Haksızlığa haksızlıkla yanıt verilmez
04.01.2013 - Yeni Şafak Gazetesi
Mevcut koşulları hiç sorumluluk payı yokmuş gibi uzaydan bakıyormuşcasına eleştiren, alay eden, yerden yere vuran ve sonra da 'Peki dediğin olsun ve bu hükümetin olmadığını farz edelim. Tatmin olman için nasıl bir siyaset tablosu öngörüyorsun?' diye sorulduğunda sadece 'Gitsinler!' diyebilen, alternatifsizliğe razı olanların sayısı az mı zannediyorsunuz? Az değiller. Diğer yandan niceliğe katbekat baskın çıkabilen bir nitelikten, 'sağduyu'dan yana olanların da sayısı berikilerinin tahmininden her zaman fazla olmuştur.
Peter Drucker'e atfen 2006'da Ford'un Başkanı Mark Fields tarafından iletişim dünyasının da gündemine sokulmuş şu olağanüstü tespiti sık sık hatırlamakta yarar var:
'Kültür, stratejiyi sabah kahvaltısında yer'...
Şirketler için söylenmiş bu söz, tüm stratejiler için geçerlidir aslında. Hesaplarını kitaplarını ve planlarını hayata geçirecek sistem, içinde soluk alıp verdiği iklimde oluşmuş kültürü sırtlanıp götürebilecek güçte değilse eninde sonunda öz itibarı ile hüsrana uğrayacağını net bir biçimde ifade ediyor.
Diğer yandan unutulmasın ki, zıddıyla düşünme alışkanlığı olmayanlar için hayat kolaydır. Mevcuda çakacaksın; hayalindekinin gerçek olup olmama şansı sıfır olsa bile sanki eşit koşullarda bir muhalefete kalkışmışsın gibi üst perdeden atıp tutacaksın. Bu arada çıkarlarınız tesadüfen denk geldi diye, dün küfrettiğinin bugün koluna gireceksin...
Kısa vadede bu türden işbirlikleri de işe yarar elbette. Ancak şu tespiti yapmamıza da vesile olur: Türkiye'de siyaset, hiçbir zaman bugünkü gibi omurgasız olmamıştı. Omurgasız derken üç kavramı iç içe ele aldığımızın altını çizelim. Kültür - Değerler - Dünya Görüşü...
Bu omurgasızlığın ekonomiye hızla sirayet etmesi kaçınılmazdı ve öyle de oluyor. Bu nedenle siyasi iletişimin sadece Başbakan'ın kucağında kalmaması, örneğin Başbakan Yardımcısı Ali Babacan'ın, bir süredir uygulayageldiği gibi, açıklamalarda bulunmasında ve Hükümet - Hizmet çatışmasıyla beslenen 'güç kirlenmesi'nde (power polution) tıkanan iletişim kanallarına sürekli oksijen üflenmesinde büyük yarar var.
Babacan'ın düzenli aralıklarla yaptığı bu açıklamalarla ekonominin nabzını eskisi gibi tuttuğunu göstermesi, 'Tasarruflarımız hiç bu kadar düşmemişti' ya da 'Giden yabancının yarısı iki günde geri döndü' gibi hem olumsuz hem olumlu 'çıktı'ları kamuoyuyla paylaşması, stabil ortama dönülmesini çabuklaştıracak bir 'kontrol'ün göstergesidir.
Ancak bu şekilde 'birtakım medyanın' yangına benzin dökmeye çalışmasının, örneğin 3 Ocak sabahı haber kanallarından birinde yorumcuların yaptığı türden, kaynağı gayrı sahih 'Türkiye 6 ay içinde batar, eleman alımları durduruldu, ekonominin durumu berbat' türünde tezvirat haberlerinin etkisi bir nebze olsun azaltılmış olur.
