Elitist olmaktan korkmadan sektör gelişmez!
15 NİSAN 2008
İstanbul Erkek Lisesi 2009’da 125’inci kuruluş yılını kutlayacak. İstanbul Erkek Liseliler Eğiti Vakfı ve İstanbul Erkek Liseliler Derneği’nden yönetici arkadaşlarla bir toplantı yaptık. Biz de, övünmek gibi olmasın sarı-siyahlı’yızdır. Eskiden biz ağabeylerimizle toplanır onlardan feyzalmaya çalışırdık. Şimdi baktım toplantıda en eski mezun benim…
Toplantının en önemli tespiti tabii ki bu değildi. Ajanslara verilecek ‘brief’i belirledik. Reklam ve halkla ilişkiler hizmetlerini verecek ajansların nasıl, hangi konkur koşullarıyla seçilebileceğini tespit ettik. Bu arada ilgilenenlere de önden duyurmuş olalım… Vakfa ya da Dernek’e başvurabilirler…
Toplantıda konuşulan ve benim ufkumu renklendirip açan hususlardan biri hiç şüphesiz kültür ve geleneğin taşıcısı olarak ‘elit’ meselesi idi…
Galatasaraylıları da, İstanbul Liselileri de, Darüşşafakalıları, Pertevniyallileri, Vefalıları, Haydarpaşalıları, Kabataşlıları da geleceğe taşıyan, birbirine bağlayan şey onların içinden çıkmış, çevresine toplanmış ‘elit’ti… Tıpkı Atatürk’ün belirttiği gibi “Devletin temeli olan kültürü” geleceğe taşıyacak olan gücün elit’ten gelmesi gibi…
Elit’in kuvvetliyse, mezunlarının dayanışması da kuvvetliydi. O zaman futbol, basketbol takımın da kuvvetli oluyordu. Yoksa küme düşüyordun.
Bir de elitini yavaş yavaş yok edenler vardı; aslını inkâr eden haramzadeler gibi, eşitlikçi olmakla adil olmayı birbirine karıştırıp her yerde mediokritenin, vasatlığın egemenliğini hâkim kılmaya çalışanlar…
Siyaset için de geçerliydi bu sanat ve kültür için de… Elitin yoksa, ya da var olan cılız elitin bir de aşağılanıyorsa; işte o zaman hiçbir şeyin yok demekti…
Arkadaşlarla bu konuların sohbetini yaparken, bir an oradan koptum ve iletişim sektörüne kaydım. Orada durum neydi acaba?... O anda kafamda ampul yanıverdi… İletişim sektöründeki tüm; altını bir kez daha çiziyorum tüm ödül törenlerinin, bırakın elitin ‘promote’ edildiği, alttan gelen kuşaklara örnek gösterildiği, benchmark alındığı ortamların, tam tersine elitin yok edilmeye çalışıldığı, mediokritenin damgasını vurduğu etkinliklere dönüşmesinin arkasındaki sistematiği anlamaya başladım…
Pespaye giyim kuşam kültürünün, daha doğrusu giyim kuşan hödüklüğünün bu gecelere giderek egemen olmasının nedeni de, kedinin uzanamadığı ciğere pis demesi misali, neye negasyon getirdiğini bile bilmeyen küçük burjuva entelektüel bozuntularının, ‘bar dudularının’ bu etkinliklere damgalarını vurmalarına izin verilmesiydi…
“Batıdan kopyala yapıştır”ı bile beceremeyen bu ‘neşeli cahiliye devri’ kalıntıları, smokinin ya da siyah takımın altına şık lastik ayakkabı giyme tarzının sadece lastik ayakkabı kısmını alıp; üstüne yırtık pırtık ‘düştü düşüyor’ cin ve soluk tişört çekmenin, ‘sanatçılık oynama’ ya da ‘aykırıcılık yapma’, ‘hem ödülü almaca, hem de ödülü küçümsemece’, ya da ‘negasyonun negasyonu’ gibi kendi kafasının bile basmadığı derinliği olmayan sade suya tirit yaklaşımların bir ‘tarz’, bir ‘duruş’ oluşturduğunu sanmalarına izin verenlerdeydi kabahat… Genç olmanın, geleceğe karşı sorumsuzlukmuş, kendinden ve kültüründen kopukluşmuş, hayatta tutunamamakmış diye yorumlayan ve algılayan ‘buldumcuk’ olmuş gençlerde değil…
İşe nereden başlamalıydı pekiyi? Belki en ilkel düzeyden… Örneğin, her sektörel etkinlikte kendi elitlerini ‘promote’ ederek… Eli Acıman’ın, Alaeddin Asna’nın, Ege Ernart’ın, Betül Mardin’in, Ersin Salman’ın vb. adlarını simge haline getirerek işen başlayabiliriz mesela. Onlar adına ödüller ihdas ederek. Onlara anı anlattırarak değil, mesleki doğruları ifade etmelerini sağlayarak… Ve meslek kuruluşlarımızın yönetimlerini elitist davranma konusunda yüreklendirerek… İlle de halka ‘inmek’ gerek, diye tepinenleri pek fazla ciddiye almayarak; sektörü geleceğe taşıyacak paradigmaları savunmaktan korkmayarak…
İnsan kaynak mı, kıymet mi?
