“Senin üstüne vazife değil” türden işler
06 Aralık 2014
Derinlik nasıl kazanılır? İnsanın üstüne zaten vazife olan işlerle mi? Yoksa üstüne hiç mi hiç vazife olmayan işlerle mi? Tabii ki ikincisiyle. Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin (TİM) kuruluş kanununda sanmıyoruz ki şöyle bir madde olsun:
“TİM Başkanı ülke markası ile ilgilenir. İnnovasyon ve katmadeğerli üretime odaklanır. Kent markalarının gelişimine önayak olur ve üniversite gençliğine inovasyonu içselleştirmeleri için destek olur.”
Bunların hiçbiri TİM Başkanı’nın üstüne vazife değildir. Oysa Sayın Başkan Mehmet Büyükekşi tam da bu işlerle uğraşmakta, kurmaylarıyla beraber son derece başarılı girişimlerde bulunmakta, ‘vazifesi dışındaki’ büyük organizasyonlara imzasını atmakta.
Ekonomi Bakanlığı desteğinde Arçelik, TEB, THY, Sabancı Holding stratejik ortaklığında TİM tarafından organize edilen Türkiye İnovasyon Haftası’nın ilk gününde hasbelkader biz de konuşmacıydık.
Konuşmaların ayrıntısına girmek niyetinde değilim. Meraklısı, günlük gazetelerde ya da TİM TV’nin internetteki canlı yayınlarından takip etmiştir. (Sonrasında da yine aynı sitede konuşmaların videosu da ayrıca yayımlanacak ve her bir konuşmacının fikirleri de TİM Yayınları kitaplarında yerini alacakmış.)
Biz ilgimizi çeken bambaşka bir konuya değinmek istiyoruz:
İstanbul Kongre Merkezi’ndeki etkinliklerle bugün üçüncü günüyle sona erecek olan Türkiye İnovasyon Haftası’nda gönüllü çalışmak üzere Anadolu’nun yüze yakın üniversitesinden seçilip gelmiş olan 125 öğrenciden söz etmek istiyorum. Mesela şu üniversitelerden:
Karadeniz Teknik Üniversitesi, Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi, Kırklareli Üniversitesi, Konya Selçuklu Üniversitesi, Iğdır, Erciyes, Bingöl, Düzce, Van, Adıyaman Üniversiteleri, Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi.
Bu üniversitelerde okuyan öğrencilerle tek tek görüştüm. Kendi üniversitelerinde yüzlerce öğrenci arasından seçilmişler. Yol paralarını ve İstanbul’da iyi otellerde konaklamalarını TİM karşılamış.
Hepsi özel gün için aynı kıyafetleri giymişler. Hem İstanbul’u görme fırsatı buluyorlar hem de organizasyonda bila bedel görev alıyorlar. Kendilerine sordum:
“Medyanın bize çizdiği ‘Y Kuşağı’na mensup üniversite gençliği sizin gibi değil. Ne işiniz var burada? Memleketinizde kafe kafe dolaşıp, arkadaş toplantılarınızda eğlenip, internette dolanmak varken, ciddi derinlik gerektiren inovasyon gibi devedişi bir konunun içindesiniz. Buralarda ne işiniz var?”
Çok hoş cevaplar verdiler. Bir tanesini özellikle beğendim. Bingöl Üniversitesi’nden gelen bir kız öğrencimiz dedi ki:
“Üniversiteyi bitirmek artık yetmiyor.”
Sorularıma devam ettim:
“Anlattıklarınıza ve bu etkinlik için başvuru sayısına bakılacak olursa sizin kentlerde sadece birkaç genç değil, büyük bir çoğunluk sizin gibi düşünüyor. Peki sizce neden medya, üniversite gençliğinden söz ederken ‘Y Kuşağı’ özelliklerini size mal ediyor? Medyanın tarif ettiği üniversite gençliği ile sizin ne alakanız var?”
