Gerektiği yerde, gerektiği kadar
15 Ekim 2016 - Yeni Şafak
İçlerinde insanı en çok çileden çıkartanları Economist ve Der Spiegel… Türkiye'de olup bitenleri iktidara muhalif bir iki kişiden görüş alarak açıklamaya, atıp tutarak değerlendirmelerde bulunmaya bayılıyorlar. Yanı sıra Batı basınının genel tavrı da Erdoğan aleyhtarlığıyla şekilleniyor şekillenmesine de bütün bu kasıtlı, düşman yaklaşıma karşı meselenin bizce düğüm noktasında “Türkiye ne yapmalı?” sorusu yatıyor.
Bu haftanın Economist dergisi, Avrupa Birliği konularının ele alındığıCharlamagne köşesindeki bir yazıya nasıl giriş yapıyor dersiniz? Türkiye'deki iki genç kadın, ülkenin korku dolu bir yer olması nedeniyle çocuk sahibi olmama anlaşması yaptıklarını anlatmışlar. Bu iki hanımın bir arkadaşları da, mezun olduğu üniversitenin FETÖ bağlantısı nedeniyle (Onlar, 'Gülen cemaati bağlantısı nedeniyle' demişler), diplomasını alamamış. Türkiye'de resmi paranoya iyice absürdleşmişmiş. Bir ders kitabındaki geometri sorusundaki F ve G harfleri çıkartılmış. Bir akademisyen herkesin ödünün koptuğunu söylüyormuş. Dedikodu faslından sonra “Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üye olma girişimi kötü bir şaka, ama bu girişimi öldürmeyin.” başlıklı bu yazıdaki şu derin (!) analizden de bir kuple sunalım:
“Avrupalılar ise, Erdoğan vidaları sıkarken, diplomatik terbiyelerini korumaya uğraşıyor. 'Geçen yıl, mültecileri uzak tutması için Türkiye'ye rüşvet vermek yeterince kötüydü' diyorlar. Daha kötüsü, Türkiye AB'yle katılım müzakereleri yapıyor. Katılım sürecinin, aday ülkeleri Avrupa normlarına yaklaştırması gerekiyor. Ancak sultan olma heveslisi lideriyle Türkiye, diktatörlük bataklığına sürükleniyor. Türkiye hiç üyeliğe yakın olmadı.” (Finalde sadede gelinmiş, hatta Türkiye'nin vizesiz seyahat koşullarının gayet başarılabilir bir şey olduğu, yine sadece bir kişinin, bir bürokratın görüşü olarak aktarılmış.)
Bu türden iki-üç kişiyle konuşulup hazırlanan yazıları ciddiye almamızın nedeni ABD ve Avrupa'daki pek çok ülkenin de Türkiye'ye bakışının bu doğrultuda olmasındandır. Ortadoğu'daki Amerikan senaryosunda kurgulanan dramatik yapıda Türkiye kendisine tayin edilen rollere uygun davranmak yerine öncelikle ve doğal olarak ülke çıkarlarını ön plana alarak net tavır sergiliyor ve bu tutumları da adamların stratejileriyle, hesap kitaplarıyla uyuşmayan sonuçlar ortaya çıkarıyor.
Türklerin Başika'dan çıkmak istemedikleri gibi bir de Musul'a kapağı atarlarsa orada yerleşip kalırlar endişesi içinde olduklarını tahmin etmek zor değil.
Türkiye, Suriye ve Irak'ın topraklarında gözünün olmadığını ifade etse de, öz çıkarlarına gerçek bir devlet kararlılığıyla sahip çıkarken gösterdiği bu ödünsüz tutuma Amerika'nın da Avrupa'nın da pek alışık olduğu söylenemez. Hem FETÖ, hem PKK ve hem de Suriye, Irak sorunlarıyla baş etmeye çalışan Türkiye'yi anlamakta zorlanıyorlar.
