‘The Cut’tan ‘Reaksiyon’a...
09 Aralık 2014
Vizyondaki filmlere bakınca bizim tarihimiz, Hollywood ve Avrupa sinemasının büyüteci altına alınmış gibi görünüyor. Final jeneriğindeki (end titles) kendisinin yazdırdığı biçimiyle, Fatih Akin’in 1915 göndermeli ‘The Cut’ı ve Russell Crowe’un Cem Yılmazlı, Yılmaz Erdoğanlı Çanakkale Savaşı’yla ilgili ‘Son Umut’ filmlerinden söz ediyoruz. İkisinin ortak ve farklı yönleri var. Ortak yönleri her ikisinin de ‘100. Yıl’ dairesi içerisinde gündemimize düşmesi. Fatih Akin’in filmi, Ermeni lobilerinin çalışmalarına çoktandır başladıkları 100. Yıldönümü’nün bir ay öncesinde, diğeri de Çanakkale Savaşı’nın 100. Yılında...
İki film arasındaki farkı anlamaya çalıştığımızda da gördüğümüz şudur:
Dünya görüşleri farklı iki yönetmenden biri, ‘Ermeni Soykırımı Tezi’ni Türkiye’ye büyük faturalar ödetme amacıyla kullananların değirmenine su taşımaktan beis görmezken, diğeri Kuvay-ı Milliyeciler’in açık açık yanında duran filmine dair, ‘Çekimlere başladıktan sonra Türk tarafının filme bakış açısını görebildiğini’ itiraf edecek kadar samimi açıklamalar yapıyor.
Hafta sonu ‘The Cut’ı izledik ve pek çok kez bu sütunlarda ‘Algılama Yönetimi’ boyutuyla gündeme getirmeye çalıştığımız bu filmin, hayli kalabalık sponsor listesiyle, hayli kabarık bütçeli prodüksiyonuyla 100. Yıl anti propoganda faaliyetlerinde sanıldığından çok daha az bir heyecanla değerlendirilebileceği kanaatına vardık.
Yıl 1997’ydi ve o yıl, Dünya Halkla İlişkiler Kongresi Helsinki’de yapılmıştı. Bizim milletimizin ‘rüşvet vermek’ ya da birilerini tavlamakla karıştırdığı; şahsen benim de böyle olmadığını bildiğim halde işin aslının nedenini, niçinini net olarak kafamda oturtamadığım ‘lobicilik’ konusunu da bu kongrede çözmüştüm. O dönemde Avrupa Komisyonu’nun iletişimden sorumlu komiseri şöyle demişti:
“Avrupa’da 30 bine yakın lobi firması var.”
Elbette artık lobicilik yerini şirketler bazında Kamusal İlişkiler’e, (Public Affairs) milletler bazında ise Kamu Diplomasisi’ne (Public Diplomacy) bıraktı. Şirketler üretim yaptığı alanda var olduğunu göstermek ve sektörüne dair gelişmelerde söz sahibi olmak istiyorlarsa günümüzde başlıbaşına uzmanlık gerektiren bu disiplinlerden yararlanmak durumunda. 1997’den geldik 2014’ün sonuna ve dünya üzerinde özellikle siyasal arenalarda bu işler, Kamu Diplomasisi kuruluşlarıyla çok yönlü bağlantıdaki aksiyon stratejileriyle gerçekleşiyor.
Ermeni lobileri de doğal olarak 1990’lı yılların ilişki ve iletişim süreçlerinden çıkıp Amerikan kaynaklı ‘Algılama Yönetimi’ stratejilerine çoktan adapte olmuş durumdalar. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, 23 Nisan’da (Başbakan olduğu dönemde) 1915 olaylarına ilişkin 9 ayrı dilde yaptığı o çarpıcı açıklamasının bizim ülkemizde Kamu Diplomasisi adına olağanüstü ciddilikte bir Akıllı Güç (Smart Power) girişimi olarak kayıtlara geçileceğini o zaman da ifade etmiştik. 1915 olaylarının içinde olan tüm milletler için o yılın bir ‘Hüzün Yılı’ olduğunun bugün bile tam olarak değerlendirilememesi ve olup bitenlerin 1. Dünya Savaşı’nda perişan olmuş Osmanlı askerlerine fatura edilmesi tuhaflıktan öte hazin bir durumdur.
