Köşe yazarı danışmanların etik kodları tartışılmalı
15 AĞUSTOS 2008
İki sayı önceki 15 Temmuz tarihli Marketing Türkiye’de bir tartışma konusunu dile getirmiş ve bir süre önce ‘medya ile iletişebiliyor muyuz’ konusunda düzenlenmiş bir panelde de dile getirilmiş olan ‘etik kodlar’ konusunda iki meslek örgütü Başkanlarını görüş bildirmeye davet etmiştik...
Konu, serbest piyasa rekabeti içinde uzmanlıklarıyla para kazanan ve elleri bir miktar kalem tuttuğu için kendilerine medyada yazı yazdırılan köşe yazarlarının, ‘işleri sadece gazetecilik’ olmadığı için de yaptıkları şeyin etik olup olmadığıydı...
Bu uzmanlardan yüzden fazla vardır medyamızda. Sadece ‘danışmanları’ değil, sevgili Can Dündar, M. Ali Birand gibi iletişimin çeşitli alanlarında ticari faaliyette bulunanların tamamını da katarsak, ki katmalıyız, sayıları katlanarak artar.
Bizce medyanın kendi ‘uzmanlarını’ istihdam edemeyişlerinin tek nedeni bu uzmanlara gereken ücret skalasında ödeme yapacak güce henüz ulaşamamış olmasıdır. Bazı alanlarda bu başarılmıştır. Sivil Havacılık, Tüketici hakları, eğitim, bilişim, yemek ve içki kültürü konularda medyanın kendi uzman kadroları bulunmaktadır. Diğer alanlarda gelişim hızla sürmektedir.
Öte yandan meslek dışından yazan uzman köşe yazarlarının etik kodlara uygun hareket edip etmedikleri - ki herkes ‘kötü yola’ düşebilir - üç sosyal paydaş tarafından sıkı denetim altındadır: Medyanın yöneticileri, mesleki örgütler ve okurlar...
Yukarıda sözünü ettiğim ‘Tezviratı bırakıp bir ‘üst dil’ inşa edelim’ başlıklı yazıda özetle bunları yazmıştım... TÜHİD (Türkiye Halkla İlişkiler Derneği) ve İDA (İletişim Danışmanlığı Şirketleri Derneği) lutfedip birer mektup gönderdiler. Gerek benim yazının, gerekse TÜHİD ve İDA’nın mektuplarının tamamına şu websitesinden ulaşabilirsiniz: http://www.alisaydam.com/c/yazilar.asp
TÜHİD Başkanı Fügen Toksü mektubunun son bölümünde demiş ki:
“İletişim danışmanı olarak kurum ve kuruluşlara hizmet sunan kişilerin aynı zamanda medyada uzman yazar olarak görev yapmaları konusunun farklı boyutları nedeniyle farklı görüşlere yol açmasını son derece doğal buluyoruz. Bu konunun, tüm boyutlarıyla ve belki de daha geniş kapsamda tartışılmasının da tüm ilgili taraflara yarar sağlayacağına inanıyoruz.
Siz, iletişim alanındaki farklı dallardaki uzmanlığınız ile birlikte aynı zamanda medyada iletişim yazarısınız, bu nedenle de böyle bir panel sizin iki farklı şapkanızın da ilgi alanına giriyor. Panelde, bizimle birlikte olarak bu yorumları yerinde yapabilme imkânınız olabilseydi, sizin ifadenizle, sürekli tartışılan konunun sizin yanınızda tartışılmasına fırsat yaratılmış olurdu. Soru ve yorumlarınızla panelimize katkıda bulunmanız bizi çok memnun ederdi.
Diğer yandan, sizin medyada iletişim yazarı olmanız iletişim mesleğini geliştirici genel konuları kaleme almanız, iş dünyasının ve sektörün vizyonunu açıcı konuları ortaya koymanız, sektörümüzün büyümesini sağlaması ve yöneticilerin bu konuya ilgilerini artırması bakımından önem taşıyor. Bu anlamda da panelimiz kapsamında dile getirilen yukarıdaki konuyla ilgili olarak, bundan sonra da gelişerek süreceğini düşündüğümüz tartışmaya değerli katkılarda bulunacağınıza eminiz.
