'Marka takıntısı' üzerine...
09 eYLÜL 2014
'Çocuklarda marka takıntısı anne babanın tüketim alışkanlığı ile başlıyor. Anne karnında ve daha sonra bebeklikte bakım kremleri, elbise gibi ürünlerle tanışan çocuklar markaların logolarını da görüp onları keşfetmeye başlıyor. Böylece çocukların zihinlerinde marka algısı oluşuyor. Yani daha anne karnındayken çocuk markayla tanışıyor, diyebiliriz.'
Dokuz Eylül Üniversitesi Çocuk ve Ergen Sağlığı Hastalıkları Anadalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Taner Güvenir verdiği röportajda böyle diyor. Bu durumun 'takıntı' haline gelmesinin nedenlerini de özellikle ergenlik döneminde kimlik arama sürecinin gereği olarak 'bir gruba ait olma' isteğiyle açıklıyor.
Haklı olarak anne babaya tüketim alışkanlıklarına dikkat etmesini öneriyor. Kazandığınız kadar harcadığınızda sınırları da çizmiş oluyorsunuz doğal olarak.
'Takıntılar'ın 'tasallut' haline dönüşmesinin sağlıklı iletişimin önde gelen virüsleri olarak hayatta karşımıza çıktığını herkes kendi çevresinden örneklerle pekala tespit edebilir. İnsanın tüm davranışlarını etkilemeye başlayan 'tasallut' halindeki bir inançtan kaynağını bulan herhangi bir seçimin ilgili şahsa neler yaptırabileceğinin örneklerini de yakın çevremizde görmemiz mümkün. Aynı aile içinde iki farklı siyasi düşüncenin bile hayatı renklendirmesi gerekirken, sadece birinin tasallut dairesinde bir insana hükmeder hale gelmesiyle ev ortamlarında yaşanan tartışmalara tanık olmayanımız var mı?
Meselenin logoyla, markayla, siyasi partiyle ya da 'tasallut' denilince akla gelebilecek örneğin 'aşk' zannıyla ne kadar alâkası vardır acaba? Markalar gibi siyasi partiler de, veya aşk görünümlü bir dolu kandırmaca da, tıpkı çevremizdeki ağaçlar, binalar, yağan yağmur, kar vs. gibi hayatın içinde yerini alan nesne ve kavramlar bütünlüğünün birer parçaları değil midir?
'Marka takıntısı' deyip, çevremizdeki reklam panolarını hayatın baş düşmanlarından biri olarak ilan etmeden önce, ekonomi dediğimiz o büyük sistemin ısıttığı tencerenin simgesel araçlarıyla uğraşmak yerine, meselenin 'ifrat-tefrit' boyutu üzerine kafa yorulsa ve çocuklarımızı da, kendimizi de kazancımıza uygun tüketim yolunda eğitmeyi bir bilebilsek?
Geçenlerde Ali Babacan hem hane halkı hem de özel sektör borçlarıyla ilgili, aylık gelirle kredi kartı limiti arasında bir bağ kurarak aşırı borçlanmayı engelleyecek politikalar geliştirmeyi düşündüklerini NTV'de tane tane anlatıyordu. Gelirle aylık taksit arasındaki bağı görebilmek için yaklaşık bir yıl boyunca veri toplama yoluna gidilebileceğini söylüyordu. Babacan, izlediğimiz o TV sohbetinde ölçülü ve makul bir borçlanmayı hedeflediklerini belirtip, Amerika'daki 2007-2008 krizinin başladığı noktaya dikkatleri çekti ve dedi ki:
'Bugün yaptığımız düzenlemeleri 2005-2006'da ABD yapsaydı, bugün gündemimizde küresel kriz diye bir şey olmazdı, dünyanın genel refahı çok daha iyi bir noktada olurdu'
Bankalara BDDK üzerinden vatandaşların gelir durumuyla ilgili data toplamaları için talimat vermişler. Sözkonusu dataların toplanmasının ardından Kalkınma Bakanlığı, Merkez Bankası ve BDDK tarafından etki analizleri yapılacakmış.
'Marka'larla Don Kişotvarî üslupla dövüşmek yerine, atalarımızın sözüne kulak verip hak etmediğinden fazlasını harcamayacaksın. Devlet adamları da, reel koşullarda makul olmayan, ölçüsüz harcamalara karşı nasıl tedbirler getirilebileceğine kafa yoracak.
