Krizlerin de 'doyum noktası' vardır
14 haziran 2014
Bir süre önce Türkiye'nin 'olağanüstü şartlar sarmalı'ndan çıkabilmesinin yolları üzerine Şükrü Hanioğlu'nun yazısına dikkat çekmiştik. Hanioğlu'nun önerisi özetle şöyleydi: ''Olağanüstünün ne denli olağanüstü olduğunu tartışmak' ve bunun neticesine bakmaksızın onu 'olağan ile aşmaya' çalışmaktır...'
Güney sınırımızda IŞİD'in yarattığı 'olağanüstü durum'da da 'olağan koşullar'dan yararlanma jokerimiz elbette vardır ve bu kart, zor ve çetrefil koşullar içinde ortaya çıkabilen 'milli boyut'un ta kendisidir. Bu 'milli boyutu'n, asarız, keseriz türü bir bilindik 'savaş bahanesi' avamlığıyla ilgisi olmadığının nihayet anlaşılmaya başlandığını muhalefetin tutumundaki değişiklikte görmeye başladık, diyebiliriz. (CHP'nin Başbakan ile ilgili soru önergesini geri çekmesi, Bahçeli'nin 'Bu dönemde hükümetin arkasında durulması gerektiği'ne ilişkin sözleri.)
Tüm düşmansı söylemlere rağmen 'Hükümetin arkasındayız' lafı çok önemlidir. Çünkü, olağanüstü durumları olağan ile aşabilme fırsatlarında milli kenetlenmeye Türkiye'nin her zaman ihtiyacı olmuştur ve sağduyu rüzgârı bizi kendiliğinden bu çözüme doğru iter.
Bilindiği gibi her kriz fırsat doğurmayabilir. Ancak bu kriz, hem ekonomik hem siyasi hem sosyal anlamda doğru yönetilirse tüm tarafların kazançlı çıkabileceği bir aydınlığın kapısını da aralayabilir.
Çelişkiler yoğunlaşarak aynı hizada o kadar çok bir araya gelip zirve yaptı ki, olup biteni bir x ve y ekseni üzerinde gördüğümüzü hayal edersek, yukarı çıkan eğrinin artık inişe geçmesi gerektiğinin farkına da varabiliriz. İçimizdeki bazı İrlandalılar'ın dalga geçtiği, 'Bizi test etmeye kalkmasınlar' yaklaşımı, muhalefetin de kendi kendisini 'aklın yolu bir' çizgisine getirdiği çözüm noktasıdır aynı zamanda.
Krizlerin de 'doyum noktası' vardır ve ülke güvenliği ile ilgili tüm meselelerde olduğu gibi o çözüm, birlik ve beraberlik ruhunun rakiplere olduğu gibi en gerçek ve en olağan haliyle yansıtıldığı zamanda kendisini gösterir.
Alman iş dünyasından üç tespit
Çarşamba akşamı bir iş davetindeydik. Mekân muhteşemdi: 1880'de II. Abdülhamit'in diplomatik kullanım için Alman İmparatorluğu'na hediye ettiği muazzam bir arazi üzerinde o yıllarda inşa edilmiş bir dizi köşkten oluşan muhteşem bir kompleks... Alman Sefareti'nin Tarabya'daki yazlık rezidansı, devasa bir bahçeyi, tenis kortlarını, Alman askeri şehitliğini de içinde barındırıyor. İstanbul Başkonsolosu bu daveti Alman iş dünyasından şu isimler için vermişti:
Reinhard Meyer, (Schleswig-Holstein eyaleti Ekonomi Bakanı), Frank Horch (Hamburg eyaleti Ekonomi Bakanı), Bernd Bösche, (Schleswig-Holstein eyaleti Ekonomik Teşvik ve Teknoloji Transferi Ajansı Genel Müdürü), Werner Beba, (Hamburg Yenilenebilir Enerji Yetkinlik Merkezi ve Enerji Etkililiği Ajansı Genel Müdürü), Wolfgang Benecke, (Fraunhofer Enstitüsü Yöneticisi)
Heyet üyeleri ve beraberinde Kuzey Almanya bölgesinden 50'den fazla yatırımcı, işadamını da getirmişlerdi. Amaçları da, Türkiye'de ve buradan yola çıkarak bölgede çeşitli yatırım ve ticaret olanaklarını araştırmak.
Ankara'da bakanlıklar nezdinde, İstanbul ve Samsun'da da işadamlarıyla çeşitli görüşmeler yapmak üzere bir haftalık bir iş gezisinin ara durağında bu davette kendileriyle görüşme fırsatı bulduk. Sohbetlerden edindiğimiz üç tespiti taze taze nakledelim:
Bir: Konuşmalarda son zamanlarda Alman medyasının Türkiye'ye karşı yürüttüğü olumsuz kampanyadan en ufak bir ize bile rastlamadık. Tam tersine Türkiye ile hem ilişkiler bazında hem de gelecek tasarımı konusunda son derece olumlu ve yapıcı bir tutum içindeydiler.
İki: Türkiye'yi lafta değil fiiliyatta da sadece bir yatırım merkezi değil bir sıçrama tahtası olarak da görüyorlardı. Türkiye onlar için, uluslararası deyişle bir 'hub'; dağıtım merkeziydi. Nereye açılmak için? Ortadoğu'ya, Yakın ve Uzak Doğu'ya.
