Paris'ten aklımızda kalan 5 şey
15.10.2013- Yeni Şafak Gazetesi
Bu yıl Paris'te düzenlenen (gelecek yıl Yeni Delhi'deymiş) iletişim danışmanlığı dünyasının en önemli zirvesi bitti ve biz Bayram'ı yakalamak için İstanbul'un yolunu tuttuk.
Zirvede tartışılan, iletişimin geleceğine ilişkin çok önemli ipuçlarının değerlendirildiği, insanın iletişim kültürünü zenginleştiren müthiş kazanımlar dışında bu son Paris 'iş seyahatinden' 5 şey kaldı aklımızda:
1. Kuyruklar… Saatler süren kuyruklar… Alabildiğine bürokrasi… İki lokma bir yemek için bir saat beklemece (Pizza Pino'da bizimkilerden hiç de farklı olmayan sıradan bir pizza için mesela)… Gelecek seneye randevu veren, Michelin yıldızlı yemek diye ufacık ufacık servis edilen lezzetler sunan garip restoranlardan bahsetmiyorum… Bildiğiniz ızgara etçi l'Entrecote kuyruğu mesela…
Sonra Eyfel'e giriş kuyruğu (1,5 saat), Eyfel'in 2'inci katından 3'üncü katına çıkma kuyruğu… Aynı yerlerden inme kuyruğu… Seine nehrinde 1 saatlik tekne turu (600 kişilik, üstü cam) kuyruğu (1 saat), Louvre kuruğu, Mona Lisa kuyruğu… Hava alında pasaport kontrol kuyruğu (1,5 saat… 8 kabinden 4'ü açık sadece), güvenlik kontrolü kuyruğu 45 dakika…
İstanbul'dan ondan bundan şikâyet edenleri, keşke bir iki saat Paris'e götürebilsek… Sadece bürokrasi zulmünü gösterip memleketin haline şükretmeleri için değil, biraz da, 'TOKİ zevksizliği' diye ifade edilen türden yapılanmalara (bazen haklı olarak) söylenenlerin, Paris'in bir gıdım dışına çıktıklarında ne tür bir sefaletle karşılaştıklarını görüp şaşırmalarını seyretmek için…
2. Markalar. Paris marka diye yıkılıyor… Çok fazla değil, iki tane iri kıyım caddeye toplanmışlar hepsi. İçleri Çinli ve Orta Doğulu turist kaynıyor. Alışveriş merkezlerinde değil cadde mağazacılığında (devasa mağazalarda) yapılandırılmış bu iş. Ve nasıl paralar yatırmışlar markaları marka yapmaya… Ne paralar ödeniyor 'Paris markalarına'… Sadece tekstil markaları değil, restoran markaları, şarap markaları, semt markaları, mekân markaları, sanatçı markaları…
3. Değerler. Paris geçmişine, tarihi bizimkinden çok da fazla eski olmamasına rağmen hep sahip çıkmış. Milli kültür konusunda en ufak bir tartışma yok… Sanatçı ve edebiyatçılarıyla yüzde yüz mutabıklar!... Her yerde onların isimleri…
Bir an düşündüm, bizde durum nasıl diye… Üzücü… Onun ismini koysalar berikiler söylenir, berikinin ismini bir sokağa, meydana versek öteki çemkirir… Paraların üstüne resim koyarken bile birbirimizi yedik…Paris'te ahde vefa, sadakate değer, geçmişe saygı neymiş görüyor insan… Bizi gezdiren arkadaşa Victor Hugo'nun evini ve her zaman gittiği Café'sini ziyaret ettikten sonra biraz da saygı sınırlarını zorlayarak demişim ki: 'Böyle bir atmosferde entelektüel, daha doğrusu 'adam' olmamak için 'eşek' olmak lazım...'
4. Café'ler… 15 bin tane varmış… Ama bazıları farklı… Les Deux Magots gibi mesela. Ya da Café de Fleur gibi… Ustaların sık sık gelip oturdukları koltukların sırtlarında adları var. Ben Hemingway'in 'yerine' oturdum mesela. J.P. Sartre ile Simone de Beuvoire, Picasso ve daha pek çokları hâlâ oradalar… Benzer bir İstanbul gezisi yapsak kimlerin kalıcı izleriyle karşılaşırız, diye aklımdan geçirdim ve dönüşte ciddiyetle aramaya karar verdim…Yahya Kemal'in mekan edindiği Park Hotel'i yıktık mesela… Yazısıyla beraber mekânı Bebek Oteli satın almıştı. Bir ara orada gördüm. Sonra oradan da yok olmuş. Ancak mutlaka Pera Palas gibi, Üsküdar, Fatih, Eyüp Sultan gibi geçmişin düşünce, edebiyat, sanat dünyasının ustalarının izlerini, değerlerini bulabileceğimiz mekânlar vardır. Bir de mutabakat sağlayabilsek. Sonra ver elini 'İstanbul Markası'…
5. Sahaflar… Bizimkiler yaşama mücadelesi veriyor… Paris, Sahaflarını sonuna kadar destekliyor. Fransızca bilmeye gerek yok. Dolaşın oralarda. Kokularını alın yeter… Bir şehir, markasına nasıl sahip çıkıyor hissedin…
Bir de Bayramı hissedin tabii. Biz İstanbul'un tadını çıkarıyoruz bu Bayram… Mübarek Kurban Bayramınızı tebrik ediyorum…
Bayramdan bayrama iletişim stratejisi olmaz
'Ben 123 yaşındayım. Hepinizden çok yaşadım. Hepinizden çok bayram gördüm. Her şey geçip gider, geriye bir tek ailen kalır. Ailen yanındaysa zaten bayramdır.'