‘The Cut’, bugün olduğu gibi o yıllarda da ‘yabancı istihbarat örgütleri’nin varlığını da görmezden gelirken, diğer yandan da işini kanıtlamış bir yönetmenin asla filmine yansıtmaması gereken ‘dengeler telaşesi’ni teyelleri görünür biçimde göstererek vizyona girmiş. Asıl büyük kusur, bence ayıbı, ilkellik ve medeniyeti iki farklı halk arasında paylaştırırken yapılmış. Seyircinin bu iki halkı temsil eden insanlara bakıp, yoksullukta eşit ama karakterlerde nasıl bu kadar farklılaşabildiklerini anlayabilmesi pek kolay olmuyor. Allahtan ‘kötü yapılmış bir film’ ve bu nedenle etkisi de az olur, diye düşünmeden edemiyor insan.
Bu vesileyle, sinema, TV, kısaca eğlence endüstrisinin Algılama Yönetimi açısından değerlendirilmesi bahsinde önem verdiğimiz bir dizinin yayından kalkacağı yönündeki söylentilerden duyduğumuz rahatsızlığı da belirtelim. Star TV’nin ‘Reaksiyon’ adlı dizisi, Kamu Diplomasisi adına çok iyi bir örnek... Şu sıralar izlemekte olduğumuz ‘Homeland’ adlı diziye tamamen bu perspektiften baktığımızda Reaksiyon gibi bir senaryonun Amerikalılar elinde olması halinde neler yapılacağını düşünmeden edemiyoruz.
‘Algılama Yönetimi’ni “Algı Operasyonu, PR’cılık yapıyorlar” diye küçümsemekten, kafamızı devekuşu gibi kuma gömmekten bir an önce vazgeçip, bu yüzyılın üniversitelerinde ve akademilerinde kuramsal anlamda geliştirilen iletişim disiplininin gereklerini gecikmeden uygulamaya başlayalım. Kamu Diplomasisi araçlarına sahip olup, gereğini yapanların, hedefleri ve gelecek tasarımları doğrultusunda kendilerini nasıl ifade etmek istiyorlarsa öyle algılatmayı başaranların sırtı yere gelmeyecek.
Mesele bu kadar açık ve yalındır.
‘Ezeli sorular hâlâ geçerli’...
‘Bireyleşme’, insanın kendine saygısını da, özel şahsilik vasfını da içerdiğinden başkalarının nezdindeki itibarını da etkileyen özel bir süreç ve aynı zamanda ‘demokrasi’yle de birebir bağlantılı... İnsanı insan kılan süreç, diyelim. Modernizmin önemli payandalarından biri olması gereken ‘bireyleşme süreci’nin altına konulan dinamitlerden birinin ‘dinlemeler’ olduğunun bilmem ne kadar farkındayız? Düşünsenize çok özel mesajlarınız, konuşmalarınız cep telefonundan ya da bilgisayarınızdan yabancı biriler tarafından takip ediliyor. Son haber de şöyle:
Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı’nın (NSA) eski çalışanı Edward Snowden, sığındığı Rusya’dan bilgiler sızdırmaya devam ediyormuş. NSA, aralarında Türkiye de dahil olmak üzere dünyada ne kadar GSM Operatörü çalışıyorsa neredeyse alayının çalışanlarını dinlemiş. Snowden bir dünya haritası üzerinden tek tek göstererek hangi ülkelerin dinlendiğini açıklıyor. Türkiye’deki GSM çalışanlarının yüzde 75’i dinlemeye alınmış. Kendilerini kurtaran 3 ülke var: Kanada, Burma ve Tunus.
Dünya liderlerinin de birbirlerine girdiği bu netameli konuda bizim ‘Padişahın atı bana baktı’ diye sevinen Batı hayranı içimizdeki İrlandalılar’dan ses çıkmadığının ne kadar farkındayız? Ekonomide, finansta, teknolojide, bilimde, siyasette ‘köklerin dışarıda’ olmasına o kadar alışılmış, o kadar kanıksanmış ve hatta o kadar hayran olunmuş ki, bireyleşmeye, insanın yüzüne tükürmek anlamına gelen ‘telekulak skandalları’na kimsenin gıkı çıkmıyor. İçeride 17 ve 25 Aralık kumpasları, bu türden ‘dinleme skandalları’ üzerinden yürütülüyor ve sırf istemedikleri Başbakan’ın iktidardan düşürülme ihtimalini dört gözle beklemiş oldukları için, telekulak faaliyetlerine ses çıkarmıyor, dahası internetten ses kayıtlarını dinleyebiliyor, dinlerken de utanmıyorlar.
