'Occupy CHP Çağrısı'ymış!
15.04.2014 Yeni şafak
'Sana ne kardeşim CHP'den? Bırak, ne halleri varsa görsünler!'..
Kazın ayağı öyle değil arkadaşlar. Almanların 'Ausserparlamentarische Opposition' karşılığı kısaca 'APO' dedikleri 'Parlamento Dışı Muhalefet'in 60'lı yılların sonlarında nasıl güçlenip ülkeye zarar vermiş olduğunu yerinde görmüştük. Bu kez de tersine zayıf bir muhalefetin çözümü 'dışarıda' arayanların ekmeğine nasıl yağ sürdüğüne tanık oluyoruz.
O nedenle 'ana muhalefete ayar veriyormuş' algısı yaratma tehlikesini de göze alarak tespit ve öneri getirme sorumluluğundan kaçınmamamız gerektiği hissiyatı içindeyiz. Muradımız, siyaset ve parlamento dışı güç odakları üzerinden oyun oynanmasına mahal vermeyecek bir güçteki muhalefetin oluşmasını tartışmaktır...
'Demokrasi' arzularının alabildiğine güçlü olduğunu dile getiren, hakkında her türlü tevatürü yapma özgürlüğünü kullandıkları Başbakanı 'Diktatör' olmakla itham eden ancak, halkının meselelerine merhem olacağı algısı yaratacak proje ve gelecek tasarımlarını bir türlü oluşturamadığı için seçmenin güvenine iktidara gelecek kadar mazhar olamayan bir muhalefetten söz ediyoruz.
Oysa ki yıllardır başörtülü hanımlardan, kimlik meselesini ülke gündemine taşıyan Kürtler'e, Cemaatten Ulusalcılar'a, neredeyse aklınıza gelebilecek her türden, renkten dünya görüş grubuna yeşil ışık yakmakta son derece cömertler... Ama olmuyor... Olması için, ana muhalefetin kendisinden çok halkını önemsemeyi ve onu 'okumayı' öğrenmesi gerektiğini 'kabullenmesi' lazım...
Pek yakında CHP tabanı bile, 'Sindire sindire geliyoruz' diyerek algılama yönetimlerindeki tüm yanlışları halının altına süpürüp, zaafları göz önünden kaldırarak, sadece 'olumlu gelişmelere' odaklanan bir muhalefet üst yönetiminin Cumhurbaşkanlığı seçiminde Gezici gençlere 'işbirliği çağrısı' yapmasını anlamakta güçlük çekecek. Buyurun!.. Bir mavi boncuk da Gezici Kardeşlerimize... Bizim kuşağın jargonuyla 'İlkesiz birlik cephesinden' yeni bir 'az ömürlü' ittifak denemesi daha...
Sayın Kılıçdaroğlu, gençlerden aralarında tartışarak beklentilerine uygun Cumhurbaşkanı aday adaylarını belirlemelerini istemiş ve demiş ki:
'Siz belirleyin, biz de üzerinde müzakere edelim. Bu seçim bir işbirliğine, yol arkadaşlığına dönüşür. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonrasında da genel seçimler var. Madem siyasette daha fazla yer istiyorlar, bizim yüzde 10 kotamızı, 'Ben de vekil olmak istiyorum' diye zorlamalılar. Eşbaşkanlık dahil tüm taleplerini tartışmaya hazırım.'
Breh breh!.. Bir Başkan kendini ancak bu kadar ısıtabilir... Parti üst yönetimi, bu konunun stratejik iletişim planlarına dahil olması konusunda sizce oturup aralarında konuşmuş, tartışmış ve Sayın Kılıçdaroğlu'nun çizdiği, gençlerle işbirliğinin yol haritasını belirlemişler midir? 'Stratejik iletişim planı' gibi iddialı laflar bir yana, yine esen rüzgârlara göre aksiyonlar tercih edildiğini, bu kez gençlere şirin görünmek istendiğini düşünüyor olmamızın nedeni 'Occupy CHP' ifadesinde yatıyor. Çünkü 'gençlerle işbirliği', eğer bir stratejinin aksiyonu olsaydı, 'Köşk için ortak hareket etme' hedefine ulaşmak için bir twitter sembolünü hem de İngilizce olarak, 'OccupyCHP' diye vurgulayarak sloganlaştırırlar mıydı?