Yaşasın! 16-17 Nisan tarihlerinde, Lütfi Kırdar’da 13. İnsan Kaynakları Zirvesi başlıyor! Bu yıl tema şu imiş. ‘Hayat Katan İnsan Kaynakları’.
Hız ve rekabet dolu bir dünyada çalışanları hayattan uzaklaştırmak yerine, hayatın içinde yaşatabilen kurum stratejileri nasıl oluşturulur?..
Yanılmıyorsam bu sorunun yanıtı arayacaklarmış. Zirve’nin Başkanlığını The Genius Works CEO’su Peter Fisk yürütecekmiş. Konuşmacılar arasında yok yok!.. Hepsi deve dişi gibi…
Zirveye İş dünyasından 1500’den fazla yöneticinin katılacağı bekleniyormuş. Management Center Türkiye ve onun yan kuruluşu Eventus’un etkinliklerindeki başarı tartışılmaz… Her yıl bir öncekinin üzerine çıkarlar. Hem katılımcı kalitesiyle hem de konu ve konuşmacıların seçiminde…
Bu nedenle bu yıl gözüm,”İnsan Kaynaklarından söz etmek demode olmaya başlamıştır ya da hızla o yolda ilerlemektedir. İnsan para gibi, zaman gibi bir kaynak değil bir ‘kıymettir’ (asset). Bu nedenle önümüzdeki dönemde insan kaynakları yönetiminden değil ‘insan kıymeti yönetiminden’ söz edeceğiz” diyen bir babayiğit aradı… Ya da böyle bir konuyu Management Center’in cesaretle üstlenmesini bekledim… Çünkü insanı kaynak olarak değil kıymet olarak gören anlayışın ‘hayat katabileceğine’ inandım hep… Böyle bir ‘aykırılık’ cesaretini Türkiye’de gösterebilecek fazla kuruluş yok. MCT bunlardan biri. Onun için bekledim…
Bakalım, belki gelecek yıla bu konuyu tartışırlar…
Hamburg’da içim cız etti
İletişim alanında Almanya’nın en başarılı uzmanlarından biri olduğuna inandığım Christian Langer dostumuzun 50’inci yaş günü partisi için 12-13 Nisan’da Hamburg’daydık… (o da benim yaş günüme gelmişti.) Dünyanın çeşitli ülkelerinden tanıdığı iletişimci dostlarını davet etmişti…
Alana indiğimiz andan itibaren kendimi kent ve marka konusunun nasıl yönetildiği dersi için saha çalışmasında gibi hissettim.
