Merkez Bankası herkesi sevindirdi (mi?)
30.01.2014 - Yeni Şafak Gazetesi
İlk yorumlar şöyleydi: 'Vay canına! Amma cesaret, Merkez Bankası'ndan şok müdahale. Dolar tepetaklak. Bu Merkez Bankası, yoksa başka bir ülkenin Merkez Bankası mı?'
Finans çevreleri zil takıp oynarken bunların dışındaki bazı iş çevreleri de memnuniyetlerini gizlemediler. Özellikle Dolar borcu olanlar. Piyasa ekonomisinin bileğini bükmek kolay değildir, diyenler oldu. İlk reaksiyonlar böyleydi. Ancak dünya duruşu olarak 3S koordinatlarına uygun yaşayanların (Sakin, Sahici, Samimi) bu tür bıçak sırtı konularda fazla aceleci olunmaması gerektiğine dair deneyimlere dayalı sağduyularına güvenmekte yarar olabilir. İş dünyasında 3S özellikleriyle tanıdığımız bazı dostlarımızla görüştüğümüzde edindiğimiz izlenimleri aktaralım. Diyorlar ki:
'Finans çevrelerinin sevinmesi doğal. Paradan para kazananların da sevinmesinde garip bir durum yok. Sizin Dolarla borcunuz olsa elbette bu son kararlarla soluk alırsınız. Ancak üreticilerin, tüketicilerin, enflasyon karşısında hasar alabilecek olanların neyle karşılaşacaklarını yakın değil orta ve uzun vadede görebileceğiz...'
Olayın bizi ilgilendiren ana kısmı ise işin tabii ki iletişim boyutu. Modern iletişim artık 'beklenti yönetimi' olarak algılanıyor. Onun da temelinde vaat ve güven ikilisinin balans ayarı yatıyor. Bu açıdan bakıldığında Merkez Bankası'nın parayı nasıl yönettiğini finansçı arkadaşlarımız mutlaka daha iyi değerlendireceklerdir. Daha önce bu sütunlarda 'iletişimin gücüne inanıyor' diye yazdığımız Erdem Başçı ve arkadaşlarının Merkez Bankası'nın ülkenin içinden geçtiği şu hassas dönemlerdeki konumlanmasında iletişimi doğru yöneteceklerine dair en azından kuşkularımız olduğunu ifade edelim. İletişimde 'şaşırtma' kasıtlı, planlı, programlı hedefe yönelik kullanılan bir tekniktir. Eğer tesadüfen ortaya çıkıyorsa durup iki defa düşünmek gerekir.
Hollande ve Sezen Aksu...
Tam da 'Bu siyasi kargaşa ortamında, yargıda büyük problemler varken yabancı yatırımcı Türkiye'ye gelmez' diye başlayıp, 'Hem niye gelsin ki? Türkiye'ye yatırım yapmaya mecbur mu?' şeklinde tam bir empatiye(!) dönüşen açıklamalar ve muhabbetler ayyuka çıkmışken Fransa Cumhurbaşkanı Hollande 50 işadamını yanına alıp geldi. (Görüşmelerde Fransa ve Türkiye arasında ortak hedef olarak 20 milyar Euro ticaret hacmine ulaşılması belirlenmiş.)
Ekonomik açıdan çok verimli ilişkilerin kapısını aralayabilecek bu evsahipliğinin Çankaya Köşkü'nde devam eden bölümü için 'kadı kızı'nda da bulunduğu söylenebilecek bir duruma takılmadan geçemedik. Önemli konukların ağırlanmasında bu türden 'hoşluklar'(!) yapılır yapılmasına da; her ne hikmetse bazı inceliklere dikkat etme gereği görülmez. İlişki ve iletişim yönetimine büyük bir özen ve önemle yaklaşan Cumhurbaşkanlığı'nın aslında gözünden kaçmazdı. Herhalde Fransız misafirler öyle istemiş olmalılar.