Siyasi iletişimde ve diplomasi dilinde red ve kabulün eş zamanlı olarak ele alınması esastır. Hayatın kendisinde de böyle değil midir? Trafikte gecikmeyi reddedersin ve yine trafiğe çıkarsın elbette. İş hayatlarımızda sevmediğimiz ve hatta istemediğimiz pek çok görevi kabullenerek çalışırız.
Gençlik yıllarımızda Macar asıllı Fransız Marksist yazar Georges Politzer'in “Felsefenin Temel İlkeleri” adlı kitabından çevremizde etkilenmeyen arkadaşımız yok gibiydi. (Bu Politzer'in, her yıl adına ödül verilen ABD'li gazeteci Joseph Pulitzer ile alâkası yoktur. İkisinin tek ortak noktası Macar asıllı olmalarıdır.) Georges Politzer'in Diyalektiği anlattığı bölümde ölüm ve yaşamın bir arada, aynı anda beraberliğinden söz eden satırlar ve kendi aramızdaki tartışmalarımız dün gibi aklımda. Deride keselenen ölü hücreler ve altındaki canlı hücreler de kanıt olarak gösterilirdi. Diyalektiğin 'Reddiyenin Reddiyesi' bahsine, benzer örneklerle katma değer getirmeye çalışırdık. Kalem yazarken aynı anda kendini tüketirdi meselâ. Hayatta her şey zıddıyla birlikte var olmaz mıydı?
Siyasi iletişimde de, diplomaside de 'Red ve Kabul'un içiçeliği baştan kabul edilmiş temel bir gerçekliktir. Türkiye'nin FETÖ'cü darbe girişimiyle hasar gören uluslar arası algısı, halkın, iktidarın ve muhalefetin bütünleşmesiyle hızla toparlanılarak ve ardından da Fırat Kalkanı harekatıyla milli çıkarlardan taviz verilmeyeceğinin dosta düşmana gösterilmesiyle şimdi daha farklı bir boyuta taşınmıştır. Milli çıkarlar temelinde ve pek çok karmaşık red/kabuller arenasında sergilenen mevcut diplomaside Türkiye, diğer oyuncu ülkelerden farklı olarak güvenlik temelinde çok özgün bir konuma sahip olduğunu dili döndüğünce anlatmaya çalışıyor. FETÖ, PKK ve Suriye, Irak cephesindeki PKK işbirliklerinden, DEAŞ'tan, özetle bize yönelik olası ve büyük tehlikelerden, terörden ülkesini korumak durumunda olduğu için gerektiğinde sınır dışına taşacağının bilgisini de açık açık dünyayla paylaşıyor ve dediğini de yapıyor.
17. Yüzyılda La Rochefoucauld, red ve kabuller dünyasında başka türden diplomatik türlerin geçerli olduğu ilişkilerde amaca ulaşma konusunda müthiş bir tespit yapmış. Demiş ki:
“Gerçek hitabet, gereken her şeyi ve sadece gerekli olanı söylemektir”
Türkiye, mevcut dış politikasında çok değerli hamleler yapıyor ve Suriye, Irak hattında da kendi halkının güvenliğini sağlayabilmek, bugün ayağını sağlam basmak için aşağıdan gelen tehlikelere seyirci kalmayacağını, bizzat oralara giderek duruma müdahale ettiğini ve edeceğini çok açık olarak ifade ediyor. Toprak meselesi olmadığını netlikle vurguluyor.
Dün Cumhurbaşkanı Erdoğan Konya'daki konuşmasında koalisyon güçlerinin niçin YPG ve PYD ile hareket ettiklerini anlamanın mümkün olmadığını söylüyordu. Her terör örgütünden her türlü alçaklığı, kahpeliği beklediğimizi ifade ediyordu. “Oyun bizim üzerimize oynanıyor. Biz bu oyuna ne Suriye'de ne de Irak'ta prim vermeyeceğiz.” diyordu. “Eğer koalisyon güçleri bizi bölgede istemiyorsa B planımız devreye girer, o da olmazsa C planı devreye girer” diyordu.
