'Parayı takip et gerçeği bulursun'
11 EKİM 2014
Perşembe akşamı haberi duyduğumuzda kulaklarımıza inanamadık.
Sayın Kılıçdaroğlu, yeni bir tezkere önerisi ortaya atmış ve demiş ki:
'Gelin askerimizin kara harekâtını Kobani'nin kurtarılması ve IŞİD'in buradan püskürtülmesi hedefiyle kısıtlayalım. Böyle bir tezkereyi Meclis'ten hemen, yeniden çıkaralım. Böylece halkımızın akrabalarını IŞİD gibi bir terör örgütünün öldürmesine izin vermeyelim'
Benzer lafları New York Times sayfalarında da arayan bulur. Örneğin 8 Eylül 2013'de Harvard Üniversitesi'nden Nawaf Obaid, 'İslam ülkeleri birleşip Suriye'ye girsin. Türkiye de mutlaka işin içinde olsun' demişti. Ne tuhaf rastlantıdır ki, New York Times ve Kılıçdaroğlu ile birlikte bir başkası da aynı tezi savundu: Türk dostu (!) Angela Merkel.
Ülke menfaati söz konusu olduğunda yabancılarla fikir birliği içindeki beyanatlara bu millet alışkındır. Yine de olup bitene herkes kendi penceresinden bakıp kendisince doğru bulduğu neyse ifade etmekten de elbette geri durmaz. Son sözü sandık söyler ve halkı ikna eden iktidarda kalır. Demokrasi ile savaş arasındaki bıçak sırtında yürünen, 'iletişim karartması' dediğimiz, at izi ile it izinin birbirine karıştığı böylesi dönemlerde kamu vicdanının sesini duymaya çalışmak en doğru yoldur. Bu sesi uzun zamandır dinlemekten kaçınan muhalefetin 'IŞİD'e karşı savaş' hedefiyle son keşfettiği 'çözüm önerisi'nin (!) bir siyasi iletişim intiharı olduğunu görmemek için kör olmak lazım...
Siyasi iletişimin alfabesini oluşturan 3C'nin (Creativity / Yaratıcılık, Consistency / Tutarlılık ve Continuity / Süreklilik) bu kadar rahatlıkla ıskalanıyor olmasına hayretler ederken şu soru sorulmaz olur mu hiç:
'Tezkereye hayır diyeli şunun şurasında kaç gün oldu ki?'
Ülke zor günlerin içinden geçmeye uğraşırken, diplomasi hassasiyetlerini bir an olsun ihmal etmeden size biçilmek istenen role direnip, 'savaş' sözcüğünün çağrıştırabileceği tüm melanetlerden uzakta kalmaya çabalarken, sosyal demokrasinin ülkemizdeki temsilcisi olduğunu zannettiğimiz muhalefet partisi lideri, IŞİD'e karşı savaş açmaktan söz ediyor!
Rahmetli İsmet İnönü'yü hayırla nasıl yad eder bu arkadaşlarımız? Ülkeyi 2. Dünya Savaşı'na sokmama başarısını gösterdiği için... 3. Dünya Savaşı'nın Ortadoğu'dan patlak vermeyeceğinin garantisi mi vardır acaba ellerinde? Mesaj kirliliğinin vaad-güven ilişkisine zarar verdiği için 'bölen etkisi' yaptığını bilmiyorlar ve deneye yanıla başlarına gelenlerden dersler çıkarıp, öğrenmek de istemiyorlar. Bilmemek, bilmediğini bilmemek bizim siyasetçilerimiz için de geçerli bir özellik olmaya ne yazık ki devam ediyor.
Şu soruyu sık sık sorup duruyorum:
Bunlar kaç model sosyal demokrat? Siyasi iletişimde 'bilinmez'le gündem yaratılamayacağını öğrenebileceklerine dair en ufak olumlu bir işaret vermeyen bu demode sosyal demokratların neden iktidar olamadıklarının bir başka açıklamasını da bir 'iç ses' olarak dile getirelim:
Allah bu milleti koruyor da ondan.