19’uncu yüzyılın ikinci yarısından kalma, gelenek ve modernliği mükemmel birleştirmiş olan Fairmont Hotel Vier Jahreszeiten’ı, broşürlerinde kendisi kadar gurur duyduğu dünya markalarını tanıtıyordu: Nivea ve Mont Blanc’ın merkezleri buradaydı… Onların hikâyesini anlatıyordu otelin çeşitli basılı malzemelerinde. Önce Nivea ve Mont Blanc sponsorlar mı, diye baktım… Christian’a sordum… Hayır, yoktu böyle bir şey…
Otel o markaları öne çıkarmakla şehrini, böylece de kendisini yüceltiyordu…
Sonra 4711… Köln’ün ünlü kolonyası. Köln’ün Fransızcada adı Cologne… Yani Kolonya… Napolyon Almanya’yı işgal ettiğinde, bakmış bu geri ülkede posta teşkilatı da yok, evlerin numaraları da. Vermiş talimatı. Evleri tek tek sırayla numaralamışlar. Bildiğimiz kolonyayı dünyada ilk kez imal etmiş olan eve de 4711 numara isabet etmiş. Hatta rivayet o ki, Fransız subayının yağlı boyaya batırılmış fırça ile kapıya yazdığı rakamlar aynı stille bugüne kadar korunmuş…
Ne yazık ki Türkiye’de yok… Limon kolonyası pek sevmem ama 4711 farklı… Almanya’ya geldiğimde aldığım şeylerden biridir…
Hamburg, biliyorsunuzdur belki badem ezmesi konusunda da dünya markasıdır… Hamburg Marzipan’ı dünyanın dört bir yanında özel ambalajında satılır ve o paketi 500 metreden gören onun Hamburg badem ezmesi olduğunu bilir…
İçim cız etti yine… Bir an aklıma dünyanın en lezzetli badem ezmesi geldi… Bebek Badem Ezmesi… Ve onun ‘Şube açmam, başında durmazsam kalite bozulur, kredi almam, işi büyütmem, reklam yapmam” diyen sevimli sahibesi ve marka olmadıkları halde Bebek Badem Ezmesi’ne ‘Markadır’ diyerek, Bebek Badem Ezmesi’nin markalaşmasının önünü tıkayan çokbilmiş iletişimcilerimiz…
Bizim ezmemiz dünya vitrinlerini süslemeyi çok daha fazla hak ediyordu… Üretimi artırmanın kaliteyi düşüreceğini iddia edenlerin birazcık Godiva’yı izlemelerinde yarar olabilir mi acaba?.. Bir de Avrupa Kültür Başkenti İstanbul’un hangi markalarını ortaya çıkarıp topyekûn gelene gidene sunabileceğimizin sorusunun yanıtını aramamızda fayda yok mu?..
Toplantının en önemli tespiti tabii ki bu değildi. Ajanslara verilecek ‘brief’i belirledik. Reklam ve halkla ilişkiler hizmetlerini verecek ajansların nasıl, hangi konkur koşullarıyla seçilebileceğini tespit ettik. Bu arada ilgilenenlere de önden duyurmuş olalım… Vakfa ya da Dernek’e başvurabilirler…
Toplantıda konuşulan ve benim ufkumu renklendirip açan hususlardan biri hiç şüphesiz kültür ve geleneğin taşıcısı olarak ‘elit’ meselesi idi…
Galatasaraylıları da, İstanbul Liselileri de, Darüşşafakalıları, Pertevniyallileri, Vefalıları, Haydarpaşalıları, Kabataşlıları da geleceğe taşıyan, birbirine bağlayan şey onların içinden çıkmış, çevresine toplanmış ‘elit’ti… Tıpkı Atatürk’ün belirttiği gibi “Devletin temeli olan kültürü” geleceğe taşıyacak olan gücün elit’ten gelmesi gibi…
Elit’in kuvvetliyse, mezunlarının dayanışması da kuvvetliydi. O zaman futbol, basketbol takımın da kuvvetli oluyordu. Yoksa küme düşüyordun.
