Opera binası ‘keyfiyet’ anlayışının işareti olabilir
21 HAZİRAN 2016 - yeni Şafak
Sayın Cumhurbaşkanı'nın son açıklamaları içinde, benim en çok dikkatimi çekeni Taksim meydanına yapılacak büyük ve işlevsel opera binası oldu. Bu köşeyi izleyenler bilir, benim derdim Türkiye'nin üst yapıdaki eksikleriyle. Yani İngilizcede 'soft power' dedikleri Yumuşak Güç ile… Çünkü ülke itibarının neredeyse yarıdan fazlası oradan geliyor…
Dünyanın en büyük metropollerinden ve kültür başkentlerinden biri olan İstanbul'da yıllardır büyük prodüksiyonlara dayalı opera eserleri salonsuzluk nedeniyle sergilenememekte…
Hemen aklıma dünya çapında virtüözlerin yer alacağı, tabii Türk sanatçılarla birlikte ünlü şeflerden birinin yönetiminde, muhteşem bir koro ile süslenmiş 'Kerem' operası ile yapılacak bir açılış geldi… Bizim aydınlarımızdan çok uluslararası müzik dünyasının ayakta alkışladığıAhmet Adnan Saygun'un bu eserinin içeriği de aslında evrensel sûfî anlayışıyla uygunluğuyla bu açılışa yakışır. (Bkz. Elif Sanem Güleç'in “Kerem Operası'nda Tasavvuf etkisi” adlı makalesi. Arama motorlarından bulunabiliyor)
Bir de devlet başkanlarının bu açılışa daveti yakışır tabii…
Bizi teröre destek veren, estetikten yoksun, az gelişmiş hoyrat barbarlar gibi gören ve göstermek isteyen dışarıdaki ve içerideki habaset erbabına da ne güzel bir yanıt olurdu…
Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bu açıklamasını, bir süre önce Milli Eğitim üzerine yaptığı konuşmasındaki sözleriyle birleştirip, çok önemli bir stratejik adımın işaretleri olarak görmek, beni umutlandırıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Milli Eğitim'de okul binası ve derslik inşa etmekten çok eğitimin kalitesine odaklanmamız gerektiğine vurgu yapmıştı…
Bir başka konuşmasında da 'keyfiyet' sözcüğünü kullandı… 'Nitelik' yani…
Bütün bunlar birleştirildiğinde Türkiye'nin geleceği için umutlanmak için pek çok neden çıkabilir ortaya… Değerlerinin farkına varıp Soft Power Index'te sonuncu sıralardan kurtulup yukarılara doğru tırmanan, katma değerli ihracatı kavramış ve ülke markasının, ülkeden çıkacak her markayı etkileyeceğini kavrayıp yatırımını ona göre düzenleyen bir Türkiye…
Gurur ve hüzün bir arada
İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmet KaracaDMA'ya inanmış ve kendilerine kampüs içinde gayet güzel bir yer vermiş… Gittim, gezdim ve hem bir hayli şaşırdım; hem de bir hayli üzüldüm…
Kuruluşun adı DMA (Bana sorarsanız, adları da talihsiz)… 2006 yılında kurulmuşlar. Kendilerini “Dünya ölçeğinde Elektrikli Araç ve Enerji Depolama Sistemleri üreten ilk yerli teknoloji firması”olarak tanımlıyorlar…
İki ortak var. Önder Yol (Promeks Dış Ticaret A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı) ve Özkan Derindere (Derindere ve DRD'nin Yönetim Kurulu Başkanı).
Elektrikli aracı çoktan üretmişler. Bataryası çok hızlı dolan ve İstanbul'dan Ankara'ya 10 TL'ye gitmek mümkün. Araç benzinlisinden biraz pahalı. Ancak iki yılda amortize ediyor ve ondan sonrası neredeyse bedavaya seyahat ediyorsunuz…
Bizde devlet desteği yokmuş. ABD'de 13 bin dolar, AB'de ise 10 bin Euro destek verildiğinden söz ediliyor…
TÜBİTAK Başkanı Arif Ergin, gezmiş tesisleri. “Elektrikli araçlar konusunda sizinle yarışacak başka bir kuruluş yok” demiş…
Araçlardan biriyle test sürüşü yaptım. 10 numara… Hız, ivme ve en önemlisi sessizlik ve çevreye zarar vermeme… Tesla 85 kw/h ile 370 km yaparken, bu arkadaşların yaptığı araç 53 kw/h ile 417 km yapıyormuş.
Batarya sistemlerinin ünitelerini Çin'den ithal edip tüm entegre sistemleri (bir araçta 40 kadar varmış) burada kendileri üretiyorlarmış… Yazılımlar da kendilerine aitmiş… Bu sistemleri sonra yine Çin'e ihraç ediyorlarmış.
Genel anlamda Çinliler ilgilenmişler DMA ile… Anlaşma sağlanmış. Çin'e binlerce minibüs üretimi başlamış…
Üretim yeri Beylikdüzü'nde, Showroom ise Zeytinburnu'nda…
Bu arada bordan yararlanarak yeni bir yakıt üzerine de çalışıyorlarmış…
Buraya kadar mükemmel…
Peki neye üzüldüm?