'CHP'ye oy vereyim ama AK Parti kazansın' diyebilecek çok özel bir seçmene sahip olabilmek zaten başlıbaşına bir siyasi iletişim fenomeni değil de nedir? CHP, işte bu çok özel seçmenin halet-i ruhiyesindeki soru işaretlerinin net karşılığını içtenlikle veremediği sürece ne parti içindeki çok farklı görüşler arasında bir insicam sağlamayı başarabilecektir, ne de iktidar yolunda büyük adımlar atmayı. 2015 seçimleri de şimdiden kaybedilmiştir neredeyse...
'İletişim karartması kimin işine yarar?' başlığıyla Çarşamba günü yayımlanan yazımızda ortalıktaki toz dumanın, oluşturulmak istenen kaos ortamının önüne geçilebilmesi için meselenin normal günler gibi değil, 'kriz iletişimi' boyutunda yönetilmesi gerektiğini belirtmiş ve 'Belli aralıklarla disiplinli bir şekilde kamuoyunun sürekli bilgilendirilmesi ve kamu vicdanının rahatlatılması, endişelerin ortadan kaldırılması gerekmektedir' demiştik. Bugün de size çok basit bir formül verelim. Bu formül, 'Baba' (The Godfather) filminden... Don Corleone, oğlu Michael'a diyordu ki:
'Parayı takip et gerçeği bulursun!'
Bu bölgede para eşittir petrol ve enerji hatlarıdır. Görüldüğü gibi takip edilmesi gereken iz sanıldığından çok daha yalındır. Gerisini arif olan anlar mantığıyla okurumuzun firasetine bırakıyoruz.
Türk sineması kimin umurunda?
Cem Yılmaz'ın 'Pek Yakında' filmini ilk 3 günde 398 bin 864 kişi izlemiş diye yazılan haberin başlığı şöyleydi: 'Pek Yakında fena çakıldı.' Neden? Recep İvedik 4'ü ilk 3 günde 1 milyon 641 bin kişi izlemişmiş; bu nedenle Cem rekabette yaya kalmışmış...
Nuri Bilge Ceylan'ın 'Kış Uykusu' için ne yazmışlardı: '160 bin kişiyle rekor kırdı'. Çünkü ustanın bir önceki filmi daha az gişe yapmışmış... Sinema yazarlarımızın hali pür melali ortada...
Olmayan sinemamızın oldurulamayan haber mantığı da...
Olmayan sinemamızın bunalımdan bir türlü kurtulmak istemeyen filmlerinin bir numaralı destekleyicisi 'o unutulmaz' bazı sinema yazarlarımızın da Antalya Film Festivali'nde bu kez geçen yıllardaki 'dediğimiz dedik' ortamını bulamamış olduklarını sezinliyoruz.
Dünkü Yeni Şafak'taki tam sayfalık sinema bölümünde Suat Koçer'in 'Portakal değil sinema yara aldı' başlıklı yazısından anladığımıza göre bazı sinema yazarlarımız bu yılki Altın Portakal'ı neresinden tutar da orasından protesto edebilirim yarışına girmişler. İstifa haberleri, twitter'daki polemikler arasında bu protestoların ne kadarının haklı, ne kadarının da Antalya Büyükşehir Belediyesi'nin yeni yönetiminin dünya görüşüyle ilgili olduğunu kestirmek pek o kadar zor olmasa gerek.
Ben sinemamızın da kurtuluşu olarak değerlendirilebilecek ve aynı zamanda her iki dünya görüşünü de tatmin edebileceğini düşündüğüm önerimi bu vesileyle tekrarlayayım:
Uluslararası olma iddiası taşıyan festivallerimizde popüler sinemayla sanat sinemasını farklı kategorilerde yarıştıralım. Herkesin seyretmek isteyeceği, bazı sinema yazarlarının tu kaka dediği ticari filmlerle, ki Oscar bu kategoridedir; 'meraklısı'nın izleyeceği bunalım filmlerini aynı kaba koymanın ne alemi var? Herkesin ilgi odağında olan filmleri, bunalımcıların elinden kurtarmakta yarar var. Ya da tersi: San'at filmlerimizi 'meraklı'nın bakış açısıyla 'yaygın kalabalığın azgelişmiş beğenisi'nden kurtaralım.
Herkes kendi yoluna! Yolları açalım ki, sinemamız da kendine gelsin. Yoksa mevcut durumda 'Türk sineması kimin umurunda?' sorusunun yanıtını bulamayacağız.