MÜSİAD'ın Genişletilmiş Başkanlar toplantısında yaptığı konuşmada Sayın Babacan, hiçbir yolsuzluğun üzerini örtmeyeceklerinin ve müsamaha göstermeyeceklerinin de altını çizmiş. 'Yolsuzluk ve rüşvet' haberleriyle patlayan büyük krizin asıl kaynağının organize bir yolsuzluktan değil, hasmane ve Meclis dışı bir gizli muhalefetten neşet ettiğini artık bilmeyenimiz kalmadı diye düşünsek de sözkonusu her iki melanete birden eşit vurgu yapmayı ihmal etmemek gerekiyor.
Dolar'daki yeni rekor olarak dün gazetelerde gözümüze sokulan '2.1885' rakkamının ne anlama geldiğini görmemek için kör olmak lazım ve bu türden çelme stratejilerinin de ortak ruhi şekillenmemizin belirleyicisi olan 'kültür ve değerler' tarafından sabah kahvaltılarında bayatlamalarına izin verilmeden yenmesi için siyasi iletişimin tüm olanaklarının devreye sokulması gerekiyor. Siyasi iletişimin de, diğer iletişim türleri gibi 'gerçekler' üzerinden yürüdüğünde başarıya ulaştığı hiç akıldan çıkarılmamalı ve 'haksızlığa haksızlıkla' yanıt verilme arzu ve çabalarına müsaade edilmemelidir.
'Hükümet – Cemaat' çatışmasının aslında 'Seçilmişlerle – Atanmışlar' arasındaki mücadele anlamına geldiğini, bu gerçekliğin Türkiye'nin ana çelişkisi olduğunu ve Meclis dışı muhalefetin kabul edilemeyeceğini idrak eden liderlerin bu tespite uygun aksiyonları gündemine alması kamu vicdanında yerini bulacaktır. Bu nedenle Sayın Babacan, her türlü belaya rağmen 'demokrasi'nin inkıtaya uğramaması, sendelediği yerde soluklanarak yoluna devam etmesi gerektiğini iyi bilen bir lider olarak siyasi iletişim açısından, sadece parçası olduğu hükümete değil tüm siyasetçilere örnek olmaktadır.
Mevcut koşulları hiç sorumluluk payı yokmuş gibi uzaydan bakıyormuşcasına eleştiren, alay eden, yerden yere vuran ve sonra da 'Peki dediğin olsun ve bu hükümetin olmadığını farz edelim. Tatmin olman için nasıl bir siyaset tablosu öngörüyorsun?' diye sorulduğunda sadece 'Gitsinler!' diyebilen, alternatifsizliğe razı olanların sayısı az mı zannediyorsunuz? Az değiller. Diğer yandan niceliğe katbekat baskın çıkabilen bir nitelikten, 'sağduyu'dan yana olanların da sayısı berikilerinin tahmininden her zaman fazla olmuştur.
Peter Drucker'e atfen 2006'da Ford'un Başkanı Mark Fields tarafından iletişim dünyasının da gündemine sokulmuş şu olağanüstü tespiti sık sık hatırlamakta yarar var:
'Kültür, stratejiyi sabah kahvaltısında yer'...
Şirketler için söylenmiş bu söz, tüm stratejiler için geçerlidir aslında. Hesaplarını kitaplarını ve planlarını hayata geçirecek sistem, içinde soluk alıp verdiği iklimde oluşmuş kültürü sırtlanıp götürebilecek güçte değilse eninde sonunda öz itibarı ile hüsrana uğrayacağını net bir biçimde ifade ediyor.
Diğer yandan unutulmasın ki, zıddıyla düşünme alışkanlığı olmayanlar için hayat kolaydır. Mevcuda çakacaksın; hayalindekinin gerçek olup olmama şansı sıfır olsa bile sanki eşit koşullarda bir muhalefete kalkışmışsın gibi üst perdeden atıp tutacaksın. Bu arada çıkarlarınız tesadüfen denk geldi diye, dün küfrettiğinin bugün koluna gireceksin...
