Her CV kapıyı açtırmaz
15 OCAK 2008
Daha önce de konuyu ele almıştık. Ya kendimi doğru dürüst ifade edemediğim için ya da arkaik solcu kardeşlerimin önyargı filtresinden geçemediğimden yanlış anlaşılmış olmalıyım. Bir iki tane e-posta gelmişti. Diyorlardı ki: Ali Saydam sömürü düzeninden yana, insanları bedavadan çalıştırmak istiyor.
Ne demiştim ben? Üniversite yılları dahil mutlaka çalışmak için kapağı bir yerlere atmak şart. Bunun için belli bir süre stajyer olarak, yani herhangi bir ücret beklemeden çalışmak da göze alınmalı. Bu görüşümde bir değişiklik yok. Hayatta başarıya ulaşmış ve kendinize idol olarak seçebileceğiniz, benchmark (kıyas noktası) kabul edebileceğiniz insanların biyografilerine bir göz atın. Hepsinin hayatında mutlaka bir şeyler adına bir şeylerden vazgeçiş, dirayet, sebat ve inat vardır. Arkaik solcular yine sevmeyecekler bu söylediklerimi. Ama bir şeylerden vazgeçmeden özgürlüğe ulaşmak mümkün değildir. Gelin şimdi işi bir adım öteye götürelim ve iş başvurularında hedefe ulaşabilmek için hangi ‘artistik’ hareketlere başvurulması gerektiğine bir bakalım. (Zorunlu hareketlerden söz etmek yersiz, onlar zaten olmazsa olmaz)
Artistik hareket 1: CV göndermek zorunlu hareket. Oysa buna el yazısıyla yazılmış bir makale eklemek tipik bir artistik hareket.
Artistik hareket 2: Bu makalenin içeriği zorunlu hareketlerden olmamalı. Örneğin, o iş için neden sizi tercih etmeleri gerektiği özellikle belirtilmeli.
Artistik hareket 3: Kesinlikle internet ortamında başvuru doldurulmamalı, doldurulsa dahi ya telefonla, ya irtibat adresine ayrıca e-posta göndererek ilgili kişiye ulaşılmalı ya da ya bizzat uğrayarak yüz yüze görüşülmeli. Özetle başvuru yazılarının elden verilmesi sağlanmalıdır. Unutulmamalıdır ki insanımız, kapısına gelen kediyi bile kovmakta güçlük çeker. Gelenin kedi değil de insan olduğunu düşünürsek mesele daha iyi anlaşılır.
Artistik hareket 4: Gelişmiş ülkelerde ‘torpil’in karşılığı referanstır. Örneğin referansın az gelişmiş ülkelerde özel hayata uygulanma biçimlerinden bir tanesi ‘görücü usulü evlenmek’tir. O ne demektir? Tarafların kültür ve değerlerinin uyuşup, uyuşmadığını belirlemek. Peki flört aşamasında ne yapılır? Aynen bu iş yapılır. Yani kültür ve değerler belirlenir. Biz genelleme yapmıyoruz. Burada meseleye iletişim sektörü açısından bakıyoruz. Söylediklerim kaynakçı ustası ararken en fazla yüzde elli oranında geçerlidir. Ancak iletişim dünyasında iş arayan ve işveren buluşmasında kıvılcımın çaktığı temas ve buluşma noktaları kültür ve değerlerin üst üste geldiği alanlardır.
Artistik hareket 5: Bilgisayar ortamındaki standartlar, algılama tuzaklarıdır. Çeşitli insan kaynakları, başvuru veya kariyer sitelerinin standart olarak hazırladıkları taslakların üzerinden doldurulmuş CV’ler ile değil; kendinize özgü, sizi ifade eden, dikkat çekici, merak uyandırıcı bir tasarım ve içerikle hazırlayacağınız CV ile başvurmanız şansınızı daha da artıracaktır. Örneğin word programında sağ üst köşede fotoğrafınızın bulunduğu, sayfanın üst orta yerinde isim, telefon ve adresin olduğu, altında da neredeyse bütün CV’lerde yazılan başlıklar yerine Powerpoint programında sade, net fakat farklı bir tasarım ve içerikle CV’nizi hazırlayabilirsiniz.