Memleketimizin insanları salyangoz yemiyorlar ama CHP için bu temel gerçekliğin pek bir önemi de yok anlaşılan. Gençler bu girişimlerine İngilizce isim takmış olabilirler. Aynı dilden konuşma arzusuyla gençlere davetlerinin adına da 'OccupyCHP Çağrısı' diyorlar. 'İşgaletCHP'yi (ya da #isgaletchp'yi) neden beğenmiyorlar acaba?
Asıl soru belki de şudur:
CHP üst yönetimi, ihtiyacı olan 'Büyük Fikir', 'Büyük Lider' ve 'Büyük Teşkilat' üçlemesinden özellikle hangisi için bu gençlerin işgalinden ilham alacağını düşünüyor acaba? Sayın Kılıçdaroğlu yüzde 10'luk kotasını onlara açtığını ifade ettiğine göre üçlemenin üçünün kapısını da işgale açmış görünüyor. Hadi hayırlısı...
Coca-Cola'ya dönmek zorunda kalacaksınız
Rahmetli Abdi İpekçi'den duymuştum... Bir yayının üç özelliğiyle 'oynarken' bir kaç kere düşünün: Amblem ve /veya logosuyla, ebadıyla ve fiyatıyla...
Coca-Cola çok ilginç, şirin ve duygulara hitap eden bir kurumsal reklam filmi yapmış. Türkçe'de bulunan ve hayatımızın neredeyse tüm akışı içinde yer alabilen bazı deyişlerin dünyanın diğer dillerinde karşılığının olmadığından yola çıkmış... Keşke ilk baskısı 2005 yılında yayınlanmış olan 'Algılama Yönetimi' adlı kitabımızda aynı konuya değindiğimizde sözünü ettiğimiz 'vefa', 'gönül' ve 'namus' gibi kavramları da ekleselermiş.
İletişimin 'millî bir fenomen' olduğunun altını çizen bu tespitten yola çıkarak, Türkiye'de bulunmalarının 50'inci yılında, adlarını Türkçe okunduğu gibi yazmaya karar vermişler: Koka-Kola...
Bizce olmaz... Çalışmaz... Tersine markaya sadakati sorgulatır... Düş kırıklığıdır, yaratılmış olan... Türkiye'ye, Türk tüketicisine bir minnet borcu, bir tür teşekkür gibi algılanmasını istedikleri kesin de, yolu bu değil... ABD'de Coca-Cola'nın nesiyle oynadılarsa geri almak, Klasik Coca-Cola'ya dönmek zorunda kalmışlar. Marka sadakati ve algıda seçicilik gereği burada da bu yoldan döneceklerdir...
'Bekleyelim millet reaksiyon göstersin! Sonra döneriz...' gibi bir numara düşünmüş olabilirler. Bizim millet bu numaraları da yemez... Biline...
Açık yüreklilikle teslim etmeliyim ki, iletişim ve ticaret arasındaki bağlantıyı kurmakta zaman zaman zorlandığımız doğrudur. 'Kimse bana bu filmi yaptıramazdı' dediğim iticilikteki bazı sinema filmlerinin gişe rekorları kırdığına tanık olmuşumdur. Ya da 'Kadına ve de erkeğe tokat atılan bir reklam filmi halkın tepkisini çeker' dediğim kampanyaların çok makul bütçelerle son derece hızlı sonuçlar almasıyla neredeyse tüm zamanların en başarılı işlerinden biri olmasını şaşkınlık ve de hayranlıkla izlemişliğim vardır.
Reklamda sanat aramanın yanlış olduğunu bu vasıta ile kavramaya çalıştığımı söyleyebilirim...
Şu sıra TV'lerde gösterilen 'Kıllanan Adam' adıyla maruf bir banka reklamını da anlamam hiç mümkün olmadı. Belki de 'love to hate' (nefret etmeyi sevmek) yaklaşımına pek itibar etmediğimden ve bizde çalışmasının kolay olmayacağını düşündüğümden, başka bankalara bu kadar centilmenlik dışı saldırıyı aklıma havsalama sığdıramamış olabilirim.
Genç arkadaşlara sordum... Özellikle GırGır, Leman dergileriyle büyümüş olanlar 'kıllanan adama' hayranlıklarını gizleyemiyorlar... Onlara hiç yabancı değilmiş bu tipleme... Tamam anlaşıldı bu sempati de, yine de sormak lazım: Acaba bazen 'love to hate' ilgiyi tetiklese de aynı oranda satın alma davranışını da harekete geçirebilir mi, emin değilim... İnşallah yanılırız...