Derneğimize her zaman destek vermiş kıymetli bir üyemiz olarak, çalışmalarımıza görüş ve düşüncelerinizle katkılarınız bizi onurlandıracaktır.”
İDA Başkanı Necla Zarakol’un yönetim kurulunda satır satır tartışarak üzerinden geçtiklerini söylediği mektubun sonunda ise özetle şöyle denmiş:
“Sonuç olarak, görüşümüz şu noktalarda özetlenebilir:
1. İDA. üye şirket yöneticilerinin medyada yazarlık yapmasına kategorik olarak karşı değildir.
2. Bunun sektöre yararı olduğunu kabul ettiği gibi, kamuoyunun, sektöre mal edilmemesi gereken bazı kişisel görüşleri sektörel bir veri gibi kabul etmesi bakımından zarar verebilecek bir yanı olduğunu da görmektedir. Dolayısıyla sektöre yarar açısından konuya mesafeli yaklaşmaktadır.
3. Her konum için geçerli olan, “uzman yazarlık” konumu için de geçerlidir: Bu pozisyon istismara açıktır.
4. Yazı yazan nasıl eleştirmeyi bir hak olarak görüyorsa, eleştirilmenin de aynı ölçüde doğal olduğunu içine sindirmelidir.
Bu konuyu tartışmayı gerçekten sektörümüz için bir yarara dönüştürmek arzusundaysak, sektördeki diğer tarafların da içinde olduğu daha geniş tartışma platformları oluşturmalıyız. İDA bu konuda aktif olmaya, katkıda bulunmaya hazırdır.”
Her iki meslek kuruluşunun yaklaşımı özü itibariyle son derece olumlu. Demek ki bu konuyu İDA’nın ve TÜHİD’in önderliğinde özellikle gençlerin kafasında herhangi bir soru işareti kalmayacak şekilde tartışabileceğiz. Geniş katılımlı bir tartışma son derece hayırlı olacaktır.
Böylece “Neden ‘haksız’ rekabet olsun kardeşim; serbest piyasa ve rekabet ortamında sen de yaz sen de kendine rekabetçi avantaj sağla!” gibi ilkel yaklaşımlardan da böylece uzaklaşabiliriz.
Okumak cehaleti alır...
“Halkla İlişkiler ve İletişim Danışmanlığı’nda Mükemmellik” adlı kitabında James Grunig anahtarı aslında ‘Dünya Görüşü’nde arar. Hatta dünya görüşüün İngilizcesini bulmakta zorlanır ve doğrudan Almancasını kullanır: “Weltanschaung!”...
Aynen ‘Geist’, ‘Gestalt’, ‘Seele’ gibi Almanca kavramların üretildiği ülke lisanının dışında karşılıklarının bulunmasının zor olması gibi Weltanschaung’u bire bir çevirmek de kolay değildir...
‘İletişim yönetimi’ için ‘Dünya Görüşü’ ne kadar belirleyici bir unsur ise, İlişki Yönetimi için de ‘Görgülülük’ aynı derecede ağırlıklı önem taşır.
Ben ‘Görgü’ yerine bizim ‘kültür ve değerlerimize’ çok daha yakın olan ‘adabımuaşeret’ (Türk Dil Kurumu böyle yazıyor) kavramını kullanmayı her zaman tercih ediyorum.
Adap, edep’in ‘etik’ ile yakın ilişkisi de beni kavramı böyle kullanmaya teşvik ediyor. Adabımuaşereti ‘edinmek’ kolay iş değildir... Biraz aileden gelir çünkü... Ancak her şeyin başı da sonu da odur aslında... Özellikle de kariyerin, iş hayatındaki başarının.
“İnsanlar CV’lerine göre işe alınırlar. Ancak işlerine ‘karakterlerine’ göre son verilir” sözünü unutmamak gerekir...
İşte bu noktada dönüp Bahçeşehir Üniversitesi’ndeki ilginç bir uygulamaya bir bakmakta yarar olabilir:
Bahçeşehir Üniversitesi, 2008-2009 öğretim yılı için yöneticilere yönelik hazırladığı yeni bir yüksek lisans programı ile öğrencilerine görgü (adabımuaşeret) kurallarını da öğretmeyi amaçlıyormuş.
