ve önümüzdeki yerel seçimlerde iktidar yeterince hasar almayacaksa, kendi kendilerini ikna ettikleri 'Yılana sarılırız' intiharına kalkışabilecekler. Birlikte zehirlenmeyi göze alarak, Japonların 'harakiri'sini, görülmemiş bir inovasyonla soyutlayarak bedenleri yapışık iki insana dolanan yılanlar marifetiyle farklı bir 'intihar' modelini dünyaya armağan edecekler.
Unutulmasın ki iş dünyası 'stabilite' ve güven arar. İş dünyası, yılana sarılmaz. Önünü göremediği, sisli, puslu illüzyonların peşine takılmayacak kadar sağduyu sahibi olmak durumunda olan bu dünya, akılları rasyonaliteye ayarlı ve dünyayı mili milimine takip eden karar vericilerin vizyonları gereğince yönetilmektedir.
İş dünyası demek üretim demektir. Çalışanlar demektir. Ekonomi demektir. Ekmek demektir.
Ekmek hırsı yener.
Bir de kamu vicdanı tabii. Bizim milletin üstlerine gidildikçe ısrarın dozuna göre reaksiyonları çok fena geri tepmez mi?... Hep böyle olmamış mıdır? Ben heyecanla 17 Aralık sonrası halkın nabzını tutan araştırmaların sonuçlarını bekliyorum. En az üç tanesini toplayıp, bölüp; çıkan sonuca göre umutlanıp umutlanmamaya karar vereceğim...