PR ve reklam STK'ları neredesiniz?.
02 aĞUSTOS 2014 YENİ ŞAFAK
Manisa'nın CHP miletvekili Özgür Özel Bey şu 'iletişim yönetimi' meselesini anlamamakta ısrar edenlerden. (Bu konuda yalnız sayılmaz elbette.) Soma krizini, üzerine düşen payıyla başarılı sayılabilecek düzeyde yönetmiş olan Enerji Bakanı Taner Yıldız'ı eleştirirken demiş ki:
'PR çalışması yaptı!'
Yani sayın vekil PR'ı sadece aşağılamakla kalmıyor, aynı zamanda Yıldız'ı PR yaptığı için eleştiriyor ve de suçluyor... Bu yeni bir şey değil. Ekmel Bey dahil, AK Parti'nin siyasi iletişim başarıları karşısında CHP'nin algılanma ve ikna sorunlarına bahane arayan neredeyse her CHP'li yöneticinin (belki Hurşit Güneş hoca hariç) PR ve reklamı aşağılamasına ('Reklam kokan hareketler bunlar!') alışığız ve onları anlıyoruz. Seçim yenilgilerinden sonra başarısızlıklarının nedenlerini nedense hep kendilerinin dışında ararlar...
Asıl anlayamadığımız, PR ve reklamın aylardır bu kadar aşağılanması karşısında kafayı kuma gömüp seslerini çıkarmayan 82 İletişim Fakültesi yöneticisi ve hocalarıyla PR ve reklam sektöründe ekmek yiyen binlerce insanı temsil ettiğini iddia eden meslek kuruluşları yöneticileridir.
Sükût ikrardan gelirmiş. Demek ki, onlar da yaptıkları ikna süreçlerini yönetme ve bunu öğretme işinin 'kötü' olduğunu düşünüyor; işlerine yeterince inanmayıp saygı duymuyor ve onu sahiplenmiyorlar. Bu tür akıl yürütmelere pek katılmasam da Aristo mantığı, bu sonucu çıkarır...
Fatih Akın neden Visconti olamaz?
1915 Hüzün Yılı'nda hayli tartışılacağı varsayılan 'The Cut' adlı filmi nedeniyle Salı günkü yazımızda kulaklarını çınlattığımız yönetmen Fatih Akın, Hamburg Film Festivali'nde 'Douglas-Sirk Ödülü'ne layık görülmüş. (Douglas-Sirk, 1897–1987 arasında yaşamış, bir dolu aşk filmine imzasını atmış, Hamburg doğumlu bir yönetmendir.)
Hayata dair 'Anlamlayan pratikler' diyebileceğimiz birbirine sarmalanmış görünmez halatlardan oluşan, uzayıp giden bir 'yaşam örgüsü ve görgüsü' içinden bakarak, tamamen 'öncekiler' üzerine bina edilerek doğrulanan gözlemlerle 'seyretmediğimiz bir film' hakkında ahkâm kesip duruyoruz. Yanılmayı da çok isteyerek... Hıristiyan Batı'nın bizim içimizden sivrilen yeteneklere hangi niyetlerle yaklaştığı gerçeğini tümüyle devre dışı bırakanların beni anlamasını elbette beklemiyorum.
Fatih Akın da Hıristiyan Batı'nın 'eğlence endüstrisi' ve popüler kültür alanında elbette yakın markaj takip ettiği yeteneklerden biri. 1915 Hüzün Yılı'na dair bir PR seferberliği söz konusuysa ve Fatih Akın da –ne büyük bir tesadüf!-le bu konuda bir film yapıyorsa sizin aklınızdan neler geçerdi?