Kısa vadede bu türden işbirlikleri de işe yarar elbette. Ancak şu tespiti yapmamıza da vesile olur: Türkiye'de siyaset, hiçbir zaman bugünkü gibi omurgasız olmamıştı. Omurgasız derken üç kavramı iç içe ele aldığımızın altını çizelim. Kültür - Değerler - Dünya Görüşü...
Bu omurgasızlığın ekonomiye hızla sirayet etmesi kaçınılmazdı ve öyle de oluyor. Bu nedenle siyasi iletişimin sadece Başbakan'ın kucağında kalmaması, örneğin Başbakan Yardımcısı Ali Babacan'ın, bir süredir uygulayageldiği gibi, açıklamalarda bulunmasında ve Hükümet - Hizmet çatışmasıyla beslenen 'güç kirlenmesi'nde (power polution) tıkanan iletişim kanallarına sürekli oksijen üflenmesinde büyük yarar var.
Babacan'ın düzenli aralıklarla yaptığı bu açıklamalarla ekonominin nabzını eskisi gibi tuttuğunu göstermesi, 'Tasarruflarımız hiç bu kadar düşmemişti' ya da 'Giden yabancının yarısı iki günde geri döndü' gibi hem olumsuz hem olumlu 'çıktı'ları kamuoyuyla paylaşması, stabil ortama dönülmesini çabuklaştıracak bir 'kontrol'ün göstergesidir.
Ancak bu şekilde 'birtakım medyanın' yangına benzin dökmeye çalışmasının, örneğin 3 Ocak sabahı haber kanallarından birinde yorumcuların yaptığı türden, kaynağı gayrı sahih 'Türkiye 6 ay içinde batar, eleman alımları durduruldu, ekonominin durumu berbat' türünde tezvirat haberlerinin etkisi bir nebze olsun azaltılmış olur.
MÜSİAD'ın Genişletilmiş Başkanlar toplantısında yaptığı konuşmada Sayın Babacan, hiçbir yolsuzluğun üzerini örtmeyeceklerinin ve müsamaha göstermeyeceklerinin de altını çizmiş. 'Yolsuzluk ve rüşvet' haberleriyle patlayan büyük krizin asıl kaynağının organize bir yolsuzluktan değil, hasmane ve Meclis dışı bir gizli muhalefetten neşet ettiğini artık bilmeyenimiz kalmadı diye düşünsek de sözkonusu her iki melanete birden eşit vurgu yapmayı ihmal etmemek gerekiyor.
Dolar'daki yeni rekor olarak dün gazetelerde gözümüze sokulan '2.1885' rakkamının ne anlama geldiğini görmemek için kör olmak lazım ve bu türden çelme stratejilerinin de ortak ruhi şekillenmemizin belirleyicisi olan 'kültür ve değerler' tarafından sabah kahvaltılarında bayatlamalarına izin verilmeden yenmesi için siyasi iletişimin tüm olanaklarının devreye sokulması gerekiyor. Siyasi iletişimin de, diğer iletişim türleri gibi 'gerçekler' üzerinden yürüdüğünde başarıya ulaştığı hiç akıldan çıkarılmamalı ve 'haksızlığa haksızlıkla' yanıt verilme arzu ve çabalarına müsaade edilmemelidir.
'Hükümet – Cemaat' çatışmasının aslında 'Seçilmişlerle – Atanmışlar' arasındaki mücadele anlamına geldiğini, bu gerçekliğin Türkiye'nin ana çelişkisi olduğunu ve Meclis dışı muhalefetin kabul edilemeyeceğini idrak eden liderlerin bu tespite uygun aksiyonları gündemine alması kamu vicdanında yerini bulacaktır. Bu nedenle Sayın Babacan, her türlü belaya rağmen 'demokrasi'nin inkıtaya uğramaması, sendelediği yerde soluklanarak yoluna devam etmesi gerektiğini iyi bilen bir lider olarak siyasi iletişim açısından, sadece parçası olduğu hükümete değil tüm siyasetçilere örnek olmaktadır.