Bir kısmı medyanın yaşıtları üniversite öğrencilerini nasıl konumlandırdığının farkında değil. İçlerinden biri, Türkiye’deki tüm üniversitelerde öğrenim gören öğrencilerin, kendilerini eğitimin dışındaki ilgi alanlarıyla buluşturacak Kulüpler’in önemine değindi. Dedi ki:
“Bu Kulüpler varsa ‘İnovasyon’ benzeri özel alanlardan haberdar olunabilir. Yoksa? İşte o zaman ‘Gençlere ne veriyorlar ki, onlardan ne bekliyorlar’ diye sormamız gerekir.”
İlk gün rekor kırılmış. Çoğunluğu genç 15 bin kişi, İstanbul Kongre Merkezi’ni ziyaret etmiş. Bu rakamın dün ve bugün de artacağı tahmin ediliyor.
Kıssadan üç hisse:
Bir: Bizdeki ‘Y Kuşağı’ Hıristiyan Batılı kaynakların bize dikte ettiği özellikleri değil, bizim kültür ve değerlerimize uygun özellikleri taşıyor. Bu nedenle Türk gençliği ile ilgili analiz yaparken Batı’daki ‘Y Kuşağı’ üzerine yapılmış araştırmalara değil, kendi gençliğimiz üzerine olanlarına itibar etmeliyiz. (Tabii bulabilirsek.)
İki: Gençlerin fark edebileceği biçimde hayatın kültür kaynaklarına işaret etmeden, onlardan çıtayı yükseltmelerini beklemek mümkün değil; ayrıca saçma da. Bunun için de üniversitelerdeki Kulüp faaliyetlerini ciddiye almak ve oralara yatırım yapmak, bu kulüpleri yetim ve başıboş bırakmamak gerekiyor.
Üç: Emeksiz, zahmetsiz derinlik kazanmak mümkün değildir. Burada Mevlana Hazretleri’ni anmadan geçmeyelim:
“Her şey üstüne gelip seni dayanamayacağın bir noktaya getirdiğinde, sakın vazgeçme; çünkü orası gidişatın değişeceği yerdir.”
Üstüne vazife olmayan işleri, bin bir emek ve zahmetle üstüne vazife edinen TİM’i bir kez daha tebrik ediyoruz.
“Su, nefes gibi...”
İlk kez geçen hafta sinemada görmek nasip oldu. Bizim dikkatsizliğimizden mi, yoksa Damla Su’nun medya satın almada çok başarılı olduğunu söyleyemeyeceğimiz yatırım anlayışından mı?
Oysa olağanüstü etkili ‘Algılama Yönetiminin 11 Kuralı’nın 11’ine de sadık kalınmış adeta bir reklam başyapıtı. (11 Kural için Bkz: Algılama Yönetimi, Remzi Kitabevi, 5. Baskı, Şubat 2012, Sayfa: 205-361)
Sözünü ettiğimiz ve daha sonra internette uzun versiyonunu da izlediğimiz reklamda, Damla Su, Mercan Dede’yi memleketi Bursa’ya, Uludağ’daki suların kaynağına götürüyor ve ünlü neyzen doğanın olağanüstü güzellikteki seslerini kaydediyor. Reklamda “Su, nefes gibi...” diye başlayan ve “Bir damla fazlasını yapma fikri beni çok heyecanlandırdı” diyen o içten ‘dış sesi’yle Mercan Dede’nin, kaynakta topladığı bu seslerle yeniden düzenlediği ‘Yağmur Yağar Taş Üstüne’ türküsü ise tek kelimeyle muhteşem!
Başta ‘Su’ albümü olmak üzere pek çok eseriyle ruhun tekamülüne katkısı tartışılmayan Mercan Dede’nin markayı mükemmelen temsil ettiğini ve bu işbirliğinde kazanan taraf sayısının çokluğunu tespit edelim. Hem izleyiciler, hem Mercan Dede, hem Damla Su, bu çalışmadan maksimum kazançla çıkmışdır. Ancak Damla Su gibi iletişimini duygusallık ve duyarlılık üzerine kuran bir markanın, yıllardır insanların beynini kurcalayan ve aslında içinde ukde olması gereken, mikrop yuvası damacana suları meselesinde de aynı duyarlılığı gösterdiğine bir gün tanık olursak, bu konumlandırmayı pekiştireceğine işaret etmek boynumuzun borcudur.
