'Keşke'den 'bence'lere akıl yürütmeler...
13 mayıs 2010
M. Şükrü Hanioğlu'nun Pazar günkü yazısının final cümlesi, özellikle bizim siyaset tarihimizde, iletişim disiplini açısından da pek dikkate alınmamış farklı bir yaklaşımı dile getiriyor.
'İki yüzyılı aşkın bir süredir savaşılan 'olağanüstülük'lerin önemli bir bölümü gerçekte her toplumun karşılaştığı sorunlar olup, bunlar siyasetin yapısal özelliği nedeniyle olağanüstüleştirilmişlerdir. Bu ise ilke ve özgürlükler alanlarında önemli hasar yapmakla kalmamış, 'olağan siyaset'i istisnâ haline sokmuştur.'
'Türkiye'nin asırlar süren 'olağanüstü şartlar' sarmalından çıkabilmesinin en anlamlı yolu, şimdiye kadar denemediği bir yol olan 'olağanüstünün ne denli olağanüstü olduğunu tartışmak' ve bunun neticesine bakmaksızın onu 'olağan ile aşmaya' çalışmaktır...'
Mesajı verenle alan arasındaki iletişim kanallarında yaşanan tıkanıklıkların üstesinden gelinebilmesi, olay haline getirilen konunun nasıl yorumlandığıyla çok yakından alakalıdır.
Örneğin, 'Keşke olmasaydı' ifadesi tam anlamıyla 'bıçak sırtı' bir yaklaşımı içinde taşır. Şu iki olayda da 'keşke' ile başlayan tüm yorumlar, tespitler, görüşler, olağanüstülükle olağanlık tahterevallisi arasında iner ve çıkar.
-'Keşke Başbakan, Feyzioğlu'na müdahale ettikten sonra kalkıp gitmeseydi'
-'Keşke Aziz Yıldırım, 'Alex, Alex!' diye tezahürat yapan seyirciyi haşlamasaydı ve 'sizi bu stada sokmayacağım!' diye tehditler savurmasaydı...'
'Keşke olmasaydı' arzusu, hangi niyetle dile getirilirse getirilsin, 'Ama oldu' realitesiyle karşı karşıyadır. O zaman, şimdi niyetlerin değil, aklın devreye girmesi lazım. Aziz Yıldırım konuşmasına başlıyor iki cümle ediyor. Kale arkasındaki tribünden başlıyorlar tezahürata... 'Alex... Alex...' Fenerbahçeye nice zaferler kazandırmış, hatta heykeli dikilmiş Alex'i Başkan göndermiş ya... Onu eleştiriyorlar... Sanki bu son şampiyonluğun kazanılmasında Alex'in büyük payı varmış gibi... Sanki o büyük günde böyle bir 'densizliğin' yeri varmış gibi... Aziz Yıldırım ikinci cümlede kesiyor konuşmayı. Dönüyor tribüne ağzına geleni söylüyor... En önemlisi de, o noktada Alex hesabı yapmanın, arkasında dizilmiş olan şampiyon takımın oyuncularına büyük haksızlık olacağını vurguluyor...
Kamu vicdanı kime hak veriyor, kimle özdeşleşiyor dersiniz?.. Meseleyi 'olağanüstü' ya da 'olağan' kılacak merci olan kamu vicdanı kiminle özdeşleşecektir? Verilmesi gereken yanıt budur.
Gelelim sayın Başbakan'ın dengesini bozan olaya...
Parlamento içi muhalefetin yetersizlik içine düştüğü bütün ortamlarda, parlamento dışı muhalefete iş düşer. Dengeler böylesine bozulduğunda durumdan vaziyet çıkarmaya çalışan grup ve kişilerin varlığının engellenmesi zordur. Türkiye'de durum aşağıya yukarı böyledir. 8 seçim arka arkaya kazanmış bir iktidarla başa çıkmaktan aciz, 65 yıldır tek başına ülke yönetimine getirilmemiş bir muhalefetin görevini üstlenmeye çalışan grup ve kişilerin sahneye çıkması kaçınılmaz hale geliyor.