Salı günü ve daha önce de 10 Haziran'da da bu meseleyi etraflıca yazdım. Bu yazıda ise son ödül vesilesiyle, anlamını daha çok üstad Cemil Meriç'in tefekkür dünyasında yerli yerine oturtulmuş olan 'aydın vasıfları'ndan yola çıkan bir değerlendirmeyle meseleyi şimdilik (Örneğin The Cut'ın alacağı yeni ödüllere kadar) noktalamak istiyorum. Önce güncele dönelim:
Hamburg doğumlu yönetmenin aldığı yeni ödül vesilesiyle Festival Yöneticisi Albert Wiederspiegel'in söylediklerine bakalım:
'Akın, hem Türkiye'de hem de Almanya'da yaşayan bir nesil film yapımcısı için örnektir. Akın, sadece Türkiye kökenli Almanlar için örnek değildir; bunlar adeta kendilerine özel bir ekol oluşturmuşlardır. (...) Akın, Hamburg'un sinemanın dünya haritasında yer almasını sağlıyor.'
Nasıl bir ekolden söz edildiğini anlayabiliyoruz... 'The Cut' örneğinde olduğu gibi çok sayıda Batılı ülkeden yapımcı desteği sağlayabilen yönetmenlerin ekolü.
Douglas-Sirk ve yıllar sonra Fatih Akın...
Bu iki yönetmenin Hamburg'un 'Sürdürülebilir bir dünya markası' olması konusunda iki büyük isim olarak düşünülüyor olmasından, İstanbul markasının dünyaya tanıtılması için kafa yoranlardan biri olarak onur duymamız elbette söz konusu bile olamaz. Ayrıca, ''Türkiye sahip çıksaydı!' muhabbeti üzerinden Hıristiyan Batı'ya prim sağlanamayacağını bilerek, bu türden meselelerde ezbere konuşmamak gerektiğini hatırlatmakla yetinelim.
Diğer yandan denilebilir ki, Fatih Akın, İstanbul için de, değişik müzik kültürlerinden yola çıkan İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek (Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul) belgesel filmini çekmedi mi? Çekti. Adındaki 'çiğnenmiş sakız' nedeniyle rahatsız edici bulduğumuz 'Köprü'yü hariç tutarsak hoş da bir belgeseldi.
Hıristiyan Batı'nın 'sürdürülebilirlik' konseptlerine hizmet eden iletişimcilerin '1915 Hüzün Yılı' için yapılacak PR çalışmalarında Fatih Akın'a göz dikmelerini 'anlayabiliriz' ancak baktığımız noktadan 'katılmamız' elbette mümkün olamaz. Neden mümkün olamayacağını, başlığımızda bir iddia olarak ortaya attığımız soruya da açıklık getirmesi arzusuyla anlatmaya çalışalım:
Bazı filmlerin defalarca izlenme isteği oluşturması gibi, bazı kitaplar da sanki döne döne okunsun diye yazılmış gibidirler. Cemil Meriç'in 'Bu Ülke'si gibi. Konumuz vesilesiyle meraklılarıyla birlikte satırlar arasında üstadla birlikte dönelim:
'Türk düşünce tarihi, ülkesiyle göbek bağını koparan bir entelijansiyanın dramı.' (S: 108)
'Avrupa'yı tanımak gaflet; Avrupa'yı tanıyan ülkesinden kopuyor. Bu lanet çemberinden nasıl kurtulacağız.' (S: 49)
'İslamiyet halk tabakalarının kültürüdür. Bu, sözde dünyevi kültür ise aydınların dini...' (S. 140)
'İnsan kucağında yaşadığı toplumundan sıyrılamaz, sıyrılırsa okunmaz, anlaşılmaz. (S: 108)
'Düşünce adamı bir zümrenin emir kulu değildir. Hiçbir merkezden talimat almaz... Ama tarihe angajedir; kucağında yaşadığı topluma angajedir... Bir devrin şuuru olmak zorundadır o. Başta vazifesi, bütün hakikatleri yoklamak, bütün yalanların maskesini yırtmak, kalabalığa doğruyu göstermek...' (S: 51)
Cemil Meriç'in yukarıdaki son alıntıda sözünü ettiği aydın tipinin mükemmel örneklerini dünya sineması içinde buluyoruz. Örneğin Akira Kurosawa Japonya'dan, Visconti ya da Fellini İtalya'dan, Tarkovski Rusya'dan, Angelopoulos da Yunanistan'dan dünyaya bakar.