'Ayrılık' şarkısının duygusal melodisi eşliğinde, nur yüzlü ihtiyarımız duygu dünyalarımızın merkezine bu sözlerle okunu atıveriyor. Rahmetli Mehmet Dede, Ramazan Bayramı'nda da ekranlardan evimize, ailemize girmiş, ayrılık yaşayanları da, beraber olanları da hüzünlendirmişti.
Mehmet Dede, 'Dünyanın en yaşlı insanlarından biri' olarak Ağustos ayında ruhunu teslim ettiğinde 12 çocuk ve 65 torun sahibiymiş... 'Yaşanmışlık' duygusu, sahiciliğin baştan garantisi zaten... Ağustos ayında 124 yaşındayken vefat eden rahmetli Mehmet Dede (Mehmet Tatar), o muhteşem yeşilliğiyle Kahramanmaraş beldesini arkasına alan görüntüsüyle yine içimizi ısıtmaya devam ediyor. Yine bayram vesilesiyle...
'Bayramlar aileyle güzel geçer. Bayram demek, aile demektir' mesajını veren Kent Şeker ve Çikolata, 'kültür ve değerler' bahsinde 'damardan etki'yi keşfedeli epeyce oldu. Bu alanda liderliği açık ara elde etmiş görünse de, 'Bayramdan Bayrama' diye tanımlayacağımız bu iletişim stratejisi ile sadece bu özel günlerde hatırlanma riskini de herhalde göze almayacaktır.
Umuyoruz ki Kent'çiler, 'Bayram Demek Aile Demek, filmimizle nasılsa bu yıl TV dalında Kristal Elma Ödülü de aldık. Bayramların en güzel ve çok konuşulan reklamlarından biriyiz' diyerek, kendilerini tekrar hatırlatmak için bir sonraki bayramı beklemeyeceklerdir.
Bayramdan bayrama iletişim mi, 'Sürekli (Permanent) iletişim' mi?
Tercih onların... Biz hatırlatalım da...
Bu yıl Paris'te düzenlenen (gelecek yıl Yeni Delhi'deymiş) iletişim danışmanlığı dünyasının en önemli zirvesi bitti ve biz Bayram'ı yakalamak için İstanbul'un yolunu tuttuk.
Zirvede tartışılan, iletişimin geleceğine ilişkin çok önemli ipuçlarının değerlendirildiği, insanın iletişim kültürünü zenginleştiren müthiş kazanımlar dışında bu son Paris 'iş seyahatinden' 5 şey kaldı aklımızda:
1. Kuyruklar… Saatler süren kuyruklar… Alabildiğine bürokrasi… İki lokma bir yemek için bir saat beklemece (Pizza Pino'da bizimkilerden hiç de farklı olmayan sıradan bir pizza için mesela)… Gelecek seneye randevu veren, Michelin yıldızlı yemek diye ufacık ufacık servis edilen lezzetler sunan garip restoranlardan bahsetmiyorum… Bildiğiniz ızgara etçi l'Entrecote kuyruğu mesela…
Sonra Eyfel'e giriş kuyruğu (1,5 saat), Eyfel'in 2'inci katından 3'üncü katına çıkma kuyruğu… Aynı yerlerden inme kuyruğu… Seine nehrinde 1 saatlik tekne turu (600 kişilik, üstü cam) kuyruğu (1 saat), Louvre kuruğu, Mona Lisa kuyruğu… Hava alında pasaport kontrol kuyruğu (1,5 saat… 8 kabinden 4'ü açık sadece), güvenlik kontrolü kuyruğu 45 dakika…
İstanbul'dan ondan bundan şikâyet edenleri, keşke bir iki saat Paris'e götürebilsek… Sadece bürokrasi zulmünü gösterip memleketin haline şükretmeleri için değil, biraz da, 'TOKİ zevksizliği' diye ifade edilen türden yapılanmalara (bazen haklı olarak) söylenenlerin, Paris'in bir gıdım dışına çıktıklarında ne tür bir sefaletle karşılaştıklarını görüp şaşırmalarını seyretmek için…
2. Markalar. Paris marka diye yıkılıyor… Çok fazla değil, iki tane iri kıyım caddeye toplanmışlar hepsi. İçleri Çinli ve Orta Doğulu turist kaynıyor. Alışveriş merkezlerinde değil cadde mağazacılığında (devasa mağazalarda) yapılandırılmış bu iş. Ve nasıl paralar yatırmışlar markaları marka yapmaya… Ne paralar ödeniyor 'Paris markalarına'… Sadece tekstil markaları değil, restoran markaları, şarap markaları, semt markaları, mekân markaları, sanatçı markaları…
3. Değerler. Paris geçmişine, tarihi bizimkinden çok da fazla eski olmamasına rağmen hep sahip çıkmış. Milli kültür konusunda en ufak bir tartışma yok… Sanatçı ve edebiyatçılarıyla yüzde yüz mutabıklar!... Her yerde onların isimleri…
Bir an düşündüm, bizde durum nasıl diye… Üzücü… Onun ismini koysalar berikiler söylenir, berikinin ismini bir sokağa, meydana versek öteki çemkirir… Paraların üstüne resim koyarken bile birbirimizi yedik…Paris'te ahde vefa, sadakate değer, geçmişe saygı neymiş görüyor insan… Bizi gezdiren arkadaşa Victor Hugo'nun evini ve her zaman gittiği Café'sini ziyaret ettikten sonra biraz da saygı sınırlarını zorlayarak demişim ki: 'Böyle bir atmosferde entelektüel, daha doğrusu 'adam' olmamak için 'eşek' olmak lazım...'
