Meydanlar nire, Ekmeleddin Bey nire?..
19 haziran 2014
Meydanlar derken tabii ki taşı toprağı kastetmiyoruz. 'Halkı', 'seçmeni', 'hedef kitleyi' kastediyoruz. Onların ortak ruhi şekillenmesini, kültür ve değerlerini kastediyoruz…
Ecevit bile ucundan değerdi o meydanlara. Mesela rahmetli İsmail Cem hayli Fransız kalırdı. Kemal Derviş ise neredeyse Deniz Baykal'ın danışmanı gibi çıkardı kürsü platformlarına. Erdal Bey (İnönü) elbette fazlasıyla mahcup olduğundan kendisini omuzlamak isteyenlerden kurtulmak için iki elini yana açıp dümdüz yere yapışırmış. Oysa Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal öyle miydiler? Derya içre olurlardı da, deryadakiler de bunu fark ederdi.
Kemal Kılıçdaroğlu'nun şahsının değerlendirilmesini size bırakıyorum. Benim görüşüm biliniyor. Çok sevdiğim ve üyesi olmaktan onur duyduğum İstanbul Erkek Lisesi'ne müdür ve yine meselâ bizim İstanbul Erkek Liseliler Eğitim Vakfı'na şahane başkan olurdu. Sırf bu nedenle bile görüşlerini ciddiye alırım. Demiş ki:
'Ekmeleddin Bey meydanlara çıkıp kendisini anlatacak.'…
İşte sonun başlangıcı… Başlığı tekrarlayalım. Ekmeleddin Bey nire, meydanlar nire? Hayatı boyunca üniversite dersliklerinden, beş yıldızlı uluslararası otellerin toplantı salonlarından ve de kokteyl ortamlarından, 'gala dinner'lardan kurtulamamış bir 'dünya efendisi', kibar mı kibar, zeki mi zeki bir beyefendinin meydanlarda halkımızla bütünleşeceğine inanmak, ancak Kemal Bey gibi hüsnü kuruntu ile temenni arasında gidip gelmeye yatkın bir siyasetçiye yakışırdı zaten.
Ekmeleddin Bey'in adını doğru dürüst telaffuz edemeyen, iki 'd' mi yoksa iki 't'li mi yazıldığını bile bilmeyen ve de sivil-asker-bürokrat cumhurbaşkanlarından yaka silkmiş (Bkz: Ahmet Necdet Sezer, Anayasa kitabı…) geniş kitlelerin nezdinde, 51 gün gibi kısacık bir sürede algı ve davranış değişikliği oluşturabileceğine inanmak için iyi niyet ve çocuksu naifliğin ötesinde hasletlere sahip olmak gerekmez mi?
Aslında Ekmeleddin Bey'in çok da yanlış bir aday olmadığını, hatta belli koşullarda ciddi şansının olabileceğini teslim etmek lazım. Eğer önünde birkaç sene olsaydı, iletişimini de 12 yılda dokuz seçim kaybetmiş, 64 yıldır tek başına iktidara gelememiş bir siyasi partinin zihniyetine, siyasi iletişim reflekslerine bırakmak zorunda kalmasaydı pekâlâ
başa güreşebilirdi. Ama ne yazık ki mebzul miktardaki bu 'iletişim özürlülük' örneği içinde işi ne yazık ki çok zor. Hem CHP'li
hem de MHP'li ileri gelenler özetle diyor ki:
'Ekmeleddin Bey'i tanımıyorlar. Tanıdıkça severler.'
Oysa seçmen davranışının özü, sadece 'tanımak' ve 'sevmek'le sınırlı değil ki. Eğer böyle olsaydı adaylıkları halinde, Cem Yılmaz, Tarkan ya da Sezen Aksu seçimi alırlardı. Ama öyle olmuyor. Davranış değişikliğinin bir numaralı nedeni 'tanınma' değildir. Ya nedir? 'Güven'dir. Güveni 51 günde tesis edebilecek o sihirbaz, ne Kılıçdaroğlu'dur, ne de Bahçeli.
İnsan ancak eşitler arasında sevdiğini tercih ediyor. Yoksa bildiğiniz gibi, 'sevmek' = 'güvenmek' demek değildir.
Hem nalına hem mıhına
Anti-Erdoğan cephesinin uyguladığı artık sıradanlaşmış bir polemik yaklaşımı var. 'Hem nalına hem mıhına' diyebileceğimiz bu yaklaşım, bir yandan Türkiye'yi övüp göklere çıkarırken öte yandan Tayyip Bey'i yerin dibine batırıp yok etmek arzusu şeklinde tezahür ediyor. Bunu sadece bizimkiler mi yapıyor? Hayır. Anti-Erdoğan Batı cephesi de benzer bir tutum içinde. Sanki o övdükleri Türkiye, son 12 yılda uzaylıların liderliğinde neşv ü nema buldu.