Fransa Cumhurbaşkanı Hollande için Köşk'de verilen yemeğin 'kültürel program' bölümünde, Candan Erçetin önce bir Edith Piaf şarkısı seslendirmiş: 'Non, Je Ne Regrette Rien' (Hayır, hiçbir şeyden pişman değilim)... Ardından hem Türkçe hem Fransızca yorumlanan 'Tombe La Neige' (Her Yerde Kar Var)'ı ve Yahya Kemal Beyatlı'nın şiirinden uyarlanan 'Sans Toi Je Suis Seule' (Sessiz Gemi)'yi söylemiş Candan Erçetin.
Ne var bunda, diyebilirsiniz? Bizce küçük de olsa bir şey var. Uç bir örnekle rahmetli Çetin Alp'in 'Opera Opera Opera, Carmen, Aida' diye diye sıfır puan aldığı 1983 Eurovision yarışması akıldan gelip geçiyor ister istemez. Tam da bir 'Padişahın atı bana baksın' ruh hali... Geçelim Hollande'ı, bir Fransız'a çok ama çok fazla anlam ifade eden, ancak ziyaret ettiği bir başka ülkede de peşini bırakmayan Edith Piaf şarkısını dinletmenin nasıl bir mazareti olabilir ki? Sayın Cumhurbaşkanımıza Élysée Sarayı ziyaretinde döner kebap, fıstıklı baklava ikram edip İbrahim Tatlıses çalmak gibi bir şey. Ya da Tayyip Bey'e Fransa'da ağırlandığı bir ortamda kendi ülkesinden zaten kulağında olan Sezen Aksu melodilerini dinletmek gibi. Başbakan Paris'te değil de Kanlıca'daymış gibi...
Oysa tam tersi olmalıydı. Hollande, Sezen Aksu bestelerini Türkçe dinlemeliydi. Belki kendisine dinlediği şarkıların Fransızca çevirisi de takdim edilebilirdi.
Tabii bundan önce bir başka şey yapmamız gerekirdi: Millî kültür politikamızın odak noktalarını saptama konusunda millî mutabakatı sağlamış olmamız.
'Nasıl yapmalı?' diye sormadıkça...
Bir süre önce yaklaşık şunları yazmıştım: 'Türkiye'de 64 yıldır tek başına iktidar olamayanlar, önce askeri darbelere bel bağlamışlardı, sonra Başbakan'ın kısmen de Cumhurbaşkanı'nın rahatsızlığından medet umdular. Ardından Gezi geldi. Orada da hükümet düşmedi. Sonra 'Paralel Darbe Girişimi'. Küllüm Batı basını ve Türkiye'deki ecnebi Türkler hükümetin gidiciliği konusunda beklentiye girdiler. Söylenti o ki; 'Nihayet AK Parti'yi tabanından ederek düşürmenin yolu ekonomiyi çökertmek olabilir' saikiyle girişimler devreye girdi.' Bu tespitlerime karşılık inşaat mühendisi Özer Büyüktanır, şu hatırlatmada bulunmuş:
'CHP çizgisinin 64 yıldır tek başına iktidar olamadığı doğru. Ancak aşağıdaki rakamlar da doğru.
1973'de CHP %33,29 ile koalisyon ortağı.
1977'de CHP %41,38 ile koalisyon ortağı (ne koalisyondu ama...).
1987'de ANAP %36,31 ile tek başına iktidar.
2002'de AKP %34,28 ile tek başına iktidar.'
Önemli bir noktaya işaret ediyor Özer Bey. 1977'de CHP'nin tek başına iktidar olmasına yetmeyen %41,38'den daha az oyla 1987'de ANAP, 2002'de de AK Parti iktidar olmayı başarmış...
CHP nasıl muhalefet edeceğini bilse, sadece yukarıdaki verilerden hareketle bile, AK Parti'nin de her zaman sağlıklı demokrasi adına istemek durumunda olduğu 'esaslı bir muhalefet'in temel eksenini oluşturabilir. Örneğin diyeceklerdir ki, 'Yıllardır 'seçim sistemi'ni kıyasıya eleştirmiyor muyuz?'
Haklılar, eleştiriyorlar. 'Ne yapmalı?' değil, 'Nasıl yapmalı?' diye sormadıkça, eleştirmekle bir arpa boyu yol gidilemiyor ki. Bu tespitin doğru olup olmadığını anlamak için tek bir yere bakmak yeter: Geçmişe!..