4. Café'ler… 15 bin tane varmış… Ama bazıları farklı… Les Deux Magots gibi mesela. Ya da Café de Fleur gibi… Ustaların sık sık gelip oturdukları koltukların sırtlarında adları var. Ben Hemingway'in 'yerine' oturdum mesela. J.P. Sartre ile Simone de Beuvoire, Picasso ve daha pek çokları hâlâ oradalar… Benzer bir İstanbul gezisi yapsak kimlerin kalıcı izleriyle karşılaşırız, diye aklımdan geçirdim ve dönüşte ciddiyetle aramaya karar verdim…Yahya Kemal'in mekan edindiği Park Hotel'i yıktık mesela… Yazısıyla beraber mekânı Bebek Oteli satın almıştı. Bir ara orada gördüm. Sonra oradan da yok olmuş. Ancak mutlaka Pera Palas gibi, Üsküdar, Fatih, Eyüp Sultan gibi geçmişin düşünce, edebiyat, sanat dünyasının ustalarının izlerini, değerlerini bulabileceğimiz mekânlar vardır. Bir de mutabakat sağlayabilsek. Sonra ver elini 'İstanbul Markası'…
5. Sahaflar… Bizimkiler yaşama mücadelesi veriyor… Paris, Sahaflarını sonuna kadar destekliyor. Fransızca bilmeye gerek yok. Dolaşın oralarda. Kokularını alın yeter… Bir şehir, markasına nasıl sahip çıkıyor hissedin…
Bir de Bayramı hissedin tabii. Biz İstanbul'un tadını çıkarıyoruz bu Bayram… Mübarek Kurban Bayramınızı tebrik ediyorum…
Bayramdan bayrama iletişim stratejisi olmaz
'Ben 123 yaşındayım. Hepinizden çok yaşadım. Hepinizden çok bayram gördüm. Her şey geçip gider, geriye bir tek ailen kalır. Ailen yanındaysa zaten bayramdır.'
'Ayrılık' şarkısının duygusal melodisi eşliğinde, nur yüzlü ihtiyarımız duygu dünyalarımızın merkezine bu sözlerle okunu atıveriyor. Rahmetli Mehmet Dede, Ramazan Bayramı'nda da ekranlardan evimize, ailemize girmiş, ayrılık yaşayanları da, beraber olanları da hüzünlendirmişti.
Mehmet Dede, 'Dünyanın en yaşlı insanlarından biri' olarak Ağustos ayında ruhunu teslim ettiğinde 12 çocuk ve 65 torun sahibiymiş... 'Yaşanmışlık' duygusu, sahiciliğin baştan garantisi zaten... Ağustos ayında 124 yaşındayken vefat eden rahmetli Mehmet Dede (Mehmet Tatar), o muhteşem yeşilliğiyle Kahramanmaraş beldesini arkasına alan görüntüsüyle yine içimizi ısıtmaya devam ediyor. Yine bayram vesilesiyle...
'Bayramlar aileyle güzel geçer. Bayram demek, aile demektir' mesajını veren Kent Şeker ve Çikolata, 'kültür ve değerler' bahsinde 'damardan etki'yi keşfedeli epeyce oldu. Bu alanda liderliği açık ara elde etmiş görünse de, 'Bayramdan Bayrama' diye tanımlayacağımız bu iletişim stratejisi ile sadece bu özel günlerde hatırlanma riskini de herhalde göze almayacaktır.
Umuyoruz ki Kent'çiler, 'Bayram Demek Aile Demek, filmimizle nasılsa bu yıl TV dalında Kristal Elma Ödülü de aldık. Bayramların en güzel ve çok konuşulan reklamlarından biriyiz' diyerek, kendilerini tekrar hatırlatmak için bir sonraki bayramı beklemeyeceklerdir.
Bayramdan bayrama iletişim mi, 'Sürekli (Permanent) iletişim' mi?
Tercih onların... Biz hatırlatalım da...