Visconti filmlerinin 'baştan aşağı' İtalyan kültür ve değerlerinin içinden özenle geçmiş, tamamen yönetmenlerine özgü bir özle yoğrulduğu konusunda kimin ciddi bir itirazı olabilir ki? Sinema alanındaki derinliğin bir ülkenin kültür birikimine sırtını vermesiyle direkt bağını görebilmek için Avrupa gözlüğünü takmamız gerekmiyor.
Fatih Akın ise çok doğal olarak kendi içinde yetiştiği farklı toplumlardan ve elbette daha çok Avrupa semalarının altından dünyaya bakıyor. Bu 'çift toplum' ve 'çift değerlilik'tir ki, kendisini içinden çıktığı ülkenin kültür ve değerlerini büyüteçle gözlemlemiş bir Visconti ölçeklerine taşımaya engeldir. (Bu tespit, Akın'ı azımsamak olarak yorumlanırsa, kendimizi iyi ifade edememişiz demektir. Sözünü ettiğimiz yönetmenler, tüm zamanlar içinden sınanarak ve kabul görerek sözcüğün tam anlamıyla 'yıldız' oldular. Kendi göklerinde tek yıldız...)
'The Cut' filminin baş Ermeni karakteri olan Tatar Rahim'in canlandırdığı Nazaret'in öyküsünü algılarını kuşatan bu 'çift değerlilik'ten kendisini koruyarak anlatması mümkün müdür?
Fatih Akın'ın Agos'tan Evrim Kaya'ya verdiği röportajda 'Soykırım filmi' ifadesine karşı çıkmasını, 'Türk toplumu bu filme hazır' beyanını ve senaryo yazımında birlikte çalıştığı senarist Mardik Martin'den bahisle 'Senaryoyu olumlu anlamda daha Amerikalı yaptı' demesini bu çift değerliliğin doğal yansımaları olarak 'okumak' mümkün.
Visconti tamamen İtalyan'ın derunundan dünyaya baktığı için orijinaldi ve tamamen bu derinliği nedeniyle zamanlara direnerek 'klasik' kaldı. Tıpkı Tarkovski gibi. Tıpkı az sayıdaki diğer benzer meslektaşları gibi...
'PR çalışması yaptı!'
Yani sayın vekil PR'ı sadece aşağılamakla kalmıyor, aynı zamanda Yıldız'ı PR yaptığı için eleştiriyor ve de suçluyor... Bu yeni bir şey değil. Ekmel Bey dahil, AK Parti'nin siyasi iletişim başarıları karşısında CHP'nin algılanma ve ikna sorunlarına bahane arayan neredeyse her CHP'li yöneticinin (belki Hurşit Güneş hoca hariç) PR ve reklamı aşağılamasına ('Reklam kokan hareketler bunlar!') alışığız ve onları anlıyoruz. Seçim yenilgilerinden sonra başarısızlıklarının nedenlerini nedense hep kendilerinin dışında ararlar...
Asıl anlayamadığımız, PR ve reklamın aylardır bu kadar aşağılanması karşısında kafayı kuma gömüp seslerini çıkarmayan 82 İletişim Fakültesi yöneticisi ve hocalarıyla PR ve reklam sektöründe ekmek yiyen binlerce insanı temsil ettiğini iddia eden meslek kuruluşları yöneticileridir.
Sükût ikrardan gelirmiş. Demek ki, onlar da yaptıkları ikna süreçlerini yönetme ve bunu öğretme işinin 'kötü' olduğunu düşünüyor; işlerine yeterince inanmayıp saygı duymuyor ve onu sahiplenmiyorlar. Bu tür akıl yürütmelere pek katılmasam da Aristo mantığı, bu sonucu çıkarır...
Fatih Akın neden Visconti olamaz?
