Ali Saydam
  • TV Programları
  • Basından
  • Hayatımı Zenginleştirenler
  • Yazılarım
    • Yeni Şafak Gazetesi
    • Marketing Türkiye
    • Z Raporu / Derin Ekonomi
    • TIMREPORT
    • Sabah Gazetesi
    • Akşam Gazetesi
    • Akşam Kitap Eki
    • Diğer
  • Kitaplarım
    • Algılama Yönetimi
    • Eş ve Müşteri Nasıl Kaybedilir?
    • İktidar Yalnızlıktır
    • Vazgeçmek Özgürlüktür
    • Perception Management
    • How to Lose Wives and Clients
    • Wahrnehmungs Management
  • Biyografi
  • Galeri
    • Video Galeri
  • İletişim

‘Madem aşk mukadder’

26 ARALIK 2007

Aslında makale, fıkra falan değil üzerlerine yüksek lisans, doktora tezi yazılabilir… Bir gün mutlaka yazılacaktır da. Uzmanlık alanım olsaydı ben yazardım… İncesaz’la bizi iki yıl önce Selim Oktar tanıştırmıştı. Bir yerlerden duymuş, bize de almışlar. Oktar bir iki kelime ile her şeyi anlatmıştı: Billur gibi bir ses (Dilek Türkan); insana gökten zembille inmediğini, yüzlerce, binlerce yıllık bir kültürel geçmişin onurunu yaşayabileceğini hatırlatan bir müzik…

İncesaz’ı ilk kez sahnede görme fırsatı buldum.

Noel akşamı… 24 Aralık yani. Cemal Reşit Rey’deydik. İğne atsan yere düşmez. Kenarlara sandalye falan koymuşlar. Dostlar araya girmese yer bulamayacağız…

Salona şöyle bir baktım. Hiçbir ayrım olmaksızın Türkiye profilinin tamamı orada. Yaş, gelir gurubu (biletler 13 ve 9 YTL), kültürel segmentasyon, eğitim… Herhangi bir grup, ideoloji ve fikriyat baskınlığı yok… Barış Manço, Erol Evgin, Sezen Aksu konserlerinde olduğu gibi… İnsan kendini iyi hissediyor.

THY’nin Viyana Satış Müdürlüğü ofisinin açılışı nedeniyle Viyana’da verdikleri konserden yeni dönmüşler. Dinleyin. Göğsünüz kabarsın. Hiç çekinmeden ellerinden tuttuğunuz gibi dünyanın dilediğiniz ülkesine götürebilirsiniz. Tınıları (sound diyenler de var) o denli evrensel yani… “Neoklasik, pop müzikten çıkacak!” diye kehanette bulunmuştum yıllar önce. Örnek olarak da bizden Sezen Aksu’yu, yıllar öncesinden Beatles’ı, günümüzde de Eleni Karaindrou’yu gösterirdim. Onlara bir de İncesaz’ı eklemek gerek.

Bir koşulla… Dünyanın en zor işini başaracaklar: İstikrarlarını bozmayacaklar, kazanan takımı değiştirmeyecekler… Menajerleri Rıza Okçu’ya çok iş düşüyor. Tabii pek çok parçanın bestecisi, söz yazarı, ekibin şefi Cengiz Onural’a da… Öncelikle, solistlerini sık sık değiştirmeyecekler. Şu ana kadar dinlediklerimiz içinde Dilek Hanım tamamdır… Kemençede hayran kaldığım Derya Bey, basgitarda mütevazı Akın Bey, kanun ustası Taner Bey, vurmalılarda Türker Bey ve sanki gönül tellerine dokunan tanburî Murat Bey…  Aralarındaki bağı gevşetmeyecekler ve Onural’ın ‘Dünyanın en yetenekli yaylı çalgılar dörtlüsü’ dediği, Esen, Olgu, Efdal, Hakkı Bey’leri hiç bırakmayacaklar… Ondan sonra karada ölüm yok!

Bu kadar mı abartılır? Az bile abarttım!.. Benden size tavsiye: Gidin izleyin, CD’lerini dinleyin. Yıllar öncesindeki dizilerden kalma müziklerini değil. 5 CD’leri var; hepsini edinin. O zaman konuşalım. Bir de şu ‘Firar’ adlı parçanın sözlerine kulak verin:

Bir sihir gibiydi şehre inerken gece

Mektubun güvercin oldu, vardı gizlice

Gel diyor, geç olmadan gel, geçiyor yıllar

Böyle başladı, dönülmez bu müthiş firar

Madem ki, yeminimiz var, madem aşk mukadder

İşte geldim, bilmesinler yarına kadar

Bil ki artık dönüşüm yok, gitti son vapurlar

Sakla beni, bulmasınlar sabaha kadar

Belki herkesin dilinde simdi bu firar

Belki verildi kararım, şimdi yoldalar…

Futbol kadar markayı bilmek gerek

Aslında hiçbir mahsuru yok. Hani hep içine çekilmek isterim. ‘O marka mıdır? Bu marka mıdır?’, ‘Marka ile şöhret arasında ne fark vardır?’, ‘Küçük marka büyük marka var mıdır?’...

Galatasaray ve Fenerbahçe örneklerinden yola çıkarak, bir de “İyi yönetilen ve kötü yönetilen marka” tartışmasına bakmakta yarar var. Gazetelerde FB’nin Trabzonspor’u 3-2 yendiği maçın haberleri vardı mesela. Tabii ki, tam sayfa... Çünkü Fener haberleri para eder. İzleyicisi çok...

Haberin altında 9 sütuna, yüksekliği 5-6 santimi geçmeyen, sonunda da şişenin görüntülendiği bir rakı reklamı vardı... Rakının markası 1907. Tabii ki sarı lacivert renklerin egemen olduğu bir şişe. Ancak çok şık, zarif...

GS rakısı olur mu? Olmaz. Belki konyağı olurdu... Ya da şarabı... Markaya hak ettiğinden çok daha fazla bir sofistikasyon yüklersen olacağı bu. ‘Bize rakı yakışmaz!’... Kim o biz?..

Fenerin rakısı çok iyi satıyormuş. Nesi satmıyor ki? Alın size başlı başına bir gelir ve iş kaynağı: Fenerium... FB markalı ürünler kapış kapış... Fener stadında yer bulmak, sezonluk kart kapmak için ortalık toz duman; GS’de tık yok...

Peki genel anlamda GS markasının durumu ne?.. Bir GS’li olarak üzülsem de gerçek şu: Yerlerde sürünüyor... BJK’nin da GS’den aşağı kalır yanı yok... Her iki kulübün marka yönetimi de Allah’a kalmış. İçim kan ağlasa, bazı ‘hastaların’ bana kıl ‘olacaklarını’ bilsem de, ‘Biraz FB’yi izleseler!’ diyorum, sadece futbolunu değil; markayı nasıl yönettiğini de...

www.alisaydam.com - 2014