“Tarihimiz nev zuhur bir tarih değildir”
22 KASIM 2012
Dışişleri Bakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu’nun Gazze’deki gözyaşları beni Sayın Bakan’ın İstanbul’da kalabalık bir iletişimci grubuna verdiği konferans gününe götürdü. 2010 yılının kış aylarıydı... Bersay İletişim Enstitüsü’nün “Dünya Görüşü” (Weltanchauung) çatı başlığı altında düzenlediği bir dizi konferanstan birinde Sayın Davutoğlu’nu ağırlamıştık. Prof. Dr. Haluk Şahin konferans sonrasında kendisine şu soruyu sormuştu:
“Siz çok önemli bir dış ülke toplantısında, diyelim ki bir Batı ülkesindeki toplantıda, masaya oturduğunuzda kendinizi Müslüman dünyasının temsilcisi olarak mı algılıyorsunuz? Bu toplantıda diyalog halinde olan iki medeniyetten kendinizi hangisine ait hissediyorsunuz? Diğer yandan, bir de benim kuşağımın en azından içselleştirdiği, harita üzerindeki yeri ve zihniyetiyle kendisini Batı dünyasının içinden biri gibi gören dış politika uzmanlarımız da, bakanlarımız da oldu. ‘Ankara’dan olaya bakan’ kişi olarak böyle bir toplantıda siz kendinizi hangi medeniyete ait hissediyorsunuz?”
Sayın Davutoğlu’nun verdiği ve benim özetlemeye çalıştığım şu yanıt, Gazze’deki gözyaşlarıyla birlikte düşünüldüğünde apayrı bir mana kazanmıyor mu?
“Dünyanın iki medeniyetten ibaret olmadığını hepimiz biliyoruz. İslam ve Batı dışında Çin, Hint, Latin Amerika, Afrika medeniyetleri ve çok sayıda otantik medeniyetler var. Uluslararası toplantılarda kendimizi nasıl hissettiğimizi daha iyi anlatabilmem için izin verirseniz bir giriş yapayım. Medeniyetler konusunda üç tane yaklaşımdan söz edebiliriz:
Birinci yaklaşım sahipleri, tarihle ilgili konuştuklarında çoğul kullanıyorlar. ‘Geçmişte medeniyetler vardı’ diyorlar ama güncele geldiklerinde tekil kullanıyorlar: ‘Şimdi medeniyet var’. Toynbee’nin ‘Medeniyetler Tarihi’ kitabına bakarsanız şöyle der: ‘Geçmişte 26 medeniyet doğmuştur bunun 16’sı şu anda yok; 10 tane medeniyet kalmıştır.’ Otuzlu yıllardaki bu görüşe göre zaman içinde Batı Medeniyeti dışındakiler teker teker buharlaşacaklar... (...)
İkinci yaklaşım sahipleri, ‘medeniyetler bu gün de var’ diyor ‘ama bunlar çatışıyor’ diye ekliyor. Detaya girmeden özetle söyleyecek olursam, ‘Bunlar birbirlerini tehdit unsuru olarak algılıyor ve o yüzden bir çatışma oluşuyor’ diyorlar.
Bizim nasıl yaklaştığımızı anlatırsam, sorunuzun karşılığını da vermiş sayacağım kendimi.
Biz sözünü ettiğiniz o masaya oturduğumuzda, medeniyetleri oluşturan tüm süreçlerin, birikimlerle yeniden inşa edildiğinin idraki içinde oluyoruz. Ve Türkiye’nin gerek tarihi birikimi gerekse coğrafi konumu itibariyle bütün kadim gelenekleri tevarüs ettiğini ya da onlarla ilişkiye geçtiğini düşünüyoruz. Osmanlı’nın kuruluşu ve devamında medeniyetler arası etkileşimi bağlamında öylesine bir kültürel harmanlamadan söz edebiliyoruz ki, kurucu unsur step kültüründen geliyor; geçerek geldiği unsur İran kültüründen süzülerek geliyor İran ve Mezopotamya kültüründen. Kurulduğu yer Bizans’ın bulunduğu yer. Hâkim olduğu ilk medeniyet havzası Yunan havzası. İkinci havza Roma havzası. Daha sonra hâkim olduğu alan Mısır havzası, Mezopotamya havzası ve Hint havzasıyla da temasa geçiyor. Çin’le olan bağlantısını da unutmayalım.
Benim babaannem tipik bir Türkmen’dir. Horasan’ı bilmez İsfahan’ı bilmez ama ‘Horasandır bizim ilimiz, İsfahan’dan geçti yolumuz, göçer geldik buralara…’ diye şiir okurdu rahmetli. Çin kültürüyle Orta Asya kültürünün karışımı bir sürü unsuru barındıran ne kadar çok unsur vardır gündelik hayatımızda.