Türk Tabipler Birliği, Türk Mimar ve Mühendisler Birliği, Türkiye Barolar Birliği, TÜSİAD vb. gruplar, bürokrat kesim, 'boşluğu' doldurmaya çalışıyorlar. Hepsinde bir ayar verme yarışı... Kime? Hükümete... Başbakan'a... İşte zurnanın zırt dediği yer de burası zaten. Hepsi çıkar ya da meslek grubu... Üyelerinin çıkarlarına sahip çıkmak asil görevleri... Oysa ana sorumluklarından çok, Gezi olayları dahil, Hükümeti ve daha doğrusu doğrudan Başbakan'ı hedef alan girişimlerin başını çekiyorlar. Peki hangi siyasi partiyi savunuyorlar. Belli değil. Belli olan şu: 'Başbakan gitsin de ne olursa olsun!' Çünkü diyorlar ki, Başbakan giderse AK Parti biter...
Bir yanlış okuma daha!..
Olağan ile olağanüstüyü ayrıştıracak olan da bu türden okumalar değil, kamu vicdanı dediğimiz en sahici duygu ve düşünceler toplamı olan, kendimizi de içinde seyredeceğimiz o devasa aynadır
Bütün 'keşkeler' bir yana, Türkiye'deki transformasyonu okuyamayanlar, Başbakan'ın sinirlenmesini ve 25 dakika Danıştay Başkanı konuştuktan sonra 55 dakika siyasi hesap soran TBB Başkanına tavır koymasını da okumakta zorluk çekiyorlar. Keşke ABD'de olduğu gibi olayın hemen ertesinde kamuoyu ve seçmen yoklamaları yapılsaydı ve görseydik olayın kamu vicdanında nasıl algılandığını da 'okuma fırsatını' bulurduk...
Böyle bir araştırma kültürümüz olmadığı için, olay yine karpuz efekti içinde 'bence'ler temelinde tartışılacak, bir sonraki sandığa kadar 'ağzı olan' konuşacak... M. Şükrü Hanioğlu'nun tarihçi perspektifi ve yaklaşımıyla çok yerinde olarak işaret ettiği Olağanüstü'yü doğru tespit edip, ardından da 'olağan' ile aşmaya çalışmayı, 'sağlıklı iletişim' adına da sıra dışı ve değerli bir çıkış yolu olarak gördüğümüzü ifade edelim. Siyaset arenası, 'keşke'den 'bence'lere uzanan akıl yürütmelerin dışına çıkabilme basiretini gösterecekse 'olağanüstü' ile 'olağan'ın ayrımını yapmakla işe başlamalı.
Müphemiyet algıyı öldürür...
Filli Boya yepyeni bir Instagram kampanyası başlatmış. Takipçilerine 'Benim rengim bu!' dedikleri kendi 'renklerini' merkez alarak oluşturdukları kompozisyonla çektikleri fotoğraflarını sosyal medyada paylaşma olanağı sunmuş. Her 15 günde bir farklı bir renk özelinde kurgulanan kampanya, interaktif olarak facebook ve instagram üzerinden devam ediyormuş...
#benimkırmızım ile başlayan bu interaktif proje, #benimMavim, #BenimYeşilim ve #BenimSarım olarak devam edecekmiş.
Filli Boya basın bülteninde '5 kullanıcı, iki haftanın sonunda sürpriz hediyelerin de sahibi oluyor' demiş... Keşke o sürpriz hediyelerin ne olduğunu da belirtseymiş. Bilindiği üzere 'müphemiyet (belirsizlik) algılamayı öldürür'... Belki sosyal medyada sözünü ediyorlardır. Bana rast gelmedi. Negatif kesinlik bile belirsizlikten daha evladır, diyor ustalar... Kadı kızında rastlanacak bu güzellik hatasını da düzeltirse Filli Boya çok başarılı bir işe imza atmış olur...