Kapıdan içeri mutlaka girmek isteyen biri, sonradan ister ayağını kapının arasına koysun, ister tatlı dil, güler yüzle kapıyı açan kişiyi ikna etsin, ister kapının kendisi için sürekli açık kalmasını sağlasın, her şeyden önce o kapıyı açtırması lazım...
Bu konuyu yeri yurdu, adı sanı belli olan herkesle tartışır, konuşurum. Sadece internet ortamının korkak ve alçaklara sağladığı azgın özgürlük ortamının kuytularına saklanan şerefsizlerle hiçbir işim olmaz.
Logo üstü az amblem
İletişim terminolojisinde pek çok kavram birbiriyle karıştırılır. İmaj ve algılama gibi, PR ve publicity (görünürlük) gibi, şöhret ve marka gibi, slogan ve mesaj gibi, yayın ve yayım gibi, client (özel müşteri) ve customer (müşteri) gibi… Ve tabii ki logo ve amblem gibi.
Geçenlerde gazetede bir haber. Belli ki Xerox’tan gönderilmiş basın bültenine dayandırılarak hazırlanmış: “Bugüne kadar mevcut logo üzerinde ufak oynama ve eklemeler yapan Xerox, 40 yıldır kullanılan logosunu font karakterinden görünüşüne kadar yeniledi. Xerox’tan yapılan açıklamaya göre, küçük harflerle oluşturulan yeni Xerox logosunun yanında bir küre ve o kürenin üzerinde, günümüz teknolojisini ve Xerox’un faaliyet gösterdiği 160 ülkedeki insanları birbirine bağlamayı sembolize eden esnek bir “X” harfi bulunuyor. Xerox için oluşturulan yeni fonta “Xerox Sans” adı verildi.”
Buyurun size kafa karışıklığının dik âlâsı… Aslında değişmiş olan sadece logo (logotype da denir) değil, amblem de değişmiş. Bazen logo ile amblem aynı olur (örneğin, Sony, Panasonic, Vestel vb). Oysa burada amblem ile logo farklı. Arçelik’te, Turkcell’de, Eti’de olduğu gibi.
Kavramları karıştırmamak önemli mi? Evet, önemli…
40 yıllık Kâni olur mu, Yani?
Bir racon da McDonald’s için keselim. Nasılsa dilin kemiği yok… Önce haberi okuyalım: “Dünyanın en büyük fast-food zinciri McDonald’s, ABD’deki 14 bin restoranında Starbucks gibi kahve satışına başlayacak. McDonald’s kahve barında kapuçino, latte, frappe, espresso makinesi, içecek barı sunarak, Starbucks’ın müşterilerini çekmeyi hedefliyor. 21.6 milyar dolar yıllık ciro elde eden şirket bu sayede satışlarını da 1 milyar dolar artırmayı hedefliyor.”
Bu haber üzerine ABD’deki uzmanlar tereddütlerini bildirmişler, ‘Bu proje çalışmaz’ demişler.