Gereken her şeyi söylüyoruz. Sadece gerekli olanı söylemeye devam edelim. ABD ve Batı bizi anlamasa da… Anlamak işlerine gelmese de, söylenmesi gerekeni, özetle 'gerçeğimizi' olanca açıklığıyla vurgulamaya devam edelim.
Bu haftanın Economist dergisi, Avrupa Birliği konularının ele alındığıCharlamagne köşesindeki bir yazıya nasıl giriş yapıyor dersiniz? Türkiye'deki iki genç kadın, ülkenin korku dolu bir yer olması nedeniyle çocuk sahibi olmama anlaşması yaptıklarını anlatmışlar. Bu iki hanımın bir arkadaşları da, mezun olduğu üniversitenin FETÖ bağlantısı nedeniyle (Onlar, 'Gülen cemaati bağlantısı nedeniyle' demişler), diplomasını alamamış. Türkiye'de resmi paranoya iyice absürdleşmişmiş. Bir ders kitabındaki geometri sorusundaki F ve G harfleri çıkartılmış. Bir akademisyen herkesin ödünün koptuğunu söylüyormuş. Dedikodu faslından sonra “Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üye olma girişimi kötü bir şaka, ama bu girişimi öldürmeyin.” başlıklı bu yazıdaki şu derin (!) analizden de bir kuple sunalım:
“Avrupalılar ise, Erdoğan vidaları sıkarken, diplomatik terbiyelerini korumaya uğraşıyor. 'Geçen yıl, mültecileri uzak tutması için Türkiye'ye rüşvet vermek yeterince kötüydü' diyorlar. Daha kötüsü, Türkiye AB'yle katılım müzakereleri yapıyor. Katılım sürecinin, aday ülkeleri Avrupa normlarına yaklaştırması gerekiyor. Ancak sultan olma heveslisi lideriyle Türkiye, diktatörlük bataklığına sürükleniyor. Türkiye hiç üyeliğe yakın olmadı.” (Finalde sadede gelinmiş, hatta Türkiye'nin vizesiz seyahat koşullarının gayet başarılabilir bir şey olduğu, yine sadece bir kişinin, bir bürokratın görüşü olarak aktarılmış.)
Bu türden iki-üç kişiyle konuşulup hazırlanan yazıları ciddiye almamızın nedeni ABD ve Avrupa'daki pek çok ülkenin de Türkiye'ye bakışının bu doğrultuda olmasındandır. Ortadoğu'daki Amerikan senaryosunda kurgulanan dramatik yapıda Türkiye kendisine tayin edilen rollere uygun davranmak yerine öncelikle ve doğal olarak ülke çıkarlarını ön plana alarak net tavır sergiliyor ve bu tutumları da adamların stratejileriyle, hesap kitaplarıyla uyuşmayan sonuçlar ortaya çıkarıyor.
Türklerin Başika'dan çıkmak istemedikleri gibi bir de Musul'a kapağı atarlarsa orada yerleşip kalırlar endişesi içinde olduklarını tahmin etmek zor değil.
Türkiye, Suriye ve Irak'ın topraklarında gözünün olmadığını ifade etse de, öz çıkarlarına gerçek bir devlet kararlılığıyla sahip çıkarken gösterdiği bu ödünsüz tutuma Amerika'nın da Avrupa'nın da pek alışık olduğu söylenemez. Hem FETÖ, hem PKK ve hem de Suriye, Irak sorunlarıyla baş etmeye çalışan Türkiye'yi anlamakta zorlanıyorlar.
Siyasi iletişimde ve diplomasi dilinde red ve kabulün eş zamanlı olarak ele alınması esastır. Hayatın kendisinde de böyle değil midir? Trafikte gecikmeyi reddedersin ve yine trafiğe çıkarsın elbette. İş hayatlarımızda sevmediğimiz ve hatta istemediğimiz pek çok görevi kabullenerek çalışırız.