Warwick Üniversitesi Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Richard Aldrich hastalıklı dünyaya teşhisini koymuştu:
“Gizliliğin sonu paniği...”
İznimiz dışında bizi dinleyenlerle evimize giren hırsız arasında fark olmadığını anladığımız gün, fiber optik ağlarla ülkeyi dinleyenlerin bu memlekette ciddi yatırımlarla eğitim gördürülen eğitimli, kültürlü insanlarının zihnini de çaldığını, bizi bize yabancılaştırdığını düşünebilir hale gelebiliriz belki.
Rahmetli Attilâ İlhan’ın dediği gibi:
“Ezelî sorular hâlâ geçerli!”
Philips bir mekân seçmiş ki...
Dün Yalova’da, Limak’ın ticari kaygıdan çok bir tür sosyal sorumluluk projesi gibi renove ettiği, II. Abdülhamit Han döneminde inşa edilmiş olan ve Mustafa Kemal Atatürk’ün ilk kez konakladığı ve o ünlü kahve içerken çektirdiği fotoğrafa sahne olmuş tarihî otelde bir konferans için bulunma fırsatı elde ettim...
Söz konusu Philips’in bir organizasyonuydu. İlk kez duyduğum ilginç bir etkinlikti. Philips Türkiye bayilerinin ikinci kuşaklarını, yani bayilerinin oğullarını kızlarını davet etmiş, onları pazarlama iletişimi açısından geleceğe hazırlıyordu...
Geleceğe yatırım niteliği taşıyan bu çok farklı yaklaşım kadar otel dikkatimi çekti. Eski bir konak olmalıydı. O ne estetik anlayışı, o ne zarafet. O ne nezahet... Osmanlı’nın incelmiş bütün zevkleri, Mustafa Kemal Atatürk’le ilişkilendirilmiş saygılı yaklaşım bize şu Osmanlıca tartışmasını hatırlattı...
Yazı ve konuşma dili olarak Osmanlıca'yı öğretirken acaba Osmanlı’nın estetik ve mimarideki zarafet anlayışını da edinmemin yollarını bulsak... Çünkü en büyük eksikliğimiz o... Belki o zaman hoyratlıktan ve estetik yoksunu yaşam biçimlerinden kurtuluruz...
Yolunuz düşerse Limak Boutique Thermal Otel’e bir kahve içimi için bile olsa (Atatürk’ün kahve içtiği yerde mesela) bir uğrayın; ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır...
İki film arasındaki farkı anlamaya çalıştığımızda da gördüğümüz şudur:
Dünya görüşleri farklı iki yönetmenden biri, ‘Ermeni Soykırımı Tezi’ni Türkiye’ye büyük faturalar ödetme amacıyla kullananların değirmenine su taşımaktan beis görmezken, diğeri Kuvay-ı Milliyeciler’in açık açık yanında duran filmine dair, ‘Çekimlere başladıktan sonra Türk tarafının filme bakış açısını görebildiğini’ itiraf edecek kadar samimi açıklamalar yapıyor.
Hafta sonu ‘The Cut’ı izledik ve pek çok kez bu sütunlarda ‘Algılama Yönetimi’ boyutuyla gündeme getirmeye çalıştığımız bu filmin, hayli kalabalık sponsor listesiyle, hayli kabarık bütçeli prodüksiyonuyla 100. Yıl anti propoganda faaliyetlerinde sanıldığından çok daha az bir heyecanla değerlendirilebileceği kanaatına vardık.
Yıl 1997’ydi ve o yıl, Dünya Halkla İlişkiler Kongresi Helsinki’de yapılmıştı. Bizim milletimizin ‘rüşvet vermek’ ya da birilerini tavlamakla karıştırdığı; şahsen benim de böyle olmadığını bildiğim halde işin aslının nedenini, niçinini net olarak kafamda oturtamadığım ‘lobicilik’ konusunu da bu kongrede çözmüştüm. O dönemde Avrupa Komisyonu’nun iletişimden sorumlu komiseri şöyle demişti:
“Avrupa’da 30 bine yakın lobi firması var.”