Yine bir çalışmamda ben Machiavelli ile Kınalızade’yi mukayese etmiştim. Aynı dönemdir. Biri modern görünür, biri geleneksel görünür. Machiavelli’nin yazdıklarında Roma ve kilise dışında hiçbir yere, kişiye referans yoktur. Yunan’a referans yoktur. Hiçbir yerde Aristo, Eflatun falan göremezsiniz. Kınalızade’nin aynı dönemde yazılan Ahlâk-ı Alâi’sinde, Aristo’dan ‘Peygamberin hocası’ diye bahseder. Aristo İskender’in hocası olduğu için. Eflatun’dan bahseder. İran geleneğinden bahseder. İslam geleneğinden bahseder, her şey vardır Ahlâk-ı Alâi’de.
Sözünü ettiğiniz o toplantılara işte bu kadim kültürü arkamızda hissederek katılıyoruz. Tarihimiz nev-i zuhur bir tarih değil. Dünyada kaç tane bin yıllık şehir var? New York, kalabalıktır, etkileyicidir... Roma gibi bin yılı devirmekten ya da 4-5 medeniyetin harmanlanıp da geçebildiği Şam gibi, ya da İstanbul gibi başlıbaşına bir ‘ruh’ olarak ayakta durabilmekten söz ediyorum.
Dolayısıyla Türkiye ve bu tarihi derinliğimiz, hem kadimi kucaklamış, gelenek-modernite çatışmasını her alanda kuşatmış ve dediğiniz gibi Cumhuriyet ile birlikte hatta Cumhuriyet’ten önce Tanzimat’la birlikte batı dışı bir toplumun yaşayabileceği en kapsamlı batılılaşmayı yaşamışız.
Böyle bir birikimi temsil ettiğimiz inancıyla otururum ben uluslararası toplantılarda”…
Benim de Gazze’deki o fotoğraftan sonra bu satırları okurken gözlerim doldu. Keşke her toplantıya otururken ve yılla sonrasına kalacak eserler tasarlarken (çamlıca konması düşünülen cami gibi) böyle düşünebilsek…
Darbeleri yargılarken ordumuzu yüceltmek şart...
“Kafeste yargılansınlar” diyenler olmuştu...
Rövanşist zihniyetin nerelere uzanabileceğini gösteren bu garip önerileri de hiç unutmadan 12 Eylül davasını ve Tahsin Şahinkaya ile Kenan Evren’i ibreti âlem için yakından takip etmek lazım.
Mayıs ayında MetroPOLL'ün 'Türkiye'de Darbeler ve Darbe Yargılamaları' başlıklı araştırmasındaki sonuçlar çok çarpıcıydı. 'Herhangi bir nedenle ordunun darbe yapmasını onaylar mısınız?' sorusuna %79.1 'onaylamam' derken, %17.1'i 'onaylarım' ve %3.8'i 'cevabım yok' demişti. Bu araştırmayı yorumlarken işte bu % 17.1'lik kesimin 12 Eylül 1980'in ilk aylarındaki 'soluk alma' dönemini şükran duygusuyla hatırlayanlar olabileceğini yazmış,“Nefretimiz de minnetimiz de güçlüdür bizim” demiştim.
Şimdi bu %17’lik kesimin bakış açısıyla 12 Eylül davasını izleyenler, 12 Eylül öncesi yaşanan trajedileri bıçak gibi kesen bir darbenin iki yaşlı temsilcisinin ifade veriyor olmasından rahatsızlık duymuş olmalılar... Oysaki darbeyle biten trajedilerin yerine derhal yenilerinin başladığını, hapishanelere, işkence odalarına, mahkemelere düşenlerin canının çok yandığını istisnasız herkes artık gayet iyi biliyor. Nihayetinde gün olup devranın döndüğünü ve bu kez rollerin değiştiğini de. “12 Eylül’ü yargılıyoruz” hissiyatının gücünün hiç mi hiç azımsanamayacağını da.
“Kamu vicdanı” ifadesiyle açıklayabileceğimiz gönlü adaletten hiç mi hiç ayrılmayanların ortak duygusu, farklı bakış açılarından kaynağını alsa da tüm bu karmaşık hissiyatın toplam izdüşümünden başka bir şey değil aslında. Bu konuda yapılan araştırma sonuçlarını taşıyan payandalar da bize şu sonucu veriyor:
'Bu memlekette darbeler dönemi tümden kapansın. Sorumluları da hesap versin. Ancak hesap sorarken de itidal duygumuzu kaybetmeyelim.’