Sayın Kılıçdaroğlu, yeni bir tezkere önerisi ortaya atmış ve demiş ki:
'Gelin askerimizin kara harekâtını Kobani'nin kurtarılması ve IŞİD'in buradan püskürtülmesi hedefiyle kısıtlayalım. Böyle bir tezkereyi Meclis'ten hemen, yeniden çıkaralım. Böylece halkımızın akrabalarını IŞİD gibi bir terör örgütünün öldürmesine izin vermeyelim'
Benzer lafları New York Times sayfalarında da arayan bulur. Örneğin 8 Eylül 2013'de Harvard Üniversitesi'nden Nawaf Obaid, 'İslam ülkeleri birleşip Suriye'ye girsin. Türkiye de mutlaka işin içinde olsun' demişti. Ne tuhaf rastlantıdır ki, New York Times ve Kılıçdaroğlu ile birlikte bir başkası da aynı tezi savundu: Türk dostu (!) Angela Merkel.
Ülke menfaati söz konusu olduğunda yabancılarla fikir birliği içindeki beyanatlara bu millet alışkındır. Yine de olup bitene herkes kendi penceresinden bakıp kendisince doğru bulduğu neyse ifade etmekten de elbette geri durmaz. Son sözü sandık söyler ve halkı ikna eden iktidarda kalır. Demokrasi ile savaş arasındaki bıçak sırtında yürünen, 'iletişim karartması' dediğimiz, at izi ile it izinin birbirine karıştığı böylesi dönemlerde kamu vicdanının sesini duymaya çalışmak en doğru yoldur. Bu sesi uzun zamandır dinlemekten kaçınan muhalefetin 'IŞİD'e karşı savaş' hedefiyle son keşfettiği 'çözüm önerisi'nin (!) bir siyasi iletişim intiharı olduğunu görmemek için kör olmak lazım...
Siyasi iletişimin alfabesini oluşturan 3C'nin (Creativity / Yaratıcılık, Consistency / Tutarlılık ve Continuity / Süreklilik) bu kadar rahatlıkla ıskalanıyor olmasına hayretler ederken şu soru sorulmaz olur mu hiç:
'Tezkereye hayır diyeli şunun şurasında kaç gün oldu ki?'
Ülke zor günlerin içinden geçmeye uğraşırken, diplomasi hassasiyetlerini bir an olsun ihmal etmeden size biçilmek istenen role direnip, 'savaş' sözcüğünün çağrıştırabileceği tüm melanetlerden uzakta kalmaya çabalarken, sosyal demokrasinin ülkemizdeki temsilcisi olduğunu zannettiğimiz muhalefet partisi lideri, IŞİD'e karşı savaş açmaktan söz ediyor!
Rahmetli İsmet İnönü'yü hayırla nasıl yad eder bu arkadaşlarımız? Ülkeyi 2. Dünya Savaşı'na sokmama başarısını gösterdiği için... 3. Dünya Savaşı'nın Ortadoğu'dan patlak vermeyeceğinin garantisi mi vardır acaba ellerinde? Mesaj kirliliğinin vaad-güven ilişkisine zarar verdiği için 'bölen etkisi' yaptığını bilmiyorlar ve deneye yanıla başlarına gelenlerden dersler çıkarıp, öğrenmek de istemiyorlar. Bilmemek, bilmediğini bilmemek bizim siyasetçilerimiz için de geçerli bir özellik olmaya ne yazık ki devam ediyor.
Şu soruyu sık sık sorup duruyorum:
Bunlar kaç model sosyal demokrat? Siyasi iletişimde 'bilinmez'le gündem yaratılamayacağını öğrenebileceklerine dair en ufak olumlu bir işaret vermeyen bu demode sosyal demokratların neden iktidar olamadıklarının bir başka açıklamasını da bir 'iç ses' olarak dile getirelim:
Allah bu milleti koruyor da ondan.