Gelelim bizim keseceğimiz racona. McDonald’s aklı varsa Türkiye’de bu işlere kesinlikle soyunmaz. Siz marka ruhunu onca yıl getirip, temiz, hızlı ve nispeten ucuz bir konsepte dayandırın, ürün odaklamasını hamburger ve yan ürünlerinden yana yapın. Bütün sistemi insanların yiyeceklerini en hızlı bir biçimde alıp, çabucak tüketip, hızla dükkânı terk etme hedefi üzerine kurgulayın; sonra da kalkıp tam tersine bir anlayışla uzun boylu oturup muhabbet edilmesi ilkesine dayalı, özellikle Türkiye’de daha çok üst gelir grubuna hitap eden Starbucks’ın dünyasına sulan… Yemez… Hele bizde hiç yemez…
“Mesenler olmasa belgeseller de olmazdı”
Nebil Özgentürk’ün hazırladığı “Türkiye’nin Hatıra Defteri” adlı belgesel – dramanın tanıtımı yapıldı. Denizbank’ın katkılarıyla hazırlanan ve Cumhuriyetin 85 yılına tanıklık eden bireysel anılar ve dramların müthiş bir duygusallık içinde aktarıldığı 13 bölümlük yapıtın tanıtım gecesinde sunuculuğu ünlü tiyatro oyuncusu ve seslendirme ustası Cüneyt Türel yaptı.
Türel sunumu sırasında Denizbank için “sponsor” yerine farklı bir kavram kullandı. Türel’e göre Rönesans’ı ‘mesenler’ (sanatçıları ve bilim insanlarını koruyan ve kollayan kimseler, aileler) geleceğe taşımıştı, Denizbank gibi kuruluşların da ülkemizde yaptıkları bir tür mesenlikti.
Mesenliği Osmanlı topluluğunda devlet yüklenmişti, ya da devlete yakın olan çevreler. İşin fenomeni aynı olsa da, sponsorluktan farkı, mesenliğin daha çok hayır hasenat işi olarak kabul görmesiydi. Yani mesen “ne verdim ne aldım” hesabının içine girmezdi; yatırımın geri dönüşüne bakmazdı… Sponsorlukta ise tam tersi söz konusuydu. Yapılan yatırımın satışa etkisine bakılır; kurumsal sosyal sorumlulukta ise itibara etkiydi aslolan. Peki ya mesenlik?
Türel’e göre bu tür işlerde geri dönüş beklemek akla ziyandır. Hele söz konusu olan bir belgesel ise; hani yüz yüze anketlerde inanılmaz izlenme paylarına ulaşılan; ancak fiiliyatta izleyici sayılarının son derece mütevazı rakamlar içinde kaldığı belgeseller… Buradan bir iletişim denklemi çıkarmak çok zor… Her kurumun kendi kültür ve değeri içinde kendi doğrusunu bulma durumunda…
Ne demiştim ben? Üniversite yılları dahil mutlaka çalışmak için kapağı bir yerlere atmak şart. Bunun için belli bir süre stajyer olarak, yani herhangi bir ücret beklemeden çalışmak da göze alınmalı. Bu görüşümde bir değişiklik yok. Hayatta başarıya ulaşmış ve kendinize idol olarak seçebileceğiniz, benchmark (kıyas noktası) kabul edebileceğiniz insanların biyografilerine bir göz atın. Hepsinin hayatında mutlaka bir şeyler adına bir şeylerden vazgeçiş, dirayet, sebat ve inat vardır. Arkaik solcular yine sevmeyecekler bu söylediklerimi. Ama bir şeylerden vazgeçmeden özgürlüğe ulaşmak mümkün değildir. Gelin şimdi işi bir adım öteye götürelim ve iş başvurularında hedefe ulaşabilmek için hangi ‘artistik’ hareketlere başvurulması gerektiğine bir bakalım. (Zorunlu hareketlerden söz etmek yersiz, onlar zaten olmazsa olmaz)
Artistik hareket 1: CV göndermek zorunlu hareket. Oysa buna el yazısıyla yazılmış bir makale eklemek tipik bir artistik hareket.
Artistik hareket 2: Bu makalenin içeriği zorunlu hareketlerden olmamalı. Örneğin, o iş için neden sizi tercih etmeleri gerektiği özellikle belirtilmeli.