Bir de şu: “Türk Silahlı Kuvvetleri itibarı, moral gücü, donanamı ve konumlandırılması itibarıyla herhangi bir AB ülkesi ordusuna benzemez. Herhangi bir AB ülkesi, bizim komşularımız nedeniyle yaşadığımız türden sorunlarla baş etmek zorunda değildir. TSK sadece Türkiye için değil bölgenin güvenliği ve bekası için üzerine titrenmesi, harcanmaması, her türlü saldırıya karşı korunması gereken bir güçtür. Yani bu yanıyla, hem bir ‘hard power’dır, hem de ‘soft power’…
İşin özü budur.
“Siz çok önemli bir dış ülke toplantısında, diyelim ki bir Batı ülkesindeki toplantıda, masaya oturduğunuzda kendinizi Müslüman dünyasının temsilcisi olarak mı algılıyorsunuz? Bu toplantıda diyalog halinde olan iki medeniyetten kendinizi hangisine ait hissediyorsunuz? Diğer yandan, bir de benim kuşağımın en azından içselleştirdiği, harita üzerindeki yeri ve zihniyetiyle kendisini Batı dünyasının içinden biri gibi gören dış politika uzmanlarımız da, bakanlarımız da oldu. ‘Ankara’dan olaya bakan’ kişi olarak böyle bir toplantıda siz kendinizi hangi medeniyete ait hissediyorsunuz?”
Sayın Davutoğlu’nun verdiği ve benim özetlemeye çalıştığım şu yanıt, Gazze’deki gözyaşlarıyla birlikte düşünüldüğünde apayrı bir mana kazanmıyor mu?
“Dünyanın iki medeniyetten ibaret olmadığını hepimiz biliyoruz. İslam ve Batı dışında Çin, Hint, Latin Amerika, Afrika medeniyetleri ve çok sayıda otantik medeniyetler var. Uluslararası toplantılarda kendimizi nasıl hissettiğimizi daha iyi anlatabilmem için izin verirseniz bir giriş yapayım. Medeniyetler konusunda üç tane yaklaşımdan söz edebiliriz:
Birinci yaklaşım sahipleri, tarihle ilgili konuştuklarında çoğul kullanıyorlar. ‘Geçmişte medeniyetler vardı’ diyorlar ama güncele geldiklerinde tekil kullanıyorlar: ‘Şimdi medeniyet var’. Toynbee’nin ‘Medeniyetler Tarihi’ kitabına bakarsanız şöyle der: ‘Geçmişte 26 medeniyet doğmuştur bunun 16’sı şu anda yok; 10 tane medeniyet kalmıştır.’ Otuzlu yıllardaki bu görüşe göre zaman içinde Batı Medeniyeti dışındakiler teker teker buharlaşacaklar... (...)
İkinci yaklaşım sahipleri, ‘medeniyetler bu gün de var’ diyor ‘ama bunlar çatışıyor’ diye ekliyor. Detaya girmeden özetle söyleyecek olursam, ‘Bunlar birbirlerini tehdit unsuru olarak algılıyor ve o yüzden bir çatışma oluşuyor’ diyorlar.
Bizim nasıl yaklaştığımızı anlatırsam, sorunuzun karşılığını da vermiş sayacağım kendimi.
Biz sözünü ettiğiniz o masaya oturduğumuzda, medeniyetleri oluşturan tüm süreçlerin, birikimlerle yeniden inşa edildiğinin idraki içinde oluyoruz. Ve Türkiye’nin gerek tarihi birikimi gerekse coğrafi konumu itibariyle bütün kadim gelenekleri tevarüs ettiğini ya da onlarla ilişkiye geçtiğini düşünüyoruz. Osmanlı’nın kuruluşu ve devamında medeniyetler arası etkileşimi bağlamında öylesine bir kültürel harmanlamadan söz edebiliyoruz ki, kurucu unsur step kültüründen geliyor; geçerek geldiği unsur İran kültüründen süzülerek geliyor İran ve Mezopotamya kültüründen. Kurulduğu yer Bizans’ın bulunduğu yer. Hâkim olduğu ilk medeniyet havzası Yunan havzası. İkinci havza Roma havzası. Daha sonra hâkim olduğu alan Mısır havzası, Mezopotamya havzası ve Hint havzasıyla da temasa geçiyor. Çin’le olan bağlantısını da unutmayalım.
Benim babaannem tipik bir Türkmen’dir. Horasan’ı bilmez İsfahan’ı bilmez ama ‘Horasandır bizim ilimiz, İsfahan’dan geçti yolumuz, göçer geldik buralara…’ diye şiir okurdu rahmetli. Çin kültürüyle Orta Asya kültürünün karışımı bir sürü unsuru barındıran ne kadar çok unsur vardır gündelik hayatımızda.