'İki yüzyılı aşkın bir süredir savaşılan 'olağanüstülük'lerin önemli bir bölümü gerçekte her toplumun karşılaştığı sorunlar olup, bunlar siyasetin yapısal özelliği nedeniyle olağanüstüleştirilmişlerdir. Bu ise ilke ve özgürlükler alanlarında önemli hasar yapmakla kalmamış, 'olağan siyaset'i istisnâ haline sokmuştur.'
'Türkiye'nin asırlar süren 'olağanüstü şartlar' sarmalından çıkabilmesinin en anlamlı yolu, şimdiye kadar denemediği bir yol olan 'olağanüstünün ne denli olağanüstü olduğunu tartışmak' ve bunun neticesine bakmaksızın onu 'olağan ile aşmaya' çalışmaktır...'
Mesajı verenle alan arasındaki iletişim kanallarında yaşanan tıkanıklıkların üstesinden gelinebilmesi, olay haline getirilen konunun nasıl yorumlandığıyla çok yakından alakalıdır.
Örneğin, 'Keşke olmasaydı' ifadesi tam anlamıyla 'bıçak sırtı' bir yaklaşımı içinde taşır. Şu iki olayda da 'keşke' ile başlayan tüm yorumlar, tespitler, görüşler, olağanüstülükle olağanlık tahterevallisi arasında iner ve çıkar.
-'Keşke Başbakan, Feyzioğlu'na müdahale ettikten sonra kalkıp gitmeseydi'
-'Keşke Aziz Yıldırım, 'Alex, Alex!' diye tezahürat yapan seyirciyi haşlamasaydı ve 'sizi bu stada sokmayacağım!' diye tehditler savurmasaydı...'
'Keşke olmasaydı' arzusu, hangi niyetle dile getirilirse getirilsin, 'Ama oldu' realitesiyle karşı karşıyadır. O zaman, şimdi niyetlerin değil, aklın devreye girmesi lazım. Aziz Yıldırım konuşmasına başlıyor iki cümle ediyor. Kale arkasındaki tribünden başlıyorlar tezahürata... 'Alex... Alex...' Fenerbahçeye nice zaferler kazandırmış, hatta heykeli dikilmiş Alex'i Başkan göndermiş ya... Onu eleştiriyorlar... Sanki bu son şampiyonluğun kazanılmasında Alex'in büyük payı varmış gibi... Sanki o büyük günde böyle bir 'densizliğin' yeri varmış gibi... Aziz Yıldırım ikinci cümlede kesiyor konuşmayı. Dönüyor tribüne ağzına geleni söylüyor... En önemlisi de, o noktada Alex hesabı yapmanın, arkasında dizilmiş olan şampiyon takımın oyuncularına büyük haksızlık olacağını vurguluyor...
Kamu vicdanı kime hak veriyor, kimle özdeşleşiyor dersiniz?.. Meseleyi 'olağanüstü' ya da 'olağan' kılacak merci olan kamu vicdanı kiminle özdeşleşecektir? Verilmesi gereken yanıt budur.
Gelelim sayın Başbakan'ın dengesini bozan olaya...
Parlamento içi muhalefetin yetersizlik içine düştüğü bütün ortamlarda, parlamento dışı muhalefete iş düşer. Dengeler böylesine bozulduğunda durumdan vaziyet çıkarmaya çalışan grup ve kişilerin varlığının engellenmesi zordur. Türkiye'de durum aşağıya yukarı böyledir. 8 seçim arka arkaya kazanmış bir iktidarla başa çıkmaktan aciz, 65 yıldır tek başına ülke yönetimine getirilmemiş bir muhalefetin görevini üstlenmeye çalışan grup ve kişilerin sahneye çıkması kaçınılmaz hale geliyor.