Artistik hareket 3: Kesinlikle internet ortamında başvuru doldurulmamalı, doldurulsa dahi ya telefonla, ya irtibat adresine ayrıca e-posta göndererek ilgili kişiye ulaşılmalı ya da ya bizzat uğrayarak yüz yüze görüşülmeli. Özetle başvuru yazılarının elden verilmesi sağlanmalıdır. Unutulmamalıdır ki insanımız, kapısına gelen kediyi bile kovmakta güçlük çeker. Gelenin kedi değil de insan olduğunu düşünürsek mesele daha iyi anlaşılır.
Artistik hareket 4: Gelişmiş ülkelerde ‘torpil’in karşılığı referanstır. Örneğin referansın az gelişmiş ülkelerde özel hayata uygulanma biçimlerinden bir tanesi ‘görücü usulü evlenmek’tir. O ne demektir? Tarafların kültür ve değerlerinin uyuşup, uyuşmadığını belirlemek. Peki flört aşamasında ne yapılır? Aynen bu iş yapılır. Yani kültür ve değerler belirlenir. Biz genelleme yapmıyoruz. Burada meseleye iletişim sektörü açısından bakıyoruz. Söylediklerim kaynakçı ustası ararken en fazla yüzde elli oranında geçerlidir. Ancak iletişim dünyasında iş arayan ve işveren buluşmasında kıvılcımın çaktığı temas ve buluşma noktaları kültür ve değerlerin üst üste geldiği alanlardır.
Artistik hareket 5: Bilgisayar ortamındaki standartlar, algılama tuzaklarıdır. Çeşitli insan kaynakları, başvuru veya kariyer sitelerinin standart olarak hazırladıkları taslakların üzerinden doldurulmuş CV’ler ile değil; kendinize özgü, sizi ifade eden, dikkat çekici, merak uyandırıcı bir tasarım ve içerikle hazırlayacağınız CV ile başvurmanız şansınızı daha da artıracaktır. Örneğin word programında sağ üst köşede fotoğrafınızın bulunduğu, sayfanın üst orta yerinde isim, telefon ve adresin olduğu, altında da neredeyse bütün CV’lerde yazılan başlıklar yerine Powerpoint programında sade, net fakat farklı bir tasarım ve içerikle CV’nizi hazırlayabilirsiniz.
Kapıdan içeri mutlaka girmek isteyen biri, sonradan ister ayağını kapının arasına koysun, ister tatlı dil, güler yüzle kapıyı açan kişiyi ikna etsin, ister kapının kendisi için sürekli açık kalmasını sağlasın, her şeyden önce o kapıyı açtırması lazım...
Bu konuyu yeri yurdu, adı sanı belli olan herkesle tartışır, konuşurum. Sadece internet ortamının korkak ve alçaklara sağladığı azgın özgürlük ortamının kuytularına saklanan şerefsizlerle hiçbir işim olmaz.
Logo üstü az amblem
İletişim terminolojisinde pek çok kavram birbiriyle karıştırılır. İmaj ve algılama gibi, PR ve publicity (görünürlük) gibi, şöhret ve marka gibi, slogan ve mesaj gibi, yayın ve yayım gibi, client (özel müşteri) ve customer (müşteri) gibi… Ve tabii ki logo ve amblem gibi.
Geçenlerde gazetede bir haber. Belli ki Xerox’tan gönderilmiş basın bültenine dayandırılarak hazırlanmış: “Bugüne kadar mevcut logo üzerinde ufak oynama ve eklemeler yapan Xerox, 40 yıldır kullanılan logosunu font karakterinden görünüşüne kadar yeniledi. Xerox’tan yapılan açıklamaya göre, küçük harflerle oluşturulan yeni Xerox logosunun yanında bir küre ve o kürenin üzerinde, günümüz teknolojisini ve Xerox’un faaliyet gösterdiği 160 ülkedeki insanları birbirine bağlamayı sembolize eden esnek bir “X” harfi bulunuyor. Xerox için oluşturulan yeni fonta “Xerox Sans” adı verildi.”