Elbette artık lobicilik yerini şirketler bazında Kamusal İlişkiler’e, (Public Affairs) milletler bazında ise Kamu Diplomasisi’ne (Public Diplomacy) bıraktı. Şirketler üretim yaptığı alanda var olduğunu göstermek ve sektörüne dair gelişmelerde söz sahibi olmak istiyorlarsa günümüzde başlıbaşına uzmanlık gerektiren bu disiplinlerden yararlanmak durumunda. 1997’den geldik 2014’ün sonuna ve dünya üzerinde özellikle siyasal arenalarda bu işler, Kamu Diplomasisi kuruluşlarıyla çok yönlü bağlantıdaki aksiyon stratejileriyle gerçekleşiyor.
Ermeni lobileri de doğal olarak 1990’lı yılların ilişki ve iletişim süreçlerinden çıkıp Amerikan kaynaklı ‘Algılama Yönetimi’ stratejilerine çoktan adapte olmuş durumdalar. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, 23 Nisan’da (Başbakan olduğu dönemde) 1915 olaylarına ilişkin 9 ayrı dilde yaptığı o çarpıcı açıklamasının bizim ülkemizde Kamu Diplomasisi adına olağanüstü ciddilikte bir Akıllı Güç (Smart Power) girişimi olarak kayıtlara geçileceğini o zaman da ifade etmiştik. 1915 olaylarının içinde olan tüm milletler için o yılın bir ‘Hüzün Yılı’ olduğunun bugün bile tam olarak değerlendirilememesi ve olup bitenlerin 1. Dünya Savaşı’nda perişan olmuş Osmanlı askerlerine fatura edilmesi tuhaflıktan öte hazin bir durumdur.
‘The Cut’, bugün olduğu gibi o yıllarda da ‘yabancı istihbarat örgütleri’nin varlığını da görmezden gelirken, diğer yandan da işini kanıtlamış bir yönetmenin asla filmine yansıtmaması gereken ‘dengeler telaşesi’ni teyelleri görünür biçimde göstererek vizyona girmiş. Asıl büyük kusur, bence ayıbı, ilkellik ve medeniyeti iki farklı halk arasında paylaştırırken yapılmış. Seyircinin bu iki halkı temsil eden insanlara bakıp, yoksullukta eşit ama karakterlerde nasıl bu kadar farklılaşabildiklerini anlayabilmesi pek kolay olmuyor. Allahtan ‘kötü yapılmış bir film’ ve bu nedenle etkisi de az olur, diye düşünmeden edemiyor insan.
Bu vesileyle, sinema, TV, kısaca eğlence endüstrisinin Algılama Yönetimi açısından değerlendirilmesi bahsinde önem verdiğimiz bir dizinin yayından kalkacağı yönündeki söylentilerden duyduğumuz rahatsızlığı da belirtelim. Star TV’nin ‘Reaksiyon’ adlı dizisi, Kamu Diplomasisi adına çok iyi bir örnek... Şu sıralar izlemekte olduğumuz ‘Homeland’ adlı diziye tamamen bu perspektiften baktığımızda Reaksiyon gibi bir senaryonun Amerikalılar elinde olması halinde neler yapılacağını düşünmeden edemiyoruz.
‘Algılama Yönetimi’ni “Algı Operasyonu, PR’cılık yapıyorlar” diye küçümsemekten, kafamızı devekuşu gibi kuma gömmekten bir an önce vazgeçip, bu yüzyılın üniversitelerinde ve akademilerinde kuramsal anlamda geliştirilen iletişim disiplininin gereklerini gecikmeden uygulamaya başlayalım. Kamu Diplomasisi araçlarına sahip olup, gereğini yapanların, hedefleri ve gelecek tasarımları doğrultusunda kendilerini nasıl ifade etmek istiyorlarsa öyle algılatmayı başaranların sırtı yere gelmeyecek.
Mesele bu kadar açık ve yalındır.
‘Ezeli sorular hâlâ geçerli’...