1915 Hüzün Yılı'nda hayli tartışılacağı varsayılan 'The Cut' adlı filmi nedeniyle Salı günkü yazımızda kulaklarını çınlattığımız yönetmen Fatih Akın, Hamburg Film Festivali'nde 'Douglas-Sirk Ödülü'ne layık görülmüş. (Douglas-Sirk, 1897–1987 arasında yaşamış, bir dolu aşk filmine imzasını atmış, Hamburg doğumlu bir yönetmendir.)
Hayata dair 'Anlamlayan pratikler' diyebileceğimiz birbirine sarmalanmış görünmez halatlardan oluşan, uzayıp giden bir 'yaşam örgüsü ve görgüsü' içinden bakarak, tamamen 'öncekiler' üzerine bina edilerek doğrulanan gözlemlerle 'seyretmediğimiz bir film' hakkında ahkâm kesip duruyoruz. Yanılmayı da çok isteyerek... Hıristiyan Batı'nın bizim içimizden sivrilen yeteneklere hangi niyetlerle yaklaştığı gerçeğini tümüyle devre dışı bırakanların beni anlamasını elbette beklemiyorum.
Fatih Akın da Hıristiyan Batı'nın 'eğlence endüstrisi' ve popüler kültür alanında elbette yakın markaj takip ettiği yeteneklerden biri. 1915 Hüzün Yılı'na dair bir PR seferberliği söz konusuysa ve Fatih Akın da –ne büyük bir tesadüf!-le bu konuda bir film yapıyorsa sizin aklınızdan neler geçerdi?
Salı günü ve daha önce de 10 Haziran'da da bu meseleyi etraflıca yazdım. Bu yazıda ise son ödül vesilesiyle, anlamını daha çok üstad Cemil Meriç'in tefekkür dünyasında yerli yerine oturtulmuş olan 'aydın vasıfları'ndan yola çıkan bir değerlendirmeyle meseleyi şimdilik (Örneğin The Cut'ın alacağı yeni ödüllere kadar) noktalamak istiyorum. Önce güncele dönelim:
Hamburg doğumlu yönetmenin aldığı yeni ödül vesilesiyle Festival Yöneticisi Albert Wiederspiegel'in söylediklerine bakalım:
'Akın, hem Türkiye'de hem de Almanya'da yaşayan bir nesil film yapımcısı için örnektir. Akın, sadece Türkiye kökenli Almanlar için örnek değildir; bunlar adeta kendilerine özel bir ekol oluşturmuşlardır. (...) Akın, Hamburg'un sinemanın dünya haritasında yer almasını sağlıyor.'
Nasıl bir ekolden söz edildiğini anlayabiliyoruz... 'The Cut' örneğinde olduğu gibi çok sayıda Batılı ülkeden yapımcı desteği sağlayabilen yönetmenlerin ekolü.
Douglas-Sirk ve yıllar sonra Fatih Akın...
Bu iki yönetmenin Hamburg'un 'Sürdürülebilir bir dünya markası' olması konusunda iki büyük isim olarak düşünülüyor olmasından, İstanbul markasının dünyaya tanıtılması için kafa yoranlardan biri olarak onur duymamız elbette söz konusu bile olamaz. Ayrıca, ''Türkiye sahip çıksaydı!' muhabbeti üzerinden Hıristiyan Batı'ya prim sağlanamayacağını bilerek, bu türden meselelerde ezbere konuşmamak gerektiğini hatırlatmakla yetinelim.
Diğer yandan denilebilir ki, Fatih Akın, İstanbul için de, değişik müzik kültürlerinden yola çıkan İstanbul Hatırası: Köprüyü Geçmek (Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul) belgesel filmini çekmedi mi? Çekti. Adındaki 'çiğnenmiş sakız' nedeniyle rahatsız edici bulduğumuz 'Köprü'yü hariç tutarsak hoş da bir belgeseldi.