Üç: Türkiye'nin benzer bir modeli, yani Turgut Özal'ın başlattığı 'Devlet, Özel Sektör ve Sivil Toplum Örgütleri bütünleşmesi' içinde dünyaya açılım modelinin devam ettirilmesi yolunda, bu arkadaşlardan öğreneceğimiz ve onların tecrübesinden yararlanmamız gereken çok şey olduğunu komplekse kapılmadan kabul etmek gerekiyor.
Güney sınırımızda IŞİD'in yarattığı 'olağanüstü durum'da da 'olağan koşullar'dan yararlanma jokerimiz elbette vardır ve bu kart, zor ve çetrefil koşullar içinde ortaya çıkabilen 'milli boyut'un ta kendisidir. Bu 'milli boyutu'n, asarız, keseriz türü bir bilindik 'savaş bahanesi' avamlığıyla ilgisi olmadığının nihayet anlaşılmaya başlandığını muhalefetin tutumundaki değişiklikte görmeye başladık, diyebiliriz. (CHP'nin Başbakan ile ilgili soru önergesini geri çekmesi, Bahçeli'nin 'Bu dönemde hükümetin arkasında durulması gerektiği'ne ilişkin sözleri.)
Tüm düşmansı söylemlere rağmen 'Hükümetin arkasındayız' lafı çok önemlidir. Çünkü, olağanüstü durumları olağan ile aşabilme fırsatlarında milli kenetlenmeye Türkiye'nin her zaman ihtiyacı olmuştur ve sağduyu rüzgârı bizi kendiliğinden bu çözüme doğru iter.
Bilindiği gibi her kriz fırsat doğurmayabilir. Ancak bu kriz, hem ekonomik hem siyasi hem sosyal anlamda doğru yönetilirse tüm tarafların kazançlı çıkabileceği bir aydınlığın kapısını da aralayabilir.
Çelişkiler yoğunlaşarak aynı hizada o kadar çok bir araya gelip zirve yaptı ki, olup biteni bir x ve y ekseni üzerinde gördüğümüzü hayal edersek, yukarı çıkan eğrinin artık inişe geçmesi gerektiğinin farkına da varabiliriz. İçimizdeki bazı İrlandalılar'ın dalga geçtiği, 'Bizi test etmeye kalkmasınlar' yaklaşımı, muhalefetin de kendi kendisini 'aklın yolu bir' çizgisine getirdiği çözüm noktasıdır aynı zamanda.
Krizlerin de 'doyum noktası' vardır ve ülke güvenliği ile ilgili tüm meselelerde olduğu gibi o çözüm, birlik ve beraberlik ruhunun rakiplere olduğu gibi en gerçek ve en olağan haliyle yansıtıldığı zamanda kendisini gösterir.
Alman iş dünyasından üç tespit
Çarşamba akşamı bir iş davetindeydik. Mekân muhteşemdi: 1880'de II. Abdülhamit'in diplomatik kullanım için Alman İmparatorluğu'na hediye ettiği muazzam bir arazi üzerinde o yıllarda inşa edilmiş bir dizi köşkten oluşan muhteşem bir kompleks... Alman Sefareti'nin Tarabya'daki yazlık rezidansı, devasa bir bahçeyi, tenis kortlarını, Alman askeri şehitliğini de içinde barındırıyor. İstanbul Başkonsolosu bu daveti Alman iş dünyasından şu isimler için vermişti:
Reinhard Meyer, (Schleswig-Holstein eyaleti Ekonomi Bakanı), Frank Horch (Hamburg eyaleti Ekonomi Bakanı), Bernd Bösche, (Schleswig-Holstein eyaleti Ekonomik Teşvik ve Teknoloji Transferi Ajansı Genel Müdürü), Werner Beba, (Hamburg Yenilenebilir Enerji Yetkinlik Merkezi ve Enerji Etkililiği Ajansı Genel Müdürü), Wolfgang Benecke, (Fraunhofer Enstitüsü Yöneticisi)
Heyet üyeleri ve beraberinde Kuzey Almanya bölgesinden 50'den fazla yatırımcı, işadamını da getirmişlerdi. Amaçları da, Türkiye'de ve buradan yola çıkarak bölgede çeşitli yatırım ve ticaret olanaklarını araştırmak.
Ankara'da bakanlıklar nezdinde, İstanbul ve Samsun'da da işadamlarıyla çeşitli görüşmeler yapmak üzere bir haftalık bir iş gezisinin ara durağında bu davette kendileriyle görüşme fırsatı bulduk. Sohbetlerden edindiğimiz üç tespiti taze taze nakledelim:
Bir: Konuşmalarda son zamanlarda Alman medyasının Türkiye'ye karşı yürüttüğü olumsuz kampanyadan en ufak bir ize bile rastlamadık. Tam tersine Türkiye ile hem ilişkiler bazında hem de gelecek tasarımı konusunda son derece olumlu ve yapıcı bir tutum içindeydiler.
İki: Türkiye'yi lafta değil fiiliyatta da sadece bir yatırım merkezi değil bir sıçrama tahtası olarak da görüyorlardı. Türkiye onlar için, uluslararası deyişle bir 'hub'; dağıtım merkeziydi. Nereye açılmak için? Ortadoğu'ya, Yakın ve Uzak Doğu'ya.
Üç: Türkiye'nin benzer bir modeli, yani Turgut Özal'ın başlattığı 'Devlet, Özel Sektör ve Sivil Toplum Örgütleri bütünleşmesi' içinde dünyaya açılım modelinin devam ettirilmesi yolunda, bu arkadaşlardan öğreneceğimiz ve onların tecrübesinden yararlanmamız gereken çok şey olduğunu komplekse kapılmadan kabul etmek gerekiyor.