Gençlik yıllarımızda Macar asıllı Fransız Marksist yazar Georges Politzer'in “Felsefenin Temel İlkeleri” adlı kitabından çevremizde etkilenmeyen arkadaşımız yok gibiydi. (Bu Politzer'in, her yıl adına ödül verilen ABD'li gazeteci Joseph Pulitzer ile alâkası yoktur. İkisinin tek ortak noktası Macar asıllı olmalarıdır.) Georges Politzer'in Diyalektiği anlattığı bölümde ölüm ve yaşamın bir arada, aynı anda beraberliğinden söz eden satırlar ve kendi aramızdaki tartışmalarımız dün gibi aklımda. Deride keselenen ölü hücreler ve altındaki canlı hücreler de kanıt olarak gösterilirdi. Diyalektiğin 'Reddiyenin Reddiyesi' bahsine, benzer örneklerle katma değer getirmeye çalışırdık. Kalem yazarken aynı anda kendini tüketirdi meselâ. Hayatta her şey zıddıyla birlikte var olmaz mıydı?
Siyasi iletişimde de, diplomaside de 'Red ve Kabul'un içiçeliği baştan kabul edilmiş temel bir gerçekliktir. Türkiye'nin FETÖ'cü darbe girişimiyle hasar gören uluslar arası algısı, halkın, iktidarın ve muhalefetin bütünleşmesiyle hızla toparlanılarak ve ardından da Fırat Kalkanı harekatıyla milli çıkarlardan taviz verilmeyeceğinin dosta düşmana gösterilmesiyle şimdi daha farklı bir boyuta taşınmıştır. Milli çıkarlar temelinde ve pek çok karmaşık red/kabuller arenasında sergilenen mevcut diplomaside Türkiye, diğer oyuncu ülkelerden farklı olarak güvenlik temelinde çok özgün bir konuma sahip olduğunu dili döndüğünce anlatmaya çalışıyor. FETÖ, PKK ve Suriye, Irak cephesindeki PKK işbirliklerinden, DEAŞ'tan, özetle bize yönelik olası ve büyük tehlikelerden, terörden ülkesini korumak durumunda olduğu için gerektiğinde sınır dışına taşacağının bilgisini de açık açık dünyayla paylaşıyor ve dediğini de yapıyor.
17. Yüzyılda La Rochefoucauld, red ve kabuller dünyasında başka türden diplomatik türlerin geçerli olduğu ilişkilerde amaca ulaşma konusunda müthiş bir tespit yapmış. Demiş ki:
“Gerçek hitabet, gereken her şeyi ve sadece gerekli olanı söylemektir”
Türkiye, mevcut dış politikasında çok değerli hamleler yapıyor ve Suriye, Irak hattında da kendi halkının güvenliğini sağlayabilmek, bugün ayağını sağlam basmak için aşağıdan gelen tehlikelere seyirci kalmayacağını, bizzat oralara giderek duruma müdahale ettiğini ve edeceğini çok açık olarak ifade ediyor. Toprak meselesi olmadığını netlikle vurguluyor.
Dün Cumhurbaşkanı Erdoğan Konya'daki konuşmasında koalisyon güçlerinin niçin YPG ve PYD ile hareket ettiklerini anlamanın mümkün olmadığını söylüyordu. Her terör örgütünden her türlü alçaklığı, kahpeliği beklediğimizi ifade ediyordu. “Oyun bizim üzerimize oynanıyor. Biz bu oyuna ne Suriye'de ne de Irak'ta prim vermeyeceğiz.” diyordu. “Eğer koalisyon güçleri bizi bölgede istemiyorsa B planımız devreye girer, o da olmazsa C planı devreye girer” diyordu.
Gereken her şeyi söylüyoruz. Sadece gerekli olanı söylemeye devam edelim. ABD ve Batı bizi anlamasa da… Anlamak işlerine gelmese de, söylenmesi gerekeni, özetle 'gerçeğimizi' olanca açıklığıyla vurgulamaya devam edelim.