Programın koordinatörü Dr. Selçuk Tuzcuoğlu amaçlarını şöyle anlatmış:
“Katılımcılara normal bir MBA programında verilen akademik bilgilerin yanı sıra üst düzey yöneticilerin iş hayatında ihtiyaç duydukları yönetim becerileri de aktarılacak. Türkiye’de şu ana kadar beş üniversitede ‘Executive MBA Programı’ var, ama ilk kez bizim programımızda ‘adabımuaşeret’ ile ilgili bir bölüm olacak. Yöneticilerin sosyal hayatında ihtiyaç duyacağı bir program. ‘Eclectic life’ da programın bir parçası... Bunun içerisinde ‘giyim kuşam’, ‘yeme içme’, boş zamanları değerlendirme’ ve ‘genel olarak vücut dilinin kullanımı ile başkaları üzerinde olumlu etki bırakma’ gibi başlıklar var. Bunların her biriyle ilgili uzmanlar gelip katılımcılarla bilgi ve deneyimlerini paylaşacaklar.
Programda katılımcıların bir davette ne giyeceği, yemekte nasıl davranacağı ya da golf sahasında nasıl davranacağı gibi temel şeyleri öğretiyoruz. Ceket cebine hangi mendilin takılacağını, hangi yemekle hangi şarabın içileceğini bilecek, purolar ya da golf oyunu hakkında bilgi sahibi olacaklar.”
İnsan ister istemez o ünlü sözü hatırlıyor: “Okumak, cehaleti alır; eşeklik baki kalır...”
Ben bu programı şiddetle destekliyorum... Belki parmak arası terlikle akşam yemeğine katılan erkeklerin sayısı azalır...
Program üç sömestr sürecekmiş. Fiyatının 31 bin 200 YTL olduğu bildiriliyor. Ama burslar ve öğrencilerin başarıları doğrultusunda indirimler de varmış. 5 Eylül’de kayıtlar kapanıyormuş...
Çok sevindirici bir ‘insan kıymeti’ yatırımı aslında. Sadece bizim millet kompleks kumkumasıdır. “Adı ‘görgü’, ‘adabımuaşeret’ falan olan bir yere başvurmakta “Ben hödük müyüm; ya insanlar benimle kafa bulurlarsa?” falan diye çekinebilir... Acaba ‘görgü’ yerine, ‘bireysel gelişim’ gibi daha ‘yumuşak’ bir kavramla çıkılsaydı, daha iyi olmaz mıydı?..
Yerel medyanın çıkışı KOBİ mantığından kurtulmakta
Bizim dergi bu sayısında yine çok önemli bir konuya el atmış: Yerel medya meselesi...
Sadece seçimlerde akla gelen, o zamanlarda da inanılmaz etkisi yüzünden adayların peşinden koştuğu yerel medya, Türkiye’de gerektiği hızda ve özende gelişmiyor; hak ettiği baskı gücünü oluşturamıyor.
Bizzat tanık oldum. Bir büyük şehir belediye seçiminde adaylardan biri gidip o kentte yayınlanmakta olan en etkili gazeteyi ve TV istasyonunu satın almış; seçimleri hiç olmayacak büyük bir başarıyla kazanmış, sonrasında da o gazete ve kanalı üstüne de kârını koyarak bir başkasına devretmişti... Çünkü o gazete ve TV kanalı seçim sırasında yapılan yatırırımla hem itibarını hem de reklam gelirlerini artırmıştı. İktidara gelen kadrolar tarafından yönetildiği için de seçim sonrası piyasa değeri neredeyse ikiye katlanmıştı...
İletişim kanallarının artması ve ciddi oranda iletişim kirliliğinin oluşması yerel medyanın önemini giderek artırır. Ancak o yerel kanalın arkasında ciddi bir sermaye birikimi oluşmazsa, o medya güdük ve etkisiz kalmaya mahkumdur. KOBİ mantığından sıyrılma meselesi burada da gündeme gelmektedir:
İnsan kaynaklarına, Ar-Ge’ye, pazarlamaya ve yapısal sermayeye yatırım yapmak; ‘teknen varsa kıçında, işin varsa başında’ durmamak, kurumsallaşmak, birleşmelerle sermaye gücünü artırmak, ayağını yorganına göre değil vizyonuna göre uzatmak, genişlemeyi ilke edinmek, bilgi ve sermaye ‘network’lerini (ağlarını) ve nihayet sosyal paydaşlık ilişkilerini adam gibi yönetmek...