İlk yorumlar şöyleydi: 'Vay canına! Amma cesaret, Merkez Bankası'ndan şok müdahale. Dolar tepetaklak. Bu Merkez Bankası, yoksa başka bir ülkenin Merkez Bankası mı?'
Finans çevreleri zil takıp oynarken bunların dışındaki bazı iş çevreleri de memnuniyetlerini gizlemediler. Özellikle Dolar borcu olanlar. Piyasa ekonomisinin bileğini bükmek kolay değildir, diyenler oldu. İlk reaksiyonlar böyleydi. Ancak dünya duruşu olarak 3S koordinatlarına uygun yaşayanların (Sakin, Sahici, Samimi) bu tür bıçak sırtı konularda fazla aceleci olunmaması gerektiğine dair deneyimlere dayalı sağduyularına güvenmekte yarar olabilir. İş dünyasında 3S özellikleriyle tanıdığımız bazı dostlarımızla görüştüğümüzde edindiğimiz izlenimleri aktaralım. Diyorlar ki:
'Finans çevrelerinin sevinmesi doğal. Paradan para kazananların da sevinmesinde garip bir durum yok. Sizin Dolarla borcunuz olsa elbette bu son kararlarla soluk alırsınız. Ancak üreticilerin, tüketicilerin, enflasyon karşısında hasar alabilecek olanların neyle karşılaşacaklarını yakın değil orta ve uzun vadede görebileceğiz...'
Olayın bizi ilgilendiren ana kısmı ise işin tabii ki iletişim boyutu. Modern iletişim artık 'beklenti yönetimi' olarak algılanıyor. Onun da temelinde vaat ve güven ikilisinin balans ayarı yatıyor. Bu açıdan bakıldığında Merkez Bankası'nın parayı nasıl yönettiğini finansçı arkadaşlarımız mutlaka daha iyi değerlendireceklerdir. Daha önce bu sütunlarda 'iletişimin gücüne inanıyor' diye yazdığımız Erdem Başçı ve arkadaşlarının Merkez Bankası'nın ülkenin içinden geçtiği şu hassas dönemlerdeki konumlanmasında iletişimi doğru yöneteceklerine dair en azından kuşkularımız olduğunu ifade edelim. İletişimde 'şaşırtma' kasıtlı, planlı, programlı hedefe yönelik kullanılan bir tekniktir. Eğer tesadüfen ortaya çıkıyorsa durup iki defa düşünmek gerekir.
Hollande ve Sezen Aksu...
Tam da 'Bu siyasi kargaşa ortamında, yargıda büyük problemler varken yabancı yatırımcı Türkiye'ye gelmez' diye başlayıp, 'Hem niye gelsin ki? Türkiye'ye yatırım yapmaya mecbur mu?' şeklinde tam bir empatiye(!) dönüşen açıklamalar ve muhabbetler ayyuka çıkmışken Fransa Cumhurbaşkanı Hollande 50 işadamını yanına alıp geldi. (Görüşmelerde Fransa ve Türkiye arasında ortak hedef olarak 20 milyar Euro ticaret hacmine ulaşılması belirlenmiş.)
Ekonomik açıdan çok verimli ilişkilerin kapısını aralayabilecek bu evsahipliğinin Çankaya Köşkü'nde devam eden bölümü için 'kadı kızı'nda da bulunduğu söylenebilecek bir duruma takılmadan geçemedik. Önemli konukların ağırlanmasında bu türden 'hoşluklar'(!) yapılır yapılmasına da; her ne hikmetse bazı inceliklere dikkat etme gereği görülmez. İlişki ve iletişim yönetimine büyük bir özen ve önemle yaklaşan Cumhurbaşkanlığı'nın aslında gözünden kaçmazdı. Herhalde Fransız misafirler öyle istemiş olmalılar.