Hıristiyan Batı'nın 'sürdürülebilirlik' konseptlerine hizmet eden iletişimcilerin '1915 Hüzün Yılı' için yapılacak PR çalışmalarında Fatih Akın'a göz dikmelerini 'anlayabiliriz' ancak baktığımız noktadan 'katılmamız' elbette mümkün olamaz. Neden mümkün olamayacağını, başlığımızda bir iddia olarak ortaya attığımız soruya da açıklık getirmesi arzusuyla anlatmaya çalışalım:
Bazı filmlerin defalarca izlenme isteği oluşturması gibi, bazı kitaplar da sanki döne döne okunsun diye yazılmış gibidirler. Cemil Meriç'in 'Bu Ülke'si gibi. Konumuz vesilesiyle meraklılarıyla birlikte satırlar arasında üstadla birlikte dönelim:
'Türk düşünce tarihi, ülkesiyle göbek bağını koparan bir entelijansiyanın dramı.' (S: 108)
'Avrupa'yı tanımak gaflet; Avrupa'yı tanıyan ülkesinden kopuyor. Bu lanet çemberinden nasıl kurtulacağız.' (S: 49)
'İslamiyet halk tabakalarının kültürüdür. Bu, sözde dünyevi kültür ise aydınların dini...' (S. 140)
'İnsan kucağında yaşadığı toplumundan sıyrılamaz, sıyrılırsa okunmaz, anlaşılmaz. (S: 108)
'Düşünce adamı bir zümrenin emir kulu değildir. Hiçbir merkezden talimat almaz... Ama tarihe angajedir; kucağında yaşadığı topluma angajedir... Bir devrin şuuru olmak zorundadır o. Başta vazifesi, bütün hakikatleri yoklamak, bütün yalanların maskesini yırtmak, kalabalığa doğruyu göstermek...' (S: 51)
Cemil Meriç'in yukarıdaki son alıntıda sözünü ettiği aydın tipinin mükemmel örneklerini dünya sineması içinde buluyoruz. Örneğin Akira Kurosawa Japonya'dan, Visconti ya da Fellini İtalya'dan, Tarkovski Rusya'dan, Angelopoulos da Yunanistan'dan dünyaya bakar.
Visconti filmlerinin 'baştan aşağı' İtalyan kültür ve değerlerinin içinden özenle geçmiş, tamamen yönetmenlerine özgü bir özle yoğrulduğu konusunda kimin ciddi bir itirazı olabilir ki? Sinema alanındaki derinliğin bir ülkenin kültür birikimine sırtını vermesiyle direkt bağını görebilmek için Avrupa gözlüğünü takmamız gerekmiyor.
Fatih Akın ise çok doğal olarak kendi içinde yetiştiği farklı toplumlardan ve elbette daha çok Avrupa semalarının altından dünyaya bakıyor. Bu 'çift toplum' ve 'çift değerlilik'tir ki, kendisini içinden çıktığı ülkenin kültür ve değerlerini büyüteçle gözlemlemiş bir Visconti ölçeklerine taşımaya engeldir. (Bu tespit, Akın'ı azımsamak olarak yorumlanırsa, kendimizi iyi ifade edememişiz demektir. Sözünü ettiğimiz yönetmenler, tüm zamanlar içinden sınanarak ve kabul görerek sözcüğün tam anlamıyla 'yıldız' oldular. Kendi göklerinde tek yıldız...)
'The Cut' filminin baş Ermeni karakteri olan Tatar Rahim'in canlandırdığı Nazaret'in öyküsünü algılarını kuşatan bu 'çift değerlilik'ten kendisini koruyarak anlatması mümkün müdür?
Fatih Akın'ın Agos'tan Evrim Kaya'ya verdiği röportajda 'Soykırım filmi' ifadesine karşı çıkmasını, 'Türk toplumu bu filme hazır' beyanını ve senaryo yazımında birlikte çalıştığı senarist Mardik Martin'den bahisle 'Senaryoyu olumlu anlamda daha Amerikalı yaptı' demesini bu çift değerliliğin doğal yansımaları olarak 'okumak' mümkün.
Visconti tamamen İtalyan'ın derunundan dünyaya baktığı için orijinaldi ve tamamen bu derinliği nedeniyle zamanlara direnerek 'klasik' kaldı. Tıpkı Tarkovski gibi. Tıpkı az sayıdaki diğer benzer meslektaşları gibi...