Türk Tabipler Birliği, Türk Mimar ve Mühendisler Birliği, Türkiye Barolar Birliği, TÜSİAD vb. gruplar, bürokrat kesim, 'boşluğu' doldurmaya çalışıyorlar. Hepsinde bir ayar verme yarışı... Kime? Hükümete... Başbakan'a... İşte zurnanın zırt dediği yer de burası zaten. Hepsi çıkar ya da meslek grubu... Üyelerinin çıkarlarına sahip çıkmak asil görevleri... Oysa ana sorumluklarından çok, Gezi olayları dahil, Hükümeti ve daha doğrusu doğrudan Başbakan'ı hedef alan girişimlerin başını çekiyorlar. Peki hangi siyasi partiyi savunuyorlar. Belli değil. Belli olan şu: 'Başbakan gitsin de ne olursa olsun!' Çünkü diyorlar ki, Başbakan giderse AK Parti biter...
Bir yanlış okuma daha!..
Olağan ile olağanüstüyü ayrıştıracak olan da bu türden okumalar değil, kamu vicdanı dediğimiz en sahici duygu ve düşünceler toplamı olan, kendimizi de içinde seyredeceğimiz o devasa aynadır
Bütün 'keşkeler' bir yana, Türkiye'deki transformasyonu okuyamayanlar, Başbakan'ın sinirlenmesini ve 25 dakika Danıştay Başkanı konuştuktan sonra 55 dakika siyasi hesap soran TBB Başkanına tavır koymasını da okumakta zorluk çekiyorlar. Keşke ABD'de olduğu gibi olayın hemen ertesinde kamuoyu ve seçmen yoklamaları yapılsaydı ve görseydik olayın kamu vicdanında nasıl algılandığını da 'okuma fırsatını' bulurduk...
Böyle bir araştırma kültürümüz olmadığı için, olay yine karpuz efekti içinde 'bence'ler temelinde tartışılacak, bir sonraki sandığa kadar 'ağzı olan' konuşacak... M. Şükrü Hanioğlu'nun tarihçi perspektifi ve yaklaşımıyla çok yerinde olarak işaret ettiği Olağanüstü'yü doğru tespit edip, ardından da 'olağan' ile aşmaya çalışmayı, 'sağlıklı iletişim' adına da sıra dışı ve değerli bir çıkış yolu olarak gördüğümüzü ifade edelim. Siyaset arenası, 'keşke'den 'bence'lere uzanan akıl yürütmelerin dışına çıkabilme basiretini gösterecekse 'olağanüstü' ile 'olağan'ın ayrımını yapmakla işe başlamalı.
Müphemiyet algıyı öldürür...
Filli Boya yepyeni bir Instagram kampanyası başlatmış. Takipçilerine 'Benim rengim bu!' dedikleri kendi 'renklerini' merkez alarak oluşturdukları kompozisyonla çektikleri fotoğraflarını sosyal medyada paylaşma olanağı sunmuş. Her 15 günde bir farklı bir renk özelinde kurgulanan kampanya, interaktif olarak facebook ve instagram üzerinden devam ediyormuş...
#benimkırmızım ile başlayan bu interaktif proje, #benimMavim, #BenimYeşilim ve #BenimSarım olarak devam edecekmiş.
Filli Boya basın bülteninde '5 kullanıcı, iki haftanın sonunda sürpriz hediyelerin de sahibi oluyor' demiş... Keşke o sürpriz hediyelerin ne olduğunu da belirtseymiş. Bilindiği üzere 'müphemiyet (belirsizlik) algılamayı öldürür'... Belki sosyal medyada sözünü ediyorlardır. Bana rast gelmedi. Negatif kesinlik bile belirsizlikten daha evladır, diyor ustalar... Kadı kızında rastlanacak bu güzellik hatasını da düzeltirse Filli Boya çok başarılı bir işe imza atmış olur...