Şuna: Kim biliyor bu durumu? Bu işin pazarlaması nerede? DMA diye marka olur mu?... Derindere çok güçlü bir marka ama, oto kiralama markası. Yukarıda anlatılanlarla pek alakası yok gibi…
Bu marka mimarisi ve pazarlama karmaşası çözülmedikçe, ancak Çinlilere ve onları tanıyanlara iş yaparlar. Türkiye, İnovasyon, girişimcilik, AR-GE diye yırtınırken bu muhteşem insanların yarattıkları harikaların kendi yağlarında kavrularak yürümeleri, beni biraz hüzünlendirdi doğrusu…
Dünyanın en büyük metropollerinden ve kültür başkentlerinden biri olan İstanbul'da yıllardır büyük prodüksiyonlara dayalı opera eserleri salonsuzluk nedeniyle sergilenememekte…
Hemen aklıma dünya çapında virtüözlerin yer alacağı, tabii Türk sanatçılarla birlikte ünlü şeflerden birinin yönetiminde, muhteşem bir koro ile süslenmiş 'Kerem' operası ile yapılacak bir açılış geldi… Bizim aydınlarımızdan çok uluslararası müzik dünyasının ayakta alkışladığıAhmet Adnan Saygun'un bu eserinin içeriği de aslında evrensel sûfî anlayışıyla uygunluğuyla bu açılışa yakışır. (Bkz. Elif Sanem Güleç'in “Kerem Operası'nda Tasavvuf etkisi” adlı makalesi. Arama motorlarından bulunabiliyor)
Bir de devlet başkanlarının bu açılışa daveti yakışır tabii…
Bizi teröre destek veren, estetikten yoksun, az gelişmiş hoyrat barbarlar gibi gören ve göstermek isteyen dışarıdaki ve içerideki habaset erbabına da ne güzel bir yanıt olurdu…
Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın bu açıklamasını, bir süre önce Milli Eğitim üzerine yaptığı konuşmasındaki sözleriyle birleştirip, çok önemli bir stratejik adımın işaretleri olarak görmek, beni umutlandırıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Milli Eğitim'de okul binası ve derslik inşa etmekten çok eğitimin kalitesine odaklanmamız gerektiğine vurgu yapmıştı…
Bir başka konuşmasında da 'keyfiyet' sözcüğünü kullandı… 'Nitelik' yani…
Bütün bunlar birleştirildiğinde Türkiye'nin geleceği için umutlanmak için pek çok neden çıkabilir ortaya… Değerlerinin farkına varıp Soft Power Index'te sonuncu sıralardan kurtulup yukarılara doğru tırmanan, katma değerli ihracatı kavramış ve ülke markasının, ülkeden çıkacak her markayı etkileyeceğini kavrayıp yatırımını ona göre düzenleyen bir Türkiye…
Gurur ve hüzün bir arada
İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmet KaracaDMA'ya inanmış ve kendilerine kampüs içinde gayet güzel bir yer vermiş… Gittim, gezdim ve hem bir hayli şaşırdım; hem de bir hayli üzüldüm…
Kuruluşun adı DMA (Bana sorarsanız, adları da talihsiz)… 2006 yılında kurulmuşlar. Kendilerini “Dünya ölçeğinde Elektrikli Araç ve Enerji Depolama Sistemleri üreten ilk yerli teknoloji firması”olarak tanımlıyorlar…
İki ortak var. Önder Yol (Promeks Dış Ticaret A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı) ve Özkan Derindere (Derindere ve DRD'nin Yönetim Kurulu Başkanı).
Elektrikli aracı çoktan üretmişler. Bataryası çok hızlı dolan ve İstanbul'dan Ankara'ya 10 TL'ye gitmek mümkün. Araç benzinlisinden biraz pahalı. Ancak iki yılda amortize ediyor ve ondan sonrası neredeyse bedavaya seyahat ediyorsunuz…
Bizde devlet desteği yokmuş. ABD'de 13 bin dolar, AB'de ise 10 bin Euro destek verildiğinden söz ediliyor…
TÜBİTAK Başkanı Arif Ergin, gezmiş tesisleri. “Elektrikli araçlar konusunda sizinle yarışacak başka bir kuruluş yok” demiş…
Araçlardan biriyle test sürüşü yaptım. 10 numara… Hız, ivme ve en önemlisi sessizlik ve çevreye zarar vermeme… Tesla 85 kw/h ile 370 km yaparken, bu arkadaşların yaptığı araç 53 kw/h ile 417 km yapıyormuş.
Batarya sistemlerinin ünitelerini Çin'den ithal edip tüm entegre sistemleri (bir araçta 40 kadar varmış) burada kendileri üretiyorlarmış… Yazılımlar da kendilerine aitmiş… Bu sistemleri sonra yine Çin'e ihraç ediyorlarmış.
Genel anlamda Çinliler ilgilenmişler DMA ile… Anlaşma sağlanmış. Çin'e binlerce minibüs üretimi başlamış…
Üretim yeri Beylikdüzü'nde, Showroom ise Zeytinburnu'nda…
Bu arada bordan yararlanarak yeni bir yakıt üzerine de çalışıyorlarmış…
Buraya kadar mükemmel…
Peki neye üzüldüm?
Şuna: Kim biliyor bu durumu? Bu işin pazarlaması nerede? DMA diye marka olur mu?... Derindere çok güçlü bir marka ama, oto kiralama markası. Yukarıda anlatılanlarla pek alakası yok gibi…
Bu marka mimarisi ve pazarlama karmaşası çözülmedikçe, ancak Çinlilere ve onları tanıyanlara iş yaparlar. Türkiye, İnovasyon, girişimcilik, AR-GE diye yırtınırken bu muhteşem insanların yarattıkları harikaların kendi yağlarında kavrularak yürümeleri, beni biraz hüzünlendirdi doğrusu…