Ali Babacan, bu konuda henüz verilmiş bir karar olmadığını, fikir aşamasında çalışmaların sürdürüldüğünü söylese de, belli ki bu mesele üzerinde ciddiyetle duruluyor. Bu proje mutlaka hayata geçirilmeli ve hem ölçüsüzlüğün dibine vuran borçlanmaların ve hem de yine ölçüsüzlüğün dibine vuran fikir düzeyindeki temelsiz, mesnetsiz marka düşmanlığının önünün alınmasında bir Büyük Fikir'in ekonomideki katmadeğeri bir kez daha kanıtlanmalı.
Dış politikada yetkin bir muhalefet için
Türkiye'nin uygulayageldiği dış politikaları yere çalan eleştirileri sıralayıp, 'Sen olsan ne yapardın?' sorusunun yanıtını elbette kendi stratejilerine uygun olarak yanıtlaması beklenen bir muhalefetin kurultay sonrasında bu konuda raconu kesecek 'bilen kişi'den yoksun kalmasını fevkalade dramatik bir durum olarak görüyorum. 'CHP'yi eleştirmek modası'nın ister istemez 'Vur abalıya!' ritmine döndüğü günümüz siyaset ortamında eski Büyükelçi Faruk Loğoğlu'nu aday göstermeyen Sayın Kılıçdaroğlu'nun öngörüsüz tutumunu bir de biz eleştirsek ne olur ki?
'Loğoğlu olmasın, yerine Murat Özçelik'i aday önerelim'' diyen ve Özçelik de PM'ye seçilemeyince partisini, en yüksek fikir organında en değerli muhalefet alanlarından biri olması gereken diplomaside sözcüsüz bırakmış olan Kılıçdaroğlu, 2015 seçimlerine partisini hazırlarken 'Dış Politika' vaadlerinin güvenilirliği konusunda hepimize bir fikir vermiş olmuyor mu?
Büyük Fikir, olmadan Büyük Lider de, Büyük Teşkilat da olmuyor.
Büyük Fikir olmadan dış politikada yetkin bir muhalefetin sesi olmak mümkün müdür?
Önce Büyük Fikir... Güveni ardından getirecek olan Büyük Lider ve Teşkilat, ancak bu fikir etrafında kenetlenebilir.
Dokuz Eylül Üniversitesi Çocuk ve Ergen Sağlığı Hastalıkları Anadalı Öğretim Üyesi Doç. Dr. Taner Güvenir verdiği röportajda böyle diyor. Bu durumun 'takıntı' haline gelmesinin nedenlerini de özellikle ergenlik döneminde kimlik arama sürecinin gereği olarak 'bir gruba ait olma' isteğiyle açıklıyor.
Haklı olarak anne babaya tüketim alışkanlıklarına dikkat etmesini öneriyor. Kazandığınız kadar harcadığınızda sınırları da çizmiş oluyorsunuz doğal olarak.
'Takıntılar'ın 'tasallut' haline dönüşmesinin sağlıklı iletişimin önde gelen virüsleri olarak hayatta karşımıza çıktığını herkes kendi çevresinden örneklerle pekala tespit edebilir. İnsanın tüm davranışlarını etkilemeye başlayan 'tasallut' halindeki bir inançtan kaynağını bulan herhangi bir seçimin ilgili şahsa neler yaptırabileceğinin örneklerini de yakın çevremizde görmemiz mümkün. Aynı aile içinde iki farklı siyasi düşüncenin bile hayatı renklendirmesi gerekirken, sadece birinin tasallut dairesinde bir insana hükmeder hale gelmesiyle ev ortamlarında yaşanan tartışmalara tanık olmayanımız var mı?
Meselenin logoyla, markayla, siyasi partiyle ya da 'tasallut' denilince akla gelebilecek örneğin 'aşk' zannıyla ne kadar alâkası vardır acaba? Markalar gibi siyasi partiler de, veya aşk görünümlü bir dolu kandırmaca da, tıpkı çevremizdeki ağaçlar, binalar, yağan yağmur, kar vs. gibi hayatın içinde yerini alan nesne ve kavramlar bütünlüğünün birer parçaları değil midir?