İşte çıkış yolu... KOBİ’likten değil belki ancak ‘KOBİ mantığından’ kurtulmak şart yani... Bakın o zaman yerel medya ne oluyor?..
Konu, serbest piyasa rekabeti içinde uzmanlıklarıyla para kazanan ve elleri bir miktar kalem tuttuğu için kendilerine medyada yazı yazdırılan köşe yazarlarının, ‘işleri sadece gazetecilik’ olmadığı için de yaptıkları şeyin etik olup olmadığıydı...
Bu uzmanlardan yüzden fazla vardır medyamızda. Sadece ‘danışmanları’ değil, sevgili Can Dündar, M. Ali Birand gibi iletişimin çeşitli alanlarında ticari faaliyette bulunanların tamamını da katarsak, ki katmalıyız, sayıları katlanarak artar.
Bizce medyanın kendi ‘uzmanlarını’ istihdam edemeyişlerinin tek nedeni bu uzmanlara gereken ücret skalasında ödeme yapacak güce henüz ulaşamamış olmasıdır. Bazı alanlarda bu başarılmıştır. Sivil Havacılık, Tüketici hakları, eğitim, bilişim, yemek ve içki kültürü konularda medyanın kendi uzman kadroları bulunmaktadır. Diğer alanlarda gelişim hızla sürmektedir.
Öte yandan meslek dışından yazan uzman köşe yazarlarının etik kodlara uygun hareket edip etmedikleri - ki herkes ‘kötü yola’ düşebilir - üç sosyal paydaş tarafından sıkı denetim altındadır: Medyanın yöneticileri, mesleki örgütler ve okurlar...
Yukarıda sözünü ettiğim ‘Tezviratı bırakıp bir ‘üst dil’ inşa edelim’ başlıklı yazıda özetle bunları yazmıştım... TÜHİD (Türkiye Halkla İlişkiler Derneği) ve İDA (İletişim Danışmanlığı Şirketleri Derneği) lutfedip birer mektup gönderdiler. Gerek benim yazının, gerekse TÜHİD ve İDA’nın mektuplarının tamamına şu websitesinden ulaşabilirsiniz: http://www.alisaydam.com/c/yazilar.asp
TÜHİD Başkanı Fügen Toksü mektubunun son bölümünde demiş ki:
“İletişim danışmanı olarak kurum ve kuruluşlara hizmet sunan kişilerin aynı zamanda medyada uzman yazar olarak görev yapmaları konusunun farklı boyutları nedeniyle farklı görüşlere yol açmasını son derece doğal buluyoruz. Bu konunun, tüm boyutlarıyla ve belki de daha geniş kapsamda tartışılmasının da tüm ilgili taraflara yarar sağlayacağına inanıyoruz.
Siz, iletişim alanındaki farklı dallardaki uzmanlığınız ile birlikte aynı zamanda medyada iletişim yazarısınız, bu nedenle de böyle bir panel sizin iki farklı şapkanızın da ilgi alanına giriyor. Panelde, bizimle birlikte olarak bu yorumları yerinde yapabilme imkânınız olabilseydi, sizin ifadenizle, sürekli tartışılan konunun sizin yanınızda tartışılmasına fırsat yaratılmış olurdu. Soru ve yorumlarınızla panelimize katkıda bulunmanız bizi çok memnun ederdi.
Diğer yandan, sizin medyada iletişim yazarı olmanız iletişim mesleğini geliştirici genel konuları kaleme almanız, iş dünyasının ve sektörün vizyonunu açıcı konuları ortaya koymanız, sektörümüzün büyümesini sağlaması ve yöneticilerin bu konuya ilgilerini artırması bakımından önem taşıyor. Bu anlamda da panelimiz kapsamında dile getirilen yukarıdaki konuyla ilgili olarak, bundan sonra da gelişerek süreceğini düşündüğümüz tartışmaya değerli katkılarda bulunacağınıza eminiz.
Derneğimize her zaman destek vermiş kıymetli bir üyemiz olarak, çalışmalarımıza görüş ve düşüncelerinizle katkılarınız bizi onurlandıracaktır.”