Bir başka 'inci' de 2013 Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Robert Shiller'den geldi. Ciddi ve başarılı bir PR çalışması örneği olarak kendisini 60. Yıl kutlama etklinlikleri çerçevesinde Türkiye'ye davet eden Şekerbank'ın konferansında demiş ki:
'Türkiye global ekonomik şartlara bakıldığında iyi gidiyor. Özellikle konut fiyatları Avrupa Birliği'ne (AB)göre geride. Bu alanda oluşmuş herhangi bir balon yok. ABD ve Avrupa'dan daha iyi durumda ama balonun şişmeye başladığını söyleyebilirim. Enflasyondaki artışın emlak fiyatlarını da etkilemesi beklenebilir'
Bu arada belirtelim, konferansın konusu da 'Sürdürülebilir Kalkınmanın Finansmanı'… Nobel ödüllü ekonomist, Türkiye'nin ekonomideki büyüme oranları nedeniyle 'heyecan verdiğini' de ifade etmiş ve sonrasında da bir gazetecinin Başbakan ile Merkez Bankası Başkanı arasındaki faiz tartışmasına ilişkin 'çanak' sorusuna biraz mizahi biraz aşağılayan tonda şu yanıtı vermiş:
'Erdoğan'ın ekonomist olduğunu bilmiyordum. Kendisi eğitimli bir ekonomist mi?'
Pes doğrusu… Başbakan hangi dallarda eğitimli olacaktı? Bu mantıkla 'ekonomi' dahil tüm bakanlıkların alanlarında (Enerji, sağlık, gıda, çevre, eğitim, orman vs.) 'eğitimli' olması gerekmez mi?
Nobelli ekonomistin mantığının bu olmadığı açık.
Salı günkü yazımızda bir iklim olarak 'konjonktür' ve bizim hava koşullarımızın neredeyse meteorolojik yorumunu Mikdat Kadıoğlu'ndan rol çalarak icra etmeye çalışırken Başbakan'ın faizlerin düşürülmesine ilişkin Merkez Bankası ile çelişkiye düşmesinin 'konjonktür' anlamında nasıl da hayırlı sonuçları doğurduğunu ifade etmiştik. Şu son aylarda yaşadığımız 'Olağandışılıklar Gündemi' yarışında sahneye ekonomi alanında bir sıkıntıya hiç ihtiyacımızın olmadığını ve Robert Shiller'in örnek verdiği Barack Obama'nın Merkez Bankası'nın 'bağımsızlığı'na verdiği takdire şayan önem bahsinin de bizim meselelerimizle uzaktan yakından alakasının bulunmadığını bilmeyenimiz var mı?
'Türkiye'yi övme, Başbakan'ını yerme' modasının mantık dairesi dışına çıkması, 'iletişimin ancak gerçekler üzerinden yürütüldüğünde başarılı olacağı' ilkesini bir kez daha doğruluyor.
Ecevit bile ucundan değerdi o meydanlara. Mesela rahmetli İsmail Cem hayli Fransız kalırdı. Kemal Derviş ise neredeyse Deniz Baykal'ın danışmanı gibi çıkardı kürsü platformlarına. Erdal Bey (İnönü) elbette fazlasıyla mahcup olduğundan kendisini omuzlamak isteyenlerden kurtulmak için iki elini yana açıp dümdüz yere yapışırmış. Oysa Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Turgut Özal öyle miydiler? Derya içre olurlardı da, deryadakiler de bunu fark ederdi.
Kemal Kılıçdaroğlu'nun şahsının değerlendirilmesini size bırakıyorum. Benim görüşüm biliniyor. Çok sevdiğim ve üyesi olmaktan onur duyduğum İstanbul Erkek Lisesi'ne müdür ve yine meselâ bizim İstanbul Erkek Liseliler Eğitim Vakfı'na şahane başkan olurdu. Sırf bu nedenle bile görüşlerini ciddiye alırım. Demiş ki:
'Ekmeleddin Bey meydanlara çıkıp kendisini anlatacak.'…
İşte sonun başlangıcı… Başlığı tekrarlayalım. Ekmeleddin Bey nire, meydanlar nire? Hayatı boyunca üniversite dersliklerinden, beş yıldızlı uluslararası otellerin toplantı salonlarından ve de kokteyl ortamlarından, 'gala dinner'lardan kurtulamamış bir 'dünya efendisi', kibar mı kibar, zeki mi zeki bir beyefendinin meydanlarda halkımızla bütünleşeceğine inanmak, ancak Kemal Bey gibi hüsnü kuruntu ile temenni arasında gidip gelmeye yatkın bir siyasetçiye yakışırdı zaten.
Ekmeleddin Bey'in adını doğru dürüst telaffuz edemeyen, iki 'd' mi yoksa iki 't'li mi yazıldığını bile bilmeyen ve de sivil-asker-bürokrat cumhurbaşkanlarından yaka silkmiş (Bkz: Ahmet Necdet Sezer, Anayasa kitabı…) geniş kitlelerin nezdinde, 51 gün gibi kısacık bir sürede algı ve davranış değişikliği oluşturabileceğine inanmak için iyi niyet ve çocuksu naifliğin ötesinde hasletlere sahip olmak gerekmez mi?
