Kendisi istemese de 'korunmalı'...
27 Aralık 2009 Akşam Gazetesi
Ben devletin kolluk kuvvetlerinin yerinde olsam küfürbaz, densiz belediye başkanını hemen koruma programına alırdım. Şu günlerde domuz gribi ya da trafik kazası yüzünden adamın başına bir terslik gelecek olsa, senaryolar hazır çünkü...
Diyelim ki koruma programını kabul etmedi, o zaman gizli gizli korurdum kendisini. Şuursuzun biri gaza gelip bir kibrit çakar, sonra sadece kendini değil ülkeyi de yakar...
Ne zaman başlayacaklar diye endişeyle bekliyordum... En eski yöntemdir. Bir bu taraftan götürürsünüz, bir öteki taraftan... Sonra kenara çekilir seyredersiniz. Nihayetinde de birilerinin ortaya çıkıp düdük çalması için gereken zemini hazırlarsınız. Medyasıyla, üniversitesiyle, karar vericiler ve etkileyicileriyle, kolluk kuvvetleriyle, sermaye grupları ve STK'larıyla bütün ülkeyi hazırlarsınız. Sonra iş o 'kıvılcım'a kalır...
İşte o kıvılcımın çakmaması için, fay hattındaki gerilimin artmaması için o adamı özel koruma altına almak lazım.
Nurettin Topçu'nun yeniden keşfi...
Dün İstanbul Erkek Liseliler Eğitim Vakfı'nın burs verdiği öğrenciler için düzenlediği bir etkinliğe katıldım. Doğumunun 100. Yılında Nurettin Topçu Söyleşisi... Esas konuşmacı, Dergah Yayınları Kurucusu ve editörü Ezel Erverdi ile birlikte Türkiye'nin en iyi Nurettin Topçu uzmanı olan Prof. Dr. İsmail Kara idi... (Kültür Bakanlığı için hazırladığı Nurettin Topçu kitabı yeni çıkmış. Bir göz attım. Olağanüstü...)
Ben bu etkinliğe, Türkiye'nin Paris Sorbonne'da felsefe doktorası yapan ilk bilim adamı, sosyoloji, mantık, psikoloji, ahlak konusundaki olağanüstü ürünleriyle tarihe geçmiş Doç. Dr. Nurettin Topçu'nun lisede öğrencisi olma kontenjanından konuşmacı olarak davet edilmiştim. Her türlü 'tasallut'u reddeden, belki biraz da bu nedenle 'ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranabilmiş' olan bu büyük adamı, lise yıllarında nasıl ıskaladığımızı, sonradan nasıl 'yeniden keşfettiğimizi' anlatmaya çalıştım.
Uzunca bir konuşmaydı. Bir gün belki burada da yazarım. Bugünlük onun bir tek sözünü aktarmakla yetinelim: 'Var olmak, düşünmek ve hareket etmektir...'
Nasıl ama?
Nurettin Topçu'ya fazlasıyla hak ettiği itibarı iade eden herkes kutsal bir iş yapıyor demektir. En azından ülke adına...
Her gördüğünüz sakallı dedeniz değildir!..
Şöhret olmakla marka olmak arasındaki farkı kim bilir kaç kez anlatmaya çalışmışızdır. Bizde saygı duyulacak çok sayıda şöhret olmasına rağmen popüler kültür anlamında herhangi kişisel bir marka bulunmadığına sık sık değindik. Başlangıçta meseleyi anlamayan, karşı çıkan çok oldu. Sonunda, her şöhretin marka olamayacağı; markanın, kapitalizmin en karmaşık, en zor anlaşılır ve yönetilir bir alanı olduğu kavrandı. İsteyenlere ve bana yazanlara marka yönetimiyle ilgili yaklaşım ve kaynakların bulunduğu bir buçuk sayfalık yazıyı gönderdim. Nihayet ses soluk kesildi.
Fakat ben, Seda Sayan Hanım'ın MediaCat dergisinde yayınlanan röportajını okuyunca yine dayanamadım. Kendisinin reklamlarda çok etkili olmasına rağmen marka olmadığını, olamayacağını, kurduğu şirketin de bu alanda zorlanacağını aylar öncesinden okurlarla burada paylaştığımı hatırladım.
Seda Sayan bu son söyleşide özetle şöyle diyor:
'... İşi arkadaşlara bıraktım. Çok zaman isteyen bir şey marketing, ama çok insana da o işsizlikte istihdam sağlandı. Çok insan bayilik açtı. Ben artık yokum, ama onları destekliyorum. Devam ediyorlar. Sonuçta benim adım orada olduğu müddetçe yanlarında olacağım. Dediğim gibi çok zaman isteyen bir olay. Yani biraz da pişman oldum. Beni çok aşıyor. Çok yorucu...'
Seda Hanım'ı gayet iyi anlıyorum; kendisine hak da veriyorum. Bu, zaten Seda Sayan markasının yönetimi değil bir pazarlama şirketine Seda Sayan adının verilmesi projesiydi. Yani reklamlarda olduğu gibi 'şöhretin şöhretinden yararlanma işi'. O çerçevede de iş fena yürümemiş. Umarım bazı arkadaşlarımız, her gördükleri şöhrete marka denemeyeceğini, şöhretten yararlanma eyleminin de marka yönetimi olmadığını mutlaka anlamışlardır.