Kazın ayağı öyle değil arkadaşlar. Almanların 'Ausserparlamentarische Opposition' karşılığı kısaca 'APO' dedikleri 'Parlamento Dışı Muhalefet'in 60'lı yılların sonlarında nasıl güçlenip ülkeye zarar vermiş olduğunu yerinde görmüştük. Bu kez de tersine zayıf bir muhalefetin çözümü 'dışarıda' arayanların ekmeğine nasıl yağ sürdüğüne tanık oluyoruz.
O nedenle 'ana muhalefete ayar veriyormuş' algısı yaratma tehlikesini de göze alarak tespit ve öneri getirme sorumluluğundan kaçınmamamız gerektiği hissiyatı içindeyiz. Muradımız, siyaset ve parlamento dışı güç odakları üzerinden oyun oynanmasına mahal vermeyecek bir güçteki muhalefetin oluşmasını tartışmaktır...
'Demokrasi' arzularının alabildiğine güçlü olduğunu dile getiren, hakkında her türlü tevatürü yapma özgürlüğünü kullandıkları Başbakanı 'Diktatör' olmakla itham eden ancak, halkının meselelerine merhem olacağı algısı yaratacak proje ve gelecek tasarımlarını bir türlü oluşturamadığı için seçmenin güvenine iktidara gelecek kadar mazhar olamayan bir muhalefetten söz ediyoruz.
Oysa ki yıllardır başörtülü hanımlardan, kimlik meselesini ülke gündemine taşıyan Kürtler'e, Cemaatten Ulusalcılar'a, neredeyse aklınıza gelebilecek her türden, renkten dünya görüş grubuna yeşil ışık yakmakta son derece cömertler... Ama olmuyor... Olması için, ana muhalefetin kendisinden çok halkını önemsemeyi ve onu 'okumayı' öğrenmesi gerektiğini 'kabullenmesi' lazım...
Pek yakında CHP tabanı bile, 'Sindire sindire geliyoruz' diyerek algılama yönetimlerindeki tüm yanlışları halının altına süpürüp, zaafları göz önünden kaldırarak, sadece 'olumlu gelişmelere' odaklanan bir muhalefet üst yönetiminin Cumhurbaşkanlığı seçiminde Gezici gençlere 'işbirliği çağrısı' yapmasını anlamakta güçlük çekecek. Buyurun!.. Bir mavi boncuk da Gezici Kardeşlerimize... Bizim kuşağın jargonuyla 'İlkesiz birlik cephesinden' yeni bir 'az ömürlü' ittifak denemesi daha...
Sayın Kılıçdaroğlu, gençlerden aralarında tartışarak beklentilerine uygun Cumhurbaşkanı aday adaylarını belirlemelerini istemiş ve demiş ki:
'Siz belirleyin, biz de üzerinde müzakere edelim. Bu seçim bir işbirliğine, yol arkadaşlığına dönüşür. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonrasında da genel seçimler var. Madem siyasette daha fazla yer istiyorlar, bizim yüzde 10 kotamızı, 'Ben de vekil olmak istiyorum' diye zorlamalılar. Eşbaşkanlık dahil tüm taleplerini tartışmaya hazırım.'
Breh breh!.. Bir Başkan kendini ancak bu kadar ısıtabilir... Parti üst yönetimi, bu konunun stratejik iletişim planlarına dahil olması konusunda sizce oturup aralarında konuşmuş, tartışmış ve Sayın Kılıçdaroğlu'nun çizdiği, gençlerle işbirliğinin yol haritasını belirlemişler midir? 'Stratejik iletişim planı' gibi iddialı laflar bir yana, yine esen rüzgârlara göre aksiyonlar tercih edildiğini, bu kez gençlere şirin görünmek istendiğini düşünüyor olmamızın nedeni 'Occupy CHP' ifadesinde yatıyor. Çünkü 'gençlerle işbirliği', eğer bir stratejinin aksiyonu olsaydı, 'Köşk için ortak hareket etme' hedefine ulaşmak için bir twitter sembolünü hem de İngilizce olarak, 'OccupyCHP' diye vurgulayarak sloganlaştırırlar mıydı?