Aslında Ekmeleddin Bey'in çok da yanlış bir aday olmadığını, hatta belli koşullarda ciddi şansının olabileceğini teslim etmek lazım. Eğer önünde birkaç sene olsaydı, iletişimini de 12 yılda dokuz seçim kaybetmiş, 64 yıldır tek başına iktidara gelememiş bir siyasi partinin zihniyetine, siyasi iletişim reflekslerine bırakmak zorunda kalmasaydı pekâlâ
başa güreşebilirdi. Ama ne yazık ki mebzul miktardaki bu 'iletişim özürlülük' örneği içinde işi ne yazık ki çok zor. Hem CHP'li
hem de MHP'li ileri gelenler özetle diyor ki:
'Ekmeleddin Bey'i tanımıyorlar. Tanıdıkça severler.'
Oysa seçmen davranışının özü, sadece 'tanımak' ve 'sevmek'le sınırlı değil ki. Eğer böyle olsaydı adaylıkları halinde, Cem Yılmaz, Tarkan ya da Sezen Aksu seçimi alırlardı. Ama öyle olmuyor. Davranış değişikliğinin bir numaralı nedeni 'tanınma' değildir. Ya nedir? 'Güven'dir. Güveni 51 günde tesis edebilecek o sihirbaz, ne Kılıçdaroğlu'dur, ne de Bahçeli.
İnsan ancak eşitler arasında sevdiğini tercih ediyor. Yoksa bildiğiniz gibi, 'sevmek' = 'güvenmek' demek değildir.
Hem nalına hem mıhına
Anti-Erdoğan cephesinin uyguladığı artık sıradanlaşmış bir polemik yaklaşımı var. 'Hem nalına hem mıhına' diyebileceğimiz bu yaklaşım, bir yandan Türkiye'yi övüp göklere çıkarırken öte yandan Tayyip Bey'i yerin dibine batırıp yok etmek arzusu şeklinde tezahür ediyor. Bunu sadece bizimkiler mi yapıyor? Hayır. Anti-Erdoğan Batı cephesi de benzer bir tutum içinde. Sanki o övdükleri Türkiye, son 12 yılda uzaylıların liderliğinde neşv ü nema buldu.
Bir başka 'inci' de 2013 Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Robert Shiller'den geldi. Ciddi ve başarılı bir PR çalışması örneği olarak kendisini 60. Yıl kutlama etklinlikleri çerçevesinde Türkiye'ye davet eden Şekerbank'ın konferansında demiş ki:
'Türkiye global ekonomik şartlara bakıldığında iyi gidiyor. Özellikle konut fiyatları Avrupa Birliği'ne (AB)göre geride. Bu alanda oluşmuş herhangi bir balon yok. ABD ve Avrupa'dan daha iyi durumda ama balonun şişmeye başladığını söyleyebilirim. Enflasyondaki artışın emlak fiyatlarını da etkilemesi beklenebilir'
Bu arada belirtelim, konferansın konusu da 'Sürdürülebilir Kalkınmanın Finansmanı'… Nobel ödüllü ekonomist, Türkiye'nin ekonomideki büyüme oranları nedeniyle 'heyecan verdiğini' de ifade etmiş ve sonrasında da bir gazetecinin Başbakan ile Merkez Bankası Başkanı arasındaki faiz tartışmasına ilişkin 'çanak' sorusuna biraz mizahi biraz aşağılayan tonda şu yanıtı vermiş:
'Erdoğan'ın ekonomist olduğunu bilmiyordum. Kendisi eğitimli bir ekonomist mi?'
Pes doğrusu… Başbakan hangi dallarda eğitimli olacaktı? Bu mantıkla 'ekonomi' dahil tüm bakanlıkların alanlarında (Enerji, sağlık, gıda, çevre, eğitim, orman vs.) 'eğitimli' olması gerekmez mi?
Nobelli ekonomistin mantığının bu olmadığı açık.
Salı günkü yazımızda bir iklim olarak 'konjonktür' ve bizim hava koşullarımızın neredeyse meteorolojik yorumunu Mikdat Kadıoğlu'ndan rol çalarak icra etmeye çalışırken Başbakan'ın faizlerin düşürülmesine ilişkin Merkez Bankası ile çelişkiye düşmesinin 'konjonktür' anlamında nasıl da hayırlı sonuçları doğurduğunu ifade etmiştik. Şu son aylarda yaşadığımız 'Olağandışılıklar Gündemi' yarışında sahneye ekonomi alanında bir sıkıntıya hiç ihtiyacımızın olmadığını ve Robert Shiller'in örnek verdiği Barack Obama'nın Merkez Bankası'nın 'bağımsızlığı'na verdiği takdire şayan önem bahsinin de bizim meselelerimizle uzaktan yakından alakasının bulunmadığını bilmeyenimiz var mı?
'Türkiye'yi övme, Başbakan'ını yerme' modasının mantık dairesi dışına çıkması, 'iletişimin ancak gerçekler üzerinden yürütüldüğünde başarılı olacağı' ilkesini bir kez daha doğruluyor.