Ben devletin kolluk kuvvetlerinin yerinde olsam küfürbaz, densiz belediye başkanını hemen koruma programına alırdım. Şu günlerde domuz gribi ya da trafik kazası yüzünden adamın başına bir terslik gelecek olsa, senaryolar hazır çünkü...
Diyelim ki koruma programını kabul etmedi, o zaman gizli gizli korurdum kendisini. Şuursuzun biri gaza gelip bir kibrit çakar, sonra sadece kendini değil ülkeyi de yakar...
Ne zaman başlayacaklar diye endişeyle bekliyordum... En eski yöntemdir. Bir bu taraftan götürürsünüz, bir öteki taraftan... Sonra kenara çekilir seyredersiniz. Nihayetinde de birilerinin ortaya çıkıp düdük çalması için gereken zemini hazırlarsınız. Medyasıyla, üniversitesiyle, karar vericiler ve etkileyicileriyle, kolluk kuvvetleriyle, sermaye grupları ve STK'larıyla bütün ülkeyi hazırlarsınız. Sonra iş o 'kıvılcım'a kalır...
İşte o kıvılcımın çakmaması için, fay hattındaki gerilimin artmaması için o adamı özel koruma altına almak lazım.
Nurettin Topçu'nun yeniden keşfi...
Dün İstanbul Erkek Liseliler Eğitim Vakfı'nın burs verdiği öğrenciler için düzenlediği bir etkinliğe katıldım. Doğumunun 100. Yılında Nurettin Topçu Söyleşisi... Esas konuşmacı, Dergah Yayınları Kurucusu ve editörü Ezel Erverdi ile birlikte Türkiye'nin en iyi Nurettin Topçu uzmanı olan Prof. Dr. İsmail Kara idi... (Kültür Bakanlığı için hazırladığı Nurettin Topçu kitabı yeni çıkmış. Bir göz attım. Olağanüstü...)
Ben bu etkinliğe, Türkiye'nin Paris Sorbonne'da felsefe doktorası yapan ilk bilim adamı, sosyoloji, mantık, psikoloji, ahlak konusundaki olağanüstü ürünleriyle tarihe geçmiş Doç. Dr. Nurettin Topçu'nun lisede öğrencisi olma kontenjanından konuşmacı olarak davet edilmiştim. Her türlü 'tasallut'u reddeden, belki biraz da bu nedenle 'ne İsa'ya ne de Musa'ya yaranabilmiş' olan bu büyük adamı, lise yıllarında nasıl ıskaladığımızı, sonradan nasıl 'yeniden keşfettiğimizi' anlatmaya çalıştım.
Uzunca bir konuşmaydı. Bir gün belki burada da yazarım. Bugünlük onun bir tek sözünü aktarmakla yetinelim: 'Var olmak, düşünmek ve hareket etmektir...'
Nasıl ama?
Nurettin Topçu'ya fazlasıyla hak ettiği itibarı iade eden herkes kutsal bir iş yapıyor demektir. En azından ülke adına...
Her gördüğünüz sakallı dedeniz değildir!..
Şöhret olmakla marka olmak arasındaki farkı kim bilir kaç kez anlatmaya çalışmışızdır. Bizde saygı duyulacak çok sayıda şöhret olmasına rağmen popüler kültür anlamında herhangi kişisel bir marka bulunmadığına sık sık değindik. Başlangıçta meseleyi anlamayan, karşı çıkan çok oldu. Sonunda, her şöhretin marka olamayacağı; markanın, kapitalizmin en karmaşık, en zor anlaşılır ve yönetilir bir alanı olduğu kavrandı. İsteyenlere ve bana yazanlara marka yönetimiyle ilgili yaklaşım ve kaynakların bulunduğu bir buçuk sayfalık yazıyı gönderdim. Nihayet ses soluk kesildi.
Fakat ben, Seda Sayan Hanım'ın MediaCat dergisinde yayınlanan röportajını okuyunca yine dayanamadım. Kendisinin reklamlarda çok etkili olmasına rağmen marka olmadığını, olamayacağını, kurduğu şirketin de bu alanda zorlanacağını aylar öncesinden okurlarla burada paylaştığımı hatırladım.
Seda Sayan bu son söyleşide özetle şöyle diyor:
'... İşi arkadaşlara bıraktım. Çok zaman isteyen bir şey marketing, ama çok insana da o işsizlikte istihdam sağlandı. Çok insan bayilik açtı. Ben artık yokum, ama onları destekliyorum. Devam ediyorlar. Sonuçta benim adım orada olduğu müddetçe yanlarında olacağım. Dediğim gibi çok zaman isteyen bir olay. Yani biraz da pişman oldum. Beni çok aşıyor. Çok yorucu...'
Seda Hanım'ı gayet iyi anlıyorum; kendisine hak da veriyorum. Bu, zaten Seda Sayan markasının yönetimi değil bir pazarlama şirketine Seda Sayan adının verilmesi projesiydi. Yani reklamlarda olduğu gibi 'şöhretin şöhretinden yararlanma işi'. O çerçevede de iş fena yürümemiş. Umarım bazı arkadaşlarımız, her gördükleri şöhrete marka denemeyeceğini, şöhretten yararlanma eyleminin de marka yönetimi olmadığını mutlaka anlamışlardır.