Fransa Cumhurbaşkanı Hollande için Köşk'de verilen yemeğin 'kültürel program' bölümünde, Candan Erçetin önce bir Edith Piaf şarkısı seslendirmiş: 'Non, Je Ne Regrette Rien' (Hayır, hiçbir şeyden pişman değilim)... Ardından hem Türkçe hem Fransızca yorumlanan 'Tombe La Neige' (Her Yerde Kar Var)'ı ve Yahya Kemal Beyatlı'nın şiirinden uyarlanan 'Sans Toi Je Suis Seule' (Sessiz Gemi)'yi söylemiş Candan Erçetin.
Ne var bunda, diyebilirsiniz? Bizce küçük de olsa bir şey var. Uç bir örnekle rahmetli Çetin Alp'in 'Opera Opera Opera, Carmen, Aida' diye diye sıfır puan aldığı 1983 Eurovision yarışması akıldan gelip geçiyor ister istemez. Tam da bir 'Padişahın atı bana baksın' ruh hali... Geçelim Hollande'ı, bir Fransız'a çok ama çok fazla anlam ifade eden, ancak ziyaret ettiği bir başka ülkede de peşini bırakmayan Edith Piaf şarkısını dinletmenin nasıl bir mazareti olabilir ki? Sayın Cumhurbaşkanımıza Élysée Sarayı ziyaretinde döner kebap, fıstıklı baklava ikram edip İbrahim Tatlıses çalmak gibi bir şey. Ya da Tayyip Bey'e Fransa'da ağırlandığı bir ortamda kendi ülkesinden zaten kulağında olan Sezen Aksu melodilerini dinletmek gibi. Başbakan Paris'te değil de Kanlıca'daymış gibi...
Oysa tam tersi olmalıydı. Hollande, Sezen Aksu bestelerini Türkçe dinlemeliydi. Belki kendisine dinlediği şarkıların Fransızca çevirisi de takdim edilebilirdi.
Tabii bundan önce bir başka şey yapmamız gerekirdi: Millî kültür politikamızın odak noktalarını saptama konusunda millî mutabakatı sağlamış olmamız.
'Nasıl yapmalı?' diye sormadıkça...
Bir süre önce yaklaşık şunları yazmıştım: 'Türkiye'de 64 yıldır tek başına iktidar olamayanlar, önce askeri darbelere bel bağlamışlardı, sonra Başbakan'ın kısmen de Cumhurbaşkanı'nın rahatsızlığından medet umdular. Ardından Gezi geldi. Orada da hükümet düşmedi. Sonra 'Paralel Darbe Girişimi'. Küllüm Batı basını ve Türkiye'deki ecnebi Türkler hükümetin gidiciliği konusunda beklentiye girdiler. Söylenti o ki; 'Nihayet AK Parti'yi tabanından ederek düşürmenin yolu ekonomiyi çökertmek olabilir' saikiyle girişimler devreye girdi.' Bu tespitlerime karşılık inşaat mühendisi Özer Büyüktanır, şu hatırlatmada bulunmuş:
'CHP çizgisinin 64 yıldır tek başına iktidar olamadığı doğru. Ancak aşağıdaki rakamlar da doğru.
1973'de CHP %33,29 ile koalisyon ortağı.
1977'de CHP %41,38 ile koalisyon ortağı (ne koalisyondu ama...).
1987'de ANAP %36,31 ile tek başına iktidar.
2002'de AKP %34,28 ile tek başına iktidar.'
Önemli bir noktaya işaret ediyor Özer Bey. 1977'de CHP'nin tek başına iktidar olmasına yetmeyen %41,38'den daha az oyla 1987'de ANAP, 2002'de de AK Parti iktidar olmayı başarmış...
CHP nasıl muhalefet edeceğini bilse, sadece yukarıdaki verilerden hareketle bile, AK Parti'nin de her zaman sağlıklı demokrasi adına istemek durumunda olduğu 'esaslı bir muhalefet'in temel eksenini oluşturabilir. Örneğin diyeceklerdir ki, 'Yıllardır 'seçim sistemi'ni kıyasıya eleştirmiyor muyuz?'
Haklılar, eleştiriyorlar. 'Ne yapmalı?' değil, 'Nasıl yapmalı?' diye sormadıkça, eleştirmekle bir arpa boyu yol gidilemiyor ki. Bu tespitin doğru olup olmadığını anlamak için tek bir yere bakmak yeter: Geçmişe!..