İDA Başkanı Necla Zarakol’un yönetim kurulunda satır satır tartışarak üzerinden geçtiklerini söylediği mektubun sonunda ise özetle şöyle denmiş:
“Sonuç olarak, görüşümüz şu noktalarda özetlenebilir:
1. İDA. üye şirket yöneticilerinin medyada yazarlık yapmasına kategorik olarak karşı değildir.
2. Bunun sektöre yararı olduğunu kabul ettiği gibi, kamuoyunun, sektöre mal edilmemesi gereken bazı kişisel görüşleri sektörel bir veri gibi kabul etmesi bakımından zarar verebilecek bir yanı olduğunu da görmektedir. Dolayısıyla sektöre yarar açısından konuya mesafeli yaklaşmaktadır.
3. Her konum için geçerli olan, “uzman yazarlık” konumu için de geçerlidir: Bu pozisyon istismara açıktır.
4. Yazı yazan nasıl eleştirmeyi bir hak olarak görüyorsa, eleştirilmenin de aynı ölçüde doğal olduğunu içine sindirmelidir.
Bu konuyu tartışmayı gerçekten sektörümüz için bir yarara dönüştürmek arzusundaysak, sektördeki diğer tarafların da içinde olduğu daha geniş tartışma platformları oluşturmalıyız. İDA bu konuda aktif olmaya, katkıda bulunmaya hazırdır.”
Her iki meslek kuruluşunun yaklaşımı özü itibariyle son derece olumlu. Demek ki bu konuyu İDA’nın ve TÜHİD’in önderliğinde özellikle gençlerin kafasında herhangi bir soru işareti kalmayacak şekilde tartışabileceğiz. Geniş katılımlı bir tartışma son derece hayırlı olacaktır.
Böylece “Neden ‘haksız’ rekabet olsun kardeşim; serbest piyasa ve rekabet ortamında sen de yaz sen de kendine rekabetçi avantaj sağla!” gibi ilkel yaklaşımlardan da böylece uzaklaşabiliriz.
Okumak cehaleti alır...
“Halkla İlişkiler ve İletişim Danışmanlığı’nda Mükemmellik” adlı kitabında James Grunig anahtarı aslında ‘Dünya Görüşü’nde arar. Hatta dünya görüşüün İngilizcesini bulmakta zorlanır ve doğrudan Almancasını kullanır: “Weltanschaung!”...
Aynen ‘Geist’, ‘Gestalt’, ‘Seele’ gibi Almanca kavramların üretildiği ülke lisanının dışında karşılıklarının bulunmasının zor olması gibi Weltanschaung’u bire bir çevirmek de kolay değildir...
‘İletişim yönetimi’ için ‘Dünya Görüşü’ ne kadar belirleyici bir unsur ise, İlişki Yönetimi için de ‘Görgülülük’ aynı derecede ağırlıklı önem taşır.
Ben ‘Görgü’ yerine bizim ‘kültür ve değerlerimize’ çok daha yakın olan ‘adabımuaşeret’ (Türk Dil Kurumu böyle yazıyor) kavramını kullanmayı her zaman tercih ediyorum.
Adap, edep’in ‘etik’ ile yakın ilişkisi de beni kavramı böyle kullanmaya teşvik ediyor. Adabımuaşereti ‘edinmek’ kolay iş değildir... Biraz aileden gelir çünkü... Ancak her şeyin başı da sonu da odur aslında... Özellikle de kariyerin, iş hayatındaki başarının.
“İnsanlar CV’lerine göre işe alınırlar. Ancak işlerine ‘karakterlerine’ göre son verilir” sözünü unutmamak gerekir...
İşte bu noktada dönüp Bahçeşehir Üniversitesi’ndeki ilginç bir uygulamaya bir bakmakta yarar olabilir:
Bahçeşehir Üniversitesi, 2008-2009 öğretim yılı için yöneticilere yönelik hazırladığı yeni bir yüksek lisans programı ile öğrencilerine görgü (adabımuaşeret) kurallarını da öğretmeyi amaçlıyormuş.