'Marka takıntısı' deyip, çevremizdeki reklam panolarını hayatın baş düşmanlarından biri olarak ilan etmeden önce, ekonomi dediğimiz o büyük sistemin ısıttığı tencerenin simgesel araçlarıyla uğraşmak yerine, meselenin 'ifrat-tefrit' boyutu üzerine kafa yorulsa ve çocuklarımızı da, kendimizi de kazancımıza uygun tüketim yolunda eğitmeyi bir bilebilsek?
Geçenlerde Ali Babacan hem hane halkı hem de özel sektör borçlarıyla ilgili, aylık gelirle kredi kartı limiti arasında bir bağ kurarak aşırı borçlanmayı engelleyecek politikalar geliştirmeyi düşündüklerini NTV'de tane tane anlatıyordu. Gelirle aylık taksit arasındaki bağı görebilmek için yaklaşık bir yıl boyunca veri toplama yoluna gidilebileceğini söylüyordu. Babacan, izlediğimiz o TV sohbetinde ölçülü ve makul bir borçlanmayı hedeflediklerini belirtip, Amerika'daki 2007-2008 krizinin başladığı noktaya dikkatleri çekti ve dedi ki:
'Bugün yaptığımız düzenlemeleri 2005-2006'da ABD yapsaydı, bugün gündemimizde küresel kriz diye bir şey olmazdı, dünyanın genel refahı çok daha iyi bir noktada olurdu'
Bankalara BDDK üzerinden vatandaşların gelir durumuyla ilgili data toplamaları için talimat vermişler. Sözkonusu dataların toplanmasının ardından Kalkınma Bakanlığı, Merkez Bankası ve BDDK tarafından etki analizleri yapılacakmış.
'Marka'larla Don Kişotvarî üslupla dövüşmek yerine, atalarımızın sözüne kulak verip hak etmediğinden fazlasını harcamayacaksın. Devlet adamları da, reel koşullarda makul olmayan, ölçüsüz harcamalara karşı nasıl tedbirler getirilebileceğine kafa yoracak.
Ali Babacan, bu konuda henüz verilmiş bir karar olmadığını, fikir aşamasında çalışmaların sürdürüldüğünü söylese de, belli ki bu mesele üzerinde ciddiyetle duruluyor. Bu proje mutlaka hayata geçirilmeli ve hem ölçüsüzlüğün dibine vuran borçlanmaların ve hem de yine ölçüsüzlüğün dibine vuran fikir düzeyindeki temelsiz, mesnetsiz marka düşmanlığının önünün alınmasında bir Büyük Fikir'in ekonomideki katmadeğeri bir kez daha kanıtlanmalı.
Dış politikada yetkin bir muhalefet için
Türkiye'nin uygulayageldiği dış politikaları yere çalan eleştirileri sıralayıp, 'Sen olsan ne yapardın?' sorusunun yanıtını elbette kendi stratejilerine uygun olarak yanıtlaması beklenen bir muhalefetin kurultay sonrasında bu konuda raconu kesecek 'bilen kişi'den yoksun kalmasını fevkalade dramatik bir durum olarak görüyorum. 'CHP'yi eleştirmek modası'nın ister istemez 'Vur abalıya!' ritmine döndüğü günümüz siyaset ortamında eski Büyükelçi Faruk Loğoğlu'nu aday göstermeyen Sayın Kılıçdaroğlu'nun öngörüsüz tutumunu bir de biz eleştirsek ne olur ki?
'Loğoğlu olmasın, yerine Murat Özçelik'i aday önerelim'' diyen ve Özçelik de PM'ye seçilemeyince partisini, en yüksek fikir organında en değerli muhalefet alanlarından biri olması gereken diplomaside sözcüsüz bırakmış olan Kılıçdaroğlu, 2015 seçimlerine partisini hazırlarken 'Dış Politika' vaadlerinin güvenilirliği konusunda hepimize bir fikir vermiş olmuyor mu?
Büyük Fikir, olmadan Büyük Lider de, Büyük Teşkilat da olmuyor.
Büyük Fikir olmadan dış politikada yetkin bir muhalefetin sesi olmak mümkün müdür?
Önce Büyük Fikir... Güveni ardından getirecek olan Büyük Lider ve Teşkilat, ancak bu fikir etrafında kenetlenebilir.