“TİM Başkanı ülke markası ile ilgilenir. İnnovasyon ve katmadeğerli üretime odaklanır. Kent markalarının gelişimine önayak olur ve üniversite gençliğine inovasyonu içselleştirmeleri için destek olur.”
Bunların hiçbiri TİM Başkanı’nın üstüne vazife değildir. Oysa Sayın Başkan Mehmet Büyükekşi tam da bu işlerle uğraşmakta, kurmaylarıyla beraber son derece başarılı girişimlerde bulunmakta, ‘vazifesi dışındaki’ büyük organizasyonlara imzasını atmakta.
Ekonomi Bakanlığı desteğinde Arçelik, TEB, THY, Sabancı Holding stratejik ortaklığında TİM tarafından organize edilen Türkiye İnovasyon Haftası’nın ilk gününde hasbelkader biz de konuşmacıydık.
Konuşmaların ayrıntısına girmek niyetinde değilim. Meraklısı, günlük gazetelerde ya da TİM TV’nin internetteki canlı yayınlarından takip etmiştir. (Sonrasında da yine aynı sitede konuşmaların videosu da ayrıca yayımlanacak ve her bir konuşmacının fikirleri de TİM Yayınları kitaplarında yerini alacakmış.)
Biz ilgimizi çeken bambaşka bir konuya değinmek istiyoruz:
İstanbul Kongre Merkezi’ndeki etkinliklerle bugün üçüncü günüyle sona erecek olan Türkiye İnovasyon Haftası’nda gönüllü çalışmak üzere Anadolu’nun yüze yakın üniversitesinden seçilip gelmiş olan 125 öğrenciden söz etmek istiyorum. Mesela şu üniversitelerden:
Karadeniz Teknik Üniversitesi, Karamanoğlu Mehmet Bey Üniversitesi, Kırklareli Üniversitesi, Konya Selçuklu Üniversitesi, Iğdır, Erciyes, Bingöl, Düzce, Van, Adıyaman Üniversiteleri, Osmaniye Korkut Ata Üniversitesi.
Bu üniversitelerde okuyan öğrencilerle tek tek görüştüm. Kendi üniversitelerinde yüzlerce öğrenci arasından seçilmişler. Yol paralarını ve İstanbul’da iyi otellerde konaklamalarını TİM karşılamış.
Hepsi özel gün için aynı kıyafetleri giymişler. Hem İstanbul’u görme fırsatı buluyorlar hem de organizasyonda bila bedel görev alıyorlar. Kendilerine sordum:
“Medyanın bize çizdiği ‘Y Kuşağı’na mensup üniversite gençliği sizin gibi değil. Ne işiniz var burada? Memleketinizde kafe kafe dolaşıp, arkadaş toplantılarınızda eğlenip, internette dolanmak varken, ciddi derinlik gerektiren inovasyon gibi devedişi bir konunun içindesiniz. Buralarda ne işiniz var?”
Çok hoş cevaplar verdiler. Bir tanesini özellikle beğendim. Bingöl Üniversitesi’nden gelen bir kız öğrencimiz dedi ki:
“Üniversiteyi bitirmek artık yetmiyor.”
Sorularıma devam ettim:
“Anlattıklarınıza ve bu etkinlik için başvuru sayısına bakılacak olursa sizin kentlerde sadece birkaç genç değil, büyük bir çoğunluk sizin gibi düşünüyor. Peki sizce neden medya, üniversite gençliğinden söz ederken ‘Y Kuşağı’ özelliklerini size mal ediyor? Medyanın tarif ettiği üniversite gençliği ile sizin ne alakanız var?”
Bir kısmı medyanın yaşıtları üniversite öğrencilerini nasıl konumlandırdığının farkında değil. İçlerinden biri, Türkiye’deki tüm üniversitelerde öğrenim gören öğrencilerin, kendilerini eğitimin dışındaki ilgi alanlarıyla buluşturacak Kulüpler’in önemine değindi. Dedi ki:
“Bu Kulüpler varsa ‘İnovasyon’ benzeri özel alanlardan haberdar olunabilir. Yoksa? İşte o zaman ‘Gençlere ne veriyorlar ki, onlardan ne bekliyorlar’ diye sormamız gerekir.”
İlk gün rekor kırılmış. Çoğunluğu genç 15 bin kişi, İstanbul Kongre Merkezi’ni ziyaret etmiş. Bu rakamın dün ve bugün de artacağı tahmin ediliyor.
Kıssadan üç hisse:
Bir: Bizdeki ‘Y Kuşağı’ Hıristiyan Batılı kaynakların bize dikte ettiği özellikleri değil, bizim kültür ve değerlerimize uygun özellikleri taşıyor. Bu nedenle Türk gençliği ile ilgili analiz yaparken Batı’daki ‘Y Kuşağı’ üzerine yapılmış araştırmalara değil, kendi gençliğimiz üzerine olanlarına itibar etmeliyiz. (Tabii bulabilirsek.)
İki: Gençlerin fark edebileceği biçimde hayatın kültür kaynaklarına işaret etmeden, onlardan çıtayı yükseltmelerini beklemek mümkün değil; ayrıca saçma da. Bunun için de üniversitelerdeki Kulüp faaliyetlerini ciddiye almak ve oralara yatırım yapmak, bu kulüpleri yetim ve başıboş bırakmamak gerekiyor.
Üç: Emeksiz, zahmetsiz derinlik kazanmak mümkün değildir. Burada Mevlana Hazretleri’ni anmadan geçmeyelim:
“Her şey üstüne gelip seni dayanamayacağın bir noktaya getirdiğinde, sakın vazgeçme; çünkü orası gidişatın değişeceği yerdir.”
Üstüne vazife olmayan işleri, bin bir emek ve zahmetle üstüne vazife edinen TİM’i bir kez daha tebrik ediyoruz.
“Su, nefes gibi...”
İlk kez geçen hafta sinemada görmek nasip oldu. Bizim dikkatsizliğimizden mi, yoksa Damla Su’nun medya satın almada çok başarılı olduğunu söyleyemeyeceğimiz yatırım anlayışından mı?
Oysa olağanüstü etkili ‘Algılama Yönetiminin 11 Kuralı’nın 11’ine de sadık kalınmış adeta bir reklam başyapıtı. (11 Kural için Bkz: Algılama Yönetimi, Remzi Kitabevi, 5. Baskı, Şubat 2012, Sayfa: 205-361)
Sözünü ettiğimiz ve daha sonra internette uzun versiyonunu da izlediğimiz reklamda, Damla Su, Mercan Dede’yi memleketi Bursa’ya, Uludağ’daki suların kaynağına götürüyor ve ünlü neyzen doğanın olağanüstü güzellikteki seslerini kaydediyor. Reklamda “Su, nefes gibi...” diye başlayan ve “Bir damla fazlasını yapma fikri beni çok heyecanlandırdı” diyen o içten ‘dış sesi’yle Mercan Dede’nin, kaynakta topladığı bu seslerle yeniden düzenlediği ‘Yağmur Yağar Taş Üstüne’ türküsü ise tek kelimeyle muhteşem!
Başta ‘Su’ albümü olmak üzere pek çok eseriyle ruhun tekamülüne katkısı tartışılmayan Mercan Dede’nin markayı mükemmelen temsil ettiğini ve bu işbirliğinde kazanan taraf sayısının çokluğunu tespit edelim. Hem izleyiciler, hem Mercan Dede, hem Damla Su, bu çalışmadan maksimum kazançla çıkmışdır. Ancak Damla Su gibi iletişimini duygusallık ve duyarlılık üzerine kuran bir markanın, yıllardır insanların beynini kurcalayan ve aslında içinde ukde olması gereken, mikrop yuvası damacana suları meselesinde de aynı duyarlılığı gösterdiğine bir gün tanık olursak, bu konumlandırmayı pekiştireceğine işaret etmek boynumuzun borcudur.