'CHP'ye oy vereyim ama AK Parti kazansın' diyebilecek çok özel bir seçmene sahip olabilmek zaten başlıbaşına bir siyasi iletişim fenomeni değil de nedir? CHP, işte bu çok özel seçmenin halet-i ruhiyesindeki soru işaretlerinin net karşılığını içtenlikle veremediği sürece ne parti içindeki çok farklı görüşler arasında bir insicam sağlamayı başarabilecektir, ne de iktidar yolunda büyük adımlar atmayı. 2015 seçimleri de şimdiden kaybedilmiştir neredeyse...
'İletişim karartması kimin işine yarar?' başlığıyla Çarşamba günü yayımlanan yazımızda ortalıktaki toz dumanın, oluşturulmak istenen kaos ortamının önüne geçilebilmesi için meselenin normal günler gibi değil, 'kriz iletişimi' boyutunda yönetilmesi gerektiğini belirtmiş ve 'Belli aralıklarla disiplinli bir şekilde kamuoyunun sürekli bilgilendirilmesi ve kamu vicdanının rahatlatılması, endişelerin ortadan kaldırılması gerekmektedir' demiştik. Bugün de size çok basit bir formül verelim. Bu formül, 'Baba' (The Godfather) filminden... Don Corleone, oğlu Michael'a diyordu ki:
'Parayı takip et gerçeği bulursun!'
Bu bölgede para eşittir petrol ve enerji hatlarıdır. Görüldüğü gibi takip edilmesi gereken iz sanıldığından çok daha yalındır. Gerisini arif olan anlar mantığıyla okurumuzun firasetine bırakıyoruz.
Türk sineması kimin umurunda?
Cem Yılmaz'ın 'Pek Yakında' filmini ilk 3 günde 398 bin 864 kişi izlemiş diye yazılan haberin başlığı şöyleydi: 'Pek Yakında fena çakıldı.' Neden? Recep İvedik 4'ü ilk 3 günde 1 milyon 641 bin kişi izlemişmiş; bu nedenle Cem rekabette yaya kalmışmış...
Nuri Bilge Ceylan'ın 'Kış Uykusu' için ne yazmışlardı: '160 bin kişiyle rekor kırdı'. Çünkü ustanın bir önceki filmi daha az gişe yapmışmış... Sinema yazarlarımızın hali pür melali ortada...
Olmayan sinemamızın oldurulamayan haber mantığı da...
Olmayan sinemamızın bunalımdan bir türlü kurtulmak istemeyen filmlerinin bir numaralı destekleyicisi 'o unutulmaz' bazı sinema yazarlarımızın da Antalya Film Festivali'nde bu kez geçen yıllardaki 'dediğimiz dedik' ortamını bulamamış olduklarını sezinliyoruz.
Dünkü Yeni Şafak'taki tam sayfalık sinema bölümünde Suat Koçer'in 'Portakal değil sinema yara aldı' başlıklı yazısından anladığımıza göre bazı sinema yazarlarımız bu yılki Altın Portakal'ı neresinden tutar da orasından protesto edebilirim yarışına girmişler. İstifa haberleri, twitter'daki polemikler arasında bu protestoların ne kadarının haklı, ne kadarının da Antalya Büyükşehir Belediyesi'nin yeni yönetiminin dünya görüşüyle ilgili olduğunu kestirmek pek o kadar zor olmasa gerek.
Ben sinemamızın da kurtuluşu olarak değerlendirilebilecek ve aynı zamanda her iki dünya görüşünü de tatmin edebileceğini düşündüğüm önerimi bu vesileyle tekrarlayayım:
Uluslararası olma iddiası taşıyan festivallerimizde popüler sinemayla sanat sinemasını farklı kategorilerde yarıştıralım. Herkesin seyretmek isteyeceği, bazı sinema yazarlarının tu kaka dediği ticari filmlerle, ki Oscar bu kategoridedir; 'meraklısı'nın izleyeceği bunalım filmlerini aynı kaba koymanın ne alemi var? Herkesin ilgi odağında olan filmleri, bunalımcıların elinden kurtarmakta yarar var. Ya da tersi: San'at filmlerimizi 'meraklı'nın bakış açısıyla 'yaygın kalabalığın azgelişmiş beğenisi'nden kurtaralım.
Herkes kendi yoluna! Yolları açalım ki, sinemamız da kendine gelsin. Yoksa mevcut durumda 'Türk sineması kimin umurunda?' sorusunun yanıtını bulamayacağız.