Memleketimizin insanları salyangoz yemiyorlar ama CHP için bu temel gerçekliğin pek bir önemi de yok anlaşılan. Gençler bu girişimlerine İngilizce isim takmış olabilirler. Aynı dilden konuşma arzusuyla gençlere davetlerinin adına da 'OccupyCHP Çağrısı' diyorlar. 'İşgaletCHP'yi (ya da #isgaletchp'yi) neden beğenmiyorlar acaba?
Asıl soru belki de şudur:
CHP üst yönetimi, ihtiyacı olan 'Büyük Fikir', 'Büyük Lider' ve 'Büyük Teşkilat' üçlemesinden özellikle hangisi için bu gençlerin işgalinden ilham alacağını düşünüyor acaba? Sayın Kılıçdaroğlu yüzde 10'luk kotasını onlara açtığını ifade ettiğine göre üçlemenin üçünün kapısını da işgale açmış görünüyor. Hadi hayırlısı...
Coca-Cola'ya dönmek zorunda kalacaksınız
Rahmetli Abdi İpekçi'den duymuştum... Bir yayının üç özelliğiyle 'oynarken' bir kaç kere düşünün: Amblem ve /veya logosuyla, ebadıyla ve fiyatıyla...
Coca-Cola çok ilginç, şirin ve duygulara hitap eden bir kurumsal reklam filmi yapmış. Türkçe'de bulunan ve hayatımızın neredeyse tüm akışı içinde yer alabilen bazı deyişlerin dünyanın diğer dillerinde karşılığının olmadığından yola çıkmış... Keşke ilk baskısı 2005 yılında yayınlanmış olan 'Algılama Yönetimi' adlı kitabımızda aynı konuya değindiğimizde sözünü ettiğimiz 'vefa', 'gönül' ve 'namus' gibi kavramları da ekleselermiş.
İletişimin 'millî bir fenomen' olduğunun altını çizen bu tespitten yola çıkarak, Türkiye'de bulunmalarının 50'inci yılında, adlarını Türkçe okunduğu gibi yazmaya karar vermişler: Koka-Kola...
Bizce olmaz... Çalışmaz... Tersine markaya sadakati sorgulatır... Düş kırıklığıdır, yaratılmış olan... Türkiye'ye, Türk tüketicisine bir minnet borcu, bir tür teşekkür gibi algılanmasını istedikleri kesin de, yolu bu değil... ABD'de Coca-Cola'nın nesiyle oynadılarsa geri almak, Klasik Coca-Cola'ya dönmek zorunda kalmışlar. Marka sadakati ve algıda seçicilik gereği burada da bu yoldan döneceklerdir...
'Bekleyelim millet reaksiyon göstersin! Sonra döneriz...' gibi bir numara düşünmüş olabilirler. Bizim millet bu numaraları da yemez... Biline...
Açık yüreklilikle teslim etmeliyim ki, iletişim ve ticaret arasındaki bağlantıyı kurmakta zaman zaman zorlandığımız doğrudur. 'Kimse bana bu filmi yaptıramazdı' dediğim iticilikteki bazı sinema filmlerinin gişe rekorları kırdığına tanık olmuşumdur. Ya da 'Kadına ve de erkeğe tokat atılan bir reklam filmi halkın tepkisini çeker' dediğim kampanyaların çok makul bütçelerle son derece hızlı sonuçlar almasıyla neredeyse tüm zamanların en başarılı işlerinden biri olmasını şaşkınlık ve de hayranlıkla izlemişliğim vardır.
Reklamda sanat aramanın yanlış olduğunu bu vasıta ile kavramaya çalıştığımı söyleyebilirim...
Şu sıra TV'lerde gösterilen 'Kıllanan Adam' adıyla maruf bir banka reklamını da anlamam hiç mümkün olmadı. Belki de 'love to hate' (nefret etmeyi sevmek) yaklaşımına pek itibar etmediğimden ve bizde çalışmasının kolay olmayacağını düşündüğümden, başka bankalara bu kadar centilmenlik dışı saldırıyı aklıma havsalama sığdıramamış olabilirim.
Genç arkadaşlara sordum... Özellikle GırGır, Leman dergileriyle büyümüş olanlar 'kıllanan adama' hayranlıklarını gizleyemiyorlar... Onlara hiç yabancı değilmiş bu tipleme... Tamam anlaşıldı bu sempati de, yine de sormak lazım: Acaba bazen 'love to hate' ilgiyi tetiklese de aynı oranda satın alma davranışını da harekete geçirebilir mi, emin değilim... İnşallah yanılırız...