Programın koordinatörü Dr. Selçuk Tuzcuoğlu amaçlarını şöyle anlatmış:
“Katılımcılara normal bir MBA programında verilen akademik bilgilerin yanı sıra üst düzey yöneticilerin iş hayatında ihtiyaç duydukları yönetim becerileri de aktarılacak. Türkiye’de şu ana kadar beş üniversitede ‘Executive MBA Programı’ var, ama ilk kez bizim programımızda ‘adabımuaşeret’ ile ilgili bir bölüm olacak. Yöneticilerin sosyal hayatında ihtiyaç duyacağı bir program. ‘Eclectic life’ da programın bir parçası... Bunun içerisinde ‘giyim kuşam’, ‘yeme içme’, boş zamanları değerlendirme’ ve ‘genel olarak vücut dilinin kullanımı ile başkaları üzerinde olumlu etki bırakma’ gibi başlıklar var. Bunların her biriyle ilgili uzmanlar gelip katılımcılarla bilgi ve deneyimlerini paylaşacaklar.
Programda katılımcıların bir davette ne giyeceği, yemekte nasıl davranacağı ya da golf sahasında nasıl davranacağı gibi temel şeyleri öğretiyoruz. Ceket cebine hangi mendilin takılacağını, hangi yemekle hangi şarabın içileceğini bilecek, purolar ya da golf oyunu hakkında bilgi sahibi olacaklar.”
İnsan ister istemez o ünlü sözü hatırlıyor: “Okumak, cehaleti alır; eşeklik baki kalır...”
Ben bu programı şiddetle destekliyorum... Belki parmak arası terlikle akşam yemeğine katılan erkeklerin sayısı azalır...
Program üç sömestr sürecekmiş. Fiyatının 31 bin 200 YTL olduğu bildiriliyor. Ama burslar ve öğrencilerin başarıları doğrultusunda indirimler de varmış. 5 Eylül’de kayıtlar kapanıyormuş...
Çok sevindirici bir ‘insan kıymeti’ yatırımı aslında. Sadece bizim millet kompleks kumkumasıdır. “Adı ‘görgü’, ‘adabımuaşeret’ falan olan bir yere başvurmakta “Ben hödük müyüm; ya insanlar benimle kafa bulurlarsa?” falan diye çekinebilir... Acaba ‘görgü’ yerine, ‘bireysel gelişim’ gibi daha ‘yumuşak’ bir kavramla çıkılsaydı, daha iyi olmaz mıydı?..
Yerel medyanın çıkışı KOBİ mantığından kurtulmakta
Bizim dergi bu sayısında yine çok önemli bir konuya el atmış: Yerel medya meselesi...
Sadece seçimlerde akla gelen, o zamanlarda da inanılmaz etkisi yüzünden adayların peşinden koştuğu yerel medya, Türkiye’de gerektiği hızda ve özende gelişmiyor; hak ettiği baskı gücünü oluşturamıyor.
Bizzat tanık oldum. Bir büyük şehir belediye seçiminde adaylardan biri gidip o kentte yayınlanmakta olan en etkili gazeteyi ve TV istasyonunu satın almış; seçimleri hiç olmayacak büyük bir başarıyla kazanmış, sonrasında da o gazete ve kanalı üstüne de kârını koyarak bir başkasına devretmişti... Çünkü o gazete ve TV kanalı seçim sırasında yapılan yatırırımla hem itibarını hem de reklam gelirlerini artırmıştı. İktidara gelen kadrolar tarafından yönetildiği için de seçim sonrası piyasa değeri neredeyse ikiye katlanmıştı...
İletişim kanallarının artması ve ciddi oranda iletişim kirliliğinin oluşması yerel medyanın önemini giderek artırır. Ancak o yerel kanalın arkasında ciddi bir sermaye birikimi oluşmazsa, o medya güdük ve etkisiz kalmaya mahkumdur. KOBİ mantığından sıyrılma meselesi burada da gündeme gelmektedir:
İnsan kaynaklarına, Ar-Ge’ye, pazarlamaya ve yapısal sermayeye yatırım yapmak; ‘teknen varsa kıçında, işin varsa başında’ durmamak, kurumsallaşmak, birleşmelerle sermaye gücünü artırmak, ayağını yorganına göre değil vizyonuna göre uzatmak, genişlemeyi ilke edinmek, bilgi ve sermaye ‘network’lerini (ağlarını) ve nihayet sosyal paydaşlık ilişkilerini adam gibi yönetmek...
İşte çıkış yolu... KOBİ’likten değil belki ancak ‘KOBİ mantığından’ kurtulmak şart yani... Bakın o zaman yerel medya ne oluyor?..