Bir de elitini yavaş yavaş yok edenler vardı; aslını inkâr eden haramzadeler gibi, eşitlikçi olmakla adil olmayı birbirine karıştırıp her yerde mediokritenin, vasatlığın egemenliğini hâkim kılmaya çalışanlar…
Siyaset için de geçerliydi bu sanat ve kültür için de… Elitin yoksa, ya da var olan cılız elitin bir de aşağılanıyorsa; işte o zaman hiçbir şeyin yok demekti…
Arkadaşlarla bu konuların sohbetini yaparken, bir an oradan koptum ve iletişim sektörüne kaydım. Orada durum neydi acaba?... O anda kafamda ampul yanıverdi… İletişim sektöründeki tüm; altını bir kez daha çiziyorum tüm ödül törenlerinin, bırakın elitin ‘promote’ edildiği, alttan gelen kuşaklara örnek gösterildiği, benchmark alındığı ortamların, tam tersine elitin yok edilmeye çalışıldığı, mediokritenin damgasını vurduğu etkinliklere dönüşmesinin arkasındaki sistematiği anlamaya başladım…
Pespaye giyim kuşam kültürünün, daha doğrusu giyim kuşan hödüklüğünün bu gecelere giderek egemen olmasının nedeni de, kedinin uzanamadığı ciğere pis demesi misali, neye negasyon getirdiğini bile bilmeyen küçük burjuva entelektüel bozuntularının, ‘bar dudularının’ bu etkinliklere damgalarını vurmalarına izin verilmesiydi…
“Batıdan kopyala yapıştır”ı bile beceremeyen bu ‘neşeli cahiliye devri’ kalıntıları, smokinin ya da siyah takımın altına şık lastik ayakkabı giyme tarzının sadece lastik ayakkabı kısmını alıp; üstüne yırtık pırtık ‘düştü düşüyor’ cin ve soluk tişört çekmenin, ‘sanatçılık oynama’ ya da ‘aykırıcılık yapma’, ‘hem ödülü almaca, hem de ödülü küçümsemece’, ya da ‘negasyonun negasyonu’ gibi kendi kafasının bile basmadığı derinliği olmayan sade suya tirit yaklaşımların bir ‘tarz’, bir ‘duruş’ oluşturduğunu sanmalarına izin verenlerdeydi kabahat… Genç olmanın, geleceğe karşı sorumsuzlukmuş, kendinden ve kültüründen kopukluşmuş, hayatta tutunamamakmış diye yorumlayan ve algılayan ‘buldumcuk’ olmuş gençlerde değil…
İşe nereden başlamalıydı pekiyi? Belki en ilkel düzeyden… Örneğin, her sektörel etkinlikte kendi elitlerini ‘promote’ ederek… Eli Acıman’ın, Alaeddin Asna’nın, Ege Ernart’ın, Betül Mardin’in, Ersin Salman’ın vb. adlarını simge haline getirerek işen başlayabiliriz mesela. Onlar adına ödüller ihdas ederek. Onlara anı anlattırarak değil, mesleki doğruları ifade etmelerini sağlayarak… Ve meslek kuruluşlarımızın yönetimlerini elitist davranma konusunda yüreklendirerek… İlle de halka ‘inmek’ gerek, diye tepinenleri pek fazla ciddiye almayarak; sektörü geleceğe taşıyacak paradigmaları savunmaktan korkmayarak…
İnsan kaynak mı, kıymet mi?
Yaşasın! 16-17 Nisan tarihlerinde, Lütfi Kırdar’da 13. İnsan Kaynakları Zirvesi başlıyor! Bu yıl tema şu imiş. ‘Hayat Katan İnsan Kaynakları’.
Hız ve rekabet dolu bir dünyada çalışanları hayattan uzaklaştırmak yerine, hayatın içinde yaşatabilen kurum stratejileri nasıl oluşturulur?..