Buyurun size kafa karışıklığının dik âlâsı… Aslında değişmiş olan sadece logo (logotype da denir) değil, amblem de değişmiş. Bazen logo ile amblem aynı olur (örneğin, Sony, Panasonic, Vestel vb). Oysa burada amblem ile logo farklı. Arçelik’te, Turkcell’de, Eti’de olduğu gibi.
Kavramları karıştırmamak önemli mi? Evet, önemli…
40 yıllık Kâni olur mu, Yani?
Bir racon da McDonald’s için keselim. Nasılsa dilin kemiği yok… Önce haberi okuyalım: “Dünyanın en büyük fast-food zinciri McDonald’s, ABD’deki 14 bin restoranında Starbucks gibi kahve satışına başlayacak. McDonald’s kahve barında kapuçino, latte, frappe, espresso makinesi, içecek barı sunarak, Starbucks’ın müşterilerini çekmeyi hedefliyor. 21.6 milyar dolar yıllık ciro elde eden şirket bu sayede satışlarını da 1 milyar dolar artırmayı hedefliyor.”
Bu haber üzerine ABD’deki uzmanlar tereddütlerini bildirmişler, ‘Bu proje çalışmaz’ demişler.
Gelelim bizim keseceğimiz racona. McDonald’s aklı varsa Türkiye’de bu işlere kesinlikle soyunmaz. Siz marka ruhunu onca yıl getirip, temiz, hızlı ve nispeten ucuz bir konsepte dayandırın, ürün odaklamasını hamburger ve yan ürünlerinden yana yapın. Bütün sistemi insanların yiyeceklerini en hızlı bir biçimde alıp, çabucak tüketip, hızla dükkânı terk etme hedefi üzerine kurgulayın; sonra da kalkıp tam tersine bir anlayışla uzun boylu oturup muhabbet edilmesi ilkesine dayalı, özellikle Türkiye’de daha çok üst gelir grubuna hitap eden Starbucks’ın dünyasına sulan… Yemez… Hele bizde hiç yemez…
“Mesenler olmasa belgeseller de olmazdı”
Nebil Özgentürk’ün hazırladığı “Türkiye’nin Hatıra Defteri” adlı belgesel – dramanın tanıtımı yapıldı. Denizbank’ın katkılarıyla hazırlanan ve Cumhuriyetin 85 yılına tanıklık eden bireysel anılar ve dramların müthiş bir duygusallık içinde aktarıldığı 13 bölümlük yapıtın tanıtım gecesinde sunuculuğu ünlü tiyatro oyuncusu ve seslendirme ustası Cüneyt Türel yaptı.
Türel sunumu sırasında Denizbank için “sponsor” yerine farklı bir kavram kullandı. Türel’e göre Rönesans’ı ‘mesenler’ (sanatçıları ve bilim insanlarını koruyan ve kollayan kimseler, aileler) geleceğe taşımıştı, Denizbank gibi kuruluşların da ülkemizde yaptıkları bir tür mesenlikti.
Mesenliği Osmanlı topluluğunda devlet yüklenmişti, ya da devlete yakın olan çevreler. İşin fenomeni aynı olsa da, sponsorluktan farkı, mesenliğin daha çok hayır hasenat işi olarak kabul görmesiydi. Yani mesen “ne verdim ne aldım” hesabının içine girmezdi; yatırımın geri dönüşüne bakmazdı… Sponsorlukta ise tam tersi söz konusuydu. Yapılan yatırımın satışa etkisine bakılır; kurumsal sosyal sorumlulukta ise itibara etkiydi aslolan. Peki ya mesenlik?
Türel’e göre bu tür işlerde geri dönüş beklemek akla ziyandır. Hele söz konusu olan bir belgesel ise; hani yüz yüze anketlerde inanılmaz izlenme paylarına ulaşılan; ancak fiiliyatta izleyici sayılarının son derece mütevazı rakamlar içinde kaldığı belgeseller… Buradan bir iletişim denklemi çıkarmak çok zor… Her kurumun kendi kültür ve değeri içinde kendi doğrusunu bulma durumunda…