Yine bir çalışmamda ben Machiavelli ile Kınalızade’yi mukayese etmiştim. Aynı dönemdir. Biri modern görünür, biri geleneksel görünür. Machiavelli’nin yazdıklarında Roma ve kilise dışında hiçbir yere, kişiye referans yoktur. Yunan’a referans yoktur. Hiçbir yerde Aristo, Eflatun falan göremezsiniz. Kınalızade’nin aynı dönemde yazılan Ahlâk-ı Alâi’sinde, Aristo’dan ‘Peygamberin hocası’ diye bahseder. Aristo İskender’in hocası olduğu için. Eflatun’dan bahseder. İran geleneğinden bahseder. İslam geleneğinden bahseder, her şey vardır Ahlâk-ı Alâi’de.
Sözünü ettiğiniz o toplantılara işte bu kadim kültürü arkamızda hissederek katılıyoruz. Tarihimiz nev-i zuhur bir tarih değil. Dünyada kaç tane bin yıllık şehir var? New York, kalabalıktır, etkileyicidir... Roma gibi bin yılı devirmekten ya da 4-5 medeniyetin harmanlanıp da geçebildiği Şam gibi, ya da İstanbul gibi başlıbaşına bir ‘ruh’ olarak ayakta durabilmekten söz ediyorum.
Dolayısıyla Türkiye ve bu tarihi derinliğimiz, hem kadimi kucaklamış, gelenek-modernite çatışmasını her alanda kuşatmış ve dediğiniz gibi Cumhuriyet ile birlikte hatta Cumhuriyet’ten önce Tanzimat’la birlikte batı dışı bir toplumun yaşayabileceği en kapsamlı batılılaşmayı yaşamışız.
Böyle bir birikimi temsil ettiğimiz inancıyla otururum ben uluslararası toplantılarda”…
Benim de Gazze’deki o fotoğraftan sonra bu satırları okurken gözlerim doldu. Keşke her toplantıya otururken ve yılla sonrasına kalacak eserler tasarlarken (çamlıca konması düşünülen cami gibi) böyle düşünebilsek…
Darbeleri yargılarken ordumuzu yüceltmek şart...
“Kafeste yargılansınlar” diyenler olmuştu...
Rövanşist zihniyetin nerelere uzanabileceğini gösteren bu garip önerileri de hiç unutmadan 12 Eylül davasını ve Tahsin Şahinkaya ile Kenan Evren’i ibreti âlem için yakından takip etmek lazım.
Mayıs ayında MetroPOLL'ün 'Türkiye'de Darbeler ve Darbe Yargılamaları' başlıklı araştırmasındaki sonuçlar çok çarpıcıydı. 'Herhangi bir nedenle ordunun darbe yapmasını onaylar mısınız?' sorusuna %79.1 'onaylamam' derken, %17.1'i 'onaylarım' ve %3.8'i 'cevabım yok' demişti. Bu araştırmayı yorumlarken işte bu % 17.1'lik kesimin 12 Eylül 1980'in ilk aylarındaki 'soluk alma' dönemini şükran duygusuyla hatırlayanlar olabileceğini yazmış,“Nefretimiz de minnetimiz de güçlüdür bizim” demiştim.
Şimdi bu %17’lik kesimin bakış açısıyla 12 Eylül davasını izleyenler, 12 Eylül öncesi yaşanan trajedileri bıçak gibi kesen bir darbenin iki yaşlı temsilcisinin ifade veriyor olmasından rahatsızlık duymuş olmalılar... Oysaki darbeyle biten trajedilerin yerine derhal yenilerinin başladığını, hapishanelere, işkence odalarına, mahkemelere düşenlerin canının çok yandığını istisnasız herkes artık gayet iyi biliyor. Nihayetinde gün olup devranın döndüğünü ve bu kez rollerin değiştiğini de. “12 Eylül’ü yargılıyoruz” hissiyatının gücünün hiç mi hiç azımsanamayacağını da.
“Kamu vicdanı” ifadesiyle açıklayabileceğimiz gönlü adaletten hiç mi hiç ayrılmayanların ortak duygusu, farklı bakış açılarından kaynağını alsa da tüm bu karmaşık hissiyatın toplam izdüşümünden başka bir şey değil aslında. Bu konuda yapılan araştırma sonuçlarını taşıyan payandalar da bize şu sonucu veriyor:
'Bu memlekette darbeler dönemi tümden kapansın. Sorumluları da hesap versin. Ancak hesap sorarken de itidal duygumuzu kaybetmeyelim.’
Bir de şu: “Türk Silahlı Kuvvetleri itibarı, moral gücü, donanamı ve konumlandırılması itibarıyla herhangi bir AB ülkesi ordusuna benzemez. Herhangi bir AB ülkesi, bizim komşularımız nedeniyle yaşadığımız türden sorunlarla baş etmek zorunda değildir. TSK sadece Türkiye için değil bölgenin güvenliği ve bekası için üzerine titrenmesi, harcanmaması, her türlü saldırıya karşı korunması gereken bir güçtür. Yani bu yanıyla, hem bir ‘hard power’dır, hem de ‘soft power’…
İşin özü budur.