Yanılmıyorsam bu sorunun yanıtı arayacaklarmış. Zirve’nin Başkanlığını The Genius Works CEO’su Peter Fisk yürütecekmiş. Konuşmacılar arasında yok yok!.. Hepsi deve dişi gibi…
Zirveye İş dünyasından 1500’den fazla yöneticinin katılacağı bekleniyormuş. Management Center Türkiye ve onun yan kuruluşu Eventus’un etkinliklerindeki başarı tartışılmaz… Her yıl bir öncekinin üzerine çıkarlar. Hem katılımcı kalitesiyle hem de konu ve konuşmacıların seçiminde…
Bu nedenle bu yıl gözüm,”İnsan Kaynaklarından söz etmek demode olmaya başlamıştır ya da hızla o yolda ilerlemektedir. İnsan para gibi, zaman gibi bir kaynak değil bir ‘kıymettir’ (asset). Bu nedenle önümüzdeki dönemde insan kaynakları yönetiminden değil ‘insan kıymeti yönetiminden’ söz edeceğiz” diyen bir babayiğit aradı… Ya da böyle bir konuyu Management Center’in cesaretle üstlenmesini bekledim… Çünkü insanı kaynak olarak değil kıymet olarak gören anlayışın ‘hayat katabileceğine’ inandım hep… Böyle bir ‘aykırılık’ cesaretini Türkiye’de gösterebilecek fazla kuruluş yok. MCT bunlardan biri. Onun için bekledim…
Bakalım, belki gelecek yıla bu konuyu tartışırlar…
Hamburg’da içim cız etti
İletişim alanında Almanya’nın en başarılı uzmanlarından biri olduğuna inandığım Christian Langer dostumuzun 50’inci yaş günü partisi için 12-13 Nisan’da Hamburg’daydık… (o da benim yaş günüme gelmişti.) Dünyanın çeşitli ülkelerinden tanıdığı iletişimci dostlarını davet etmişti…
Alana indiğimiz andan itibaren kendimi kent ve marka konusunun nasıl yönetildiği dersi için saha çalışmasında gibi hissettim.
19’uncu yüzyılın ikinci yarısından kalma, gelenek ve modernliği mükemmel birleştirmiş olan Fairmont Hotel Vier Jahreszeiten’ı, broşürlerinde kendisi kadar gurur duyduğu dünya markalarını tanıtıyordu: Nivea ve Mont Blanc’ın merkezleri buradaydı… Onların hikâyesini anlatıyordu otelin çeşitli basılı malzemelerinde. Önce Nivea ve Mont Blanc sponsorlar mı, diye baktım… Christian’a sordum… Hayır, yoktu böyle bir şey…
Otel o markaları öne çıkarmakla şehrini, böylece de kendisini yüceltiyordu…
Sonra 4711… Köln’ün ünlü kolonyası. Köln’ün Fransızcada adı Cologne… Yani Kolonya… Napolyon Almanya’yı işgal ettiğinde, bakmış bu geri ülkede posta teşkilatı da yok, evlerin numaraları da. Vermiş talimatı. Evleri tek tek sırayla numaralamışlar. Bildiğimiz kolonyayı dünyada ilk kez imal etmiş olan eve de 4711 numara isabet etmiş. Hatta rivayet o ki, Fransız subayının yağlı boyaya batırılmış fırça ile kapıya yazdığı rakamlar aynı stille bugüne kadar korunmuş…
Ne yazık ki Türkiye’de yok… Limon kolonyası pek sevmem ama 4711 farklı… Almanya’ya geldiğimde aldığım şeylerden biridir…
Hamburg, biliyorsunuzdur belki badem ezmesi konusunda da dünya markasıdır… Hamburg Marzipan’ı dünyanın dört bir yanında özel ambalajında satılır ve o paketi 500 metreden gören onun Hamburg badem ezmesi olduğunu bilir…
İçim cız etti yine… Bir an aklıma dünyanın en lezzetli badem ezmesi geldi… Bebek Badem Ezmesi… Ve onun ‘Şube açmam, başında durmazsam kalite bozulur, kredi almam, işi büyütmem, reklam yapmam” diyen sevimli sahibesi ve marka olmadıkları halde Bebek Badem Ezmesi’ne ‘Markadır’ diyerek, Bebek Badem Ezmesi’nin markalaşmasının önünü tıkayan çokbilmiş iletişimcilerimiz…
Bizim ezmemiz dünya vitrinlerini süslemeyi çok daha fazla hak ediyordu… Üretimi artırmanın kaliteyi düşüreceğini iddia edenlerin birazcık Godiva’yı izlemelerinde yarar olabilir mi acaba?.. Bir de Avrupa Kültür Başkenti İstanbul’un hangi markalarını ortaya çıkarıp topyekûn gelene gidene sunabileceğimizin sorusunun yanıtını aramamızda fayda yok mu?..