‘Bireyleşme’, insanın kendine saygısını da, özel şahsilik vasfını da içerdiğinden başkalarının nezdindeki itibarını da etkileyen özel bir süreç ve aynı zamanda ‘demokrasi’yle de birebir bağlantılı... İnsanı insan kılan süreç, diyelim. Modernizmin önemli payandalarından biri olması gereken ‘bireyleşme süreci’nin altına konulan dinamitlerden birinin ‘dinlemeler’ olduğunun bilmem ne kadar farkındayız? Düşünsenize çok özel mesajlarınız, konuşmalarınız cep telefonundan ya da bilgisayarınızdan yabancı biriler tarafından takip ediliyor. Son haber de şöyle:
Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı’nın (NSA) eski çalışanı Edward Snowden, sığındığı Rusya’dan bilgiler sızdırmaya devam ediyormuş. NSA, aralarında Türkiye de dahil olmak üzere dünyada ne kadar GSM Operatörü çalışıyorsa neredeyse alayının çalışanlarını dinlemiş. Snowden bir dünya haritası üzerinden tek tek göstererek hangi ülkelerin dinlendiğini açıklıyor. Türkiye’deki GSM çalışanlarının yüzde 75’i dinlemeye alınmış. Kendilerini kurtaran 3 ülke var: Kanada, Burma ve Tunus.
Dünya liderlerinin de birbirlerine girdiği bu netameli konuda bizim ‘Padişahın atı bana baktı’ diye sevinen Batı hayranı içimizdeki İrlandalılar’dan ses çıkmadığının ne kadar farkındayız? Ekonomide, finansta, teknolojide, bilimde, siyasette ‘köklerin dışarıda’ olmasına o kadar alışılmış, o kadar kanıksanmış ve hatta o kadar hayran olunmuş ki, bireyleşmeye, insanın yüzüne tükürmek anlamına gelen ‘telekulak skandalları’na kimsenin gıkı çıkmıyor. İçeride 17 ve 25 Aralık kumpasları, bu türden ‘dinleme skandalları’ üzerinden yürütülüyor ve sırf istemedikleri Başbakan’ın iktidardan düşürülme ihtimalini dört gözle beklemiş oldukları için, telekulak faaliyetlerine ses çıkarmıyor, dahası internetten ses kayıtlarını dinleyebiliyor, dinlerken de utanmıyorlar.
Warwick Üniversitesi Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Richard Aldrich hastalıklı dünyaya teşhisini koymuştu:
“Gizliliğin sonu paniği...”
İznimiz dışında bizi dinleyenlerle evimize giren hırsız arasında fark olmadığını anladığımız gün, fiber optik ağlarla ülkeyi dinleyenlerin bu memlekette ciddi yatırımlarla eğitim gördürülen eğitimli, kültürlü insanlarının zihnini de çaldığını, bizi bize yabancılaştırdığını düşünebilir hale gelebiliriz belki.
Rahmetli Attilâ İlhan’ın dediği gibi:
“Ezelî sorular hâlâ geçerli!”
Philips bir mekân seçmiş ki...
Dün Yalova’da, Limak’ın ticari kaygıdan çok bir tür sosyal sorumluluk projesi gibi renove ettiği, II. Abdülhamit Han döneminde inşa edilmiş olan ve Mustafa Kemal Atatürk’ün ilk kez konakladığı ve o ünlü kahve içerken çektirdiği fotoğrafa sahne olmuş tarihî otelde bir konferans için bulunma fırsatı elde ettim...
Söz konusu Philips’in bir organizasyonuydu. İlk kez duyduğum ilginç bir etkinlikti. Philips Türkiye bayilerinin ikinci kuşaklarını, yani bayilerinin oğullarını kızlarını davet etmiş, onları pazarlama iletişimi açısından geleceğe hazırlıyordu...
Geleceğe yatırım niteliği taşıyan bu çok farklı yaklaşım kadar otel dikkatimi çekti. Eski bir konak olmalıydı. O ne estetik anlayışı, o ne zarafet. O ne nezahet... Osmanlı’nın incelmiş bütün zevkleri, Mustafa Kemal Atatürk’le ilişkilendirilmiş saygılı yaklaşım bize şu Osmanlıca tartışmasını hatırlattı...
Yazı ve konuşma dili olarak Osmanlıca'yı öğretirken acaba Osmanlı’nın estetik ve mimarideki zarafet anlayışını da edinmemin yollarını bulsak... Çünkü en büyük eksikliğimiz o... Belki o zaman hoyratlıktan ve estetik yoksunu yaşam biçimlerinden kurtuluruz...
Yolunuz düşerse Limak Boutique Thermal Otel’e bir kahve içimi için bile olsa (Atatürk’ün kahve içtiği yerde mesela) bir uğrayın; ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılacaktır...