Rektörler sazı eline almalı
11 OCAK 2004
İki güzide üniversitemizde kriz var. Galatasaray ve Boğaziçi Üniversiteleri hiç de hak etmedikleri bir itibar kaybı sürecinin içine girdiler. Belki de üniversite yönetimlerinin durumu yeterince ciddiye almamaları yüzünden. Belki de itibar kaybının ne kadar kolay gerçekleşebileceği konusunda yeterince bilgileri olmadığından...
Hani itibar için, tel üzerindeki kuş gibidir, derler. Elini çırptın mı gider. Bir daha onu getirip aynı yere kolay kolay konduramazsın.
Önce iki olayı hatırlayalım. Galatasaray Üniversitesi’nden Gönül Dicle İpekçi Hanım kendisine bir yan gelir sağlamak amacıyla pek de legal olduğu iddia edilemeyecek işlere kalkışır. İş adamlarına sosyal hizmet sunmak amacıyla(!) bir tür çöpçatanlığa başlar.
Buna halk içinde her ne kadar ‘kadın satışı’ ‘P....’lik gibi deyimlerle yaklaşılsa da, gelişmiş(!) ülkelerde bu işin resmi adı ‘match-making’ dir... Gönül Hanım ortadan yok olmuş bir fotoğraf makinesini bulmak için illegallik dozu biraz daha yüksek işlere kalkışınca çömlek patlar. Sabıka kayıtları hayli kabarık insanlardan oluşturduğu bir ekip, bu iş için manken Y.T.’yi kaçırır, bu arada da kıza tecavüz ederler...
İkinci olay Boğaziçi Üniversitesi’nden. Yabancı manken Noella bu güzide üniversitemizde Poitika Bilimi Eğitimi almaktadır. Geçenlerde Türkiye’nin en şık dergilerinden Esquire’da son derece çekici fotoğrafları yayınlanır. Sonradan fotoğrafları aynı üniversitede asistanlık yapan Cem Taluğ Bey tarafından çekilmiş olduğu anlaşılır. En güzel açıklamayı da Noella Hanım yapar: “Cem Bey’i okuldan tanırım. Benim için bir sorun yok!”
Bizim için de bir sorun yok... Ama kamu vicdanı için ne yazık ki var.
Bir olayın kriz olup olmadığını anlamak için hasar tespiti yapılır. Bu da araştırma ile olur. Sorarsın, itibarımı ne kadar etkiledi. Herhangi olumsuz etki yoksa susarsın. Yok ciddi bir itibar kaybı söz konusu ise o zaman ciddi bir kriz iletişimi yapman gerekir.
Şu ana kadar rektörlerden tık yok. Öğrencilere de bir açıklama yapılmamış. Oysa üniversitelerimizin sadece birer ilim yuvası değil aynı zamanda birer irfan yuvası olduğunu anlatmanın tam fırsatı.
Haydi değerli rektörler. Henüz vakit çok geç değil. Devekuşu sendromunu bir kenara bırakın. Sazı elinize alın! Mezunlarınızı 10 yıl sonra bile izleyebilecek olan bir itibar kaybına izin vermeyin. Eğitim kurumlarınızın değerlerini anlatın ve bu tekil olayları nasıl değerlendirdiğinizi belirtin. Cem Taluğ Bey “Ayrıntılı bilgi almak isteyen rektörlüğe başvursun!” diyormuş. Sanki fotoğrafları rektörlük çektirmiş gibi. Duygu Hanımın işine son verilip verilmediği bilinmiyor. Öğretim görevliniz haksız yere suçlanıyor ve onlara sahip çıkmak istiyorsanız da, çıkın bunu bile aslanlar gibi söyleyebilirsiniz...
Yeter ki susmayın...
Anadolu’nun sönmeyen Ateş’i (FOTOĞRAFI VAR)
Lütfi Kırdar’da çok etkinlik izledim. Bu kadar heyecanlandığımı hatırlamıyorum. Sadece ben değil, tüm salon duygu seli olmuş akıyordu sanki. Anadolu Ateşi’nin geliştirilmiş gösterisi, genişletilmiş kadrosu, gerçek bir şölen sundu; daha önce bıraktıkları etkiyi ikiye katlayarak. Ateş hiç sönmeyecek gibi...
Arada Mustafa Erdoğan ile görüştük. “Anadolu Ateşi marka olmaya namzet. Genişlemesi, alt markalar oluşması gerekmez mi?”
“Tam üstüne bastınız” dedi “Ocak ayında Dans Akademimiz başlıyor. Mart Nisan gibi yeni oyunla sahnedeyiz: Truva... İlk 45 dakikası hazır bile. Hemen ardından bir başka gösteri devreye girecek: Davul ve Dans...”
Truva, sahne adıyla “Troya”, tam da Brad Pitt’in filmine denk düşüyor. Müthiş bir prodüksiyon düşünüyorlarmış. Sahneye atların girmesi gibi işler bizde pek sık görülen gösteriler değildir. Ticari başarı garanti gibi gözüküyor...
Bu arada Anadolu Ateşi’nin DVD’si de piyasaya çıkmak için sponsor bekliyormuş. 4 yıl süreyle yurt içi ve yurt dışında yüzlerce kez sahnelenecek olan Troya’nın ana sponsorluğunu ise ellerine öpene verirler gibi... Uluslararası bağlantıları da bulunan bankalara ya da Türk Tanıtma Fonu’na, Kültür Bakanlığı’na yakışır bence...
Az kaldı paçayı kaptırıyorduk
Geçenlerde International Lotto Commission’dan adıma bir faks geldi. Antetli kâğıt. Adres, telefon faks numaraları yerli yerinde. Altında Genel Müdür’ün imzası. Diyorlar ki, “Yapılan son çekilişte size 3 milyon Dolar çıktı”... Paranın benim adıma yattığı finans kuruluşunun adı da var. Madrid’de. Telefon numarası var. Yöneticisinin adı var. “Parayı ödemek için sizden telefon bekliyorlar”, deniyor. “Şu tarihe kadar aramazsanız, hakkınızı kaybedersiniz” diye de bir not düşmüşler...
İnanmamak için çok mücadele ettim. Ama 3 milyon Dolar söz konusu olunca insanın içi bir tuhaf oluyor... Arkadaşlara danıştım... “Aç bir telefon ne kaybedersin ki” dediler. İyi ki dinlememişim onları. İnternette arama motorlarına bu şirketin adını girip araştırdım. Bu şirket gibi en az 60 kadar ciddi sıfatlı şirketin adı döküldü. Dünyadaki bütün polis kuruluşları uyarıyorlar. “Aman telefonla aramayın, kart numarası falan vermeyin” diyorlar, “Telefonu kapatamaz, anında ciddi rakamlar kaybedebilirsiniz...”
Anlayacağınız, minik bir felâketin köşesinden dönmüşüz... Biz geriyiz, Avrupa gelişmiş ya... Adamlar sahtekârlıkta da bizden çok ilerdeler...
Sürünmemek için haddinizi bilin
Toplumumuzun değerler sistemi içinde beni en etkileyeni, “Haddini bilmek” ile ilgili olanıdır. Bu konuda pek çok atasözü, dini telkin ve büyüklerin öğütleriyle büyüdüm. Buna rağmen pek akıllandığım söylenemez...
Eğer akıllansaydım; gribi ayakta geçireceğim diye direnmez, 10 gündür sürüm sürüm sürünmezdim.
Haddini bilmezliğin çeşitli katmanlarda türlü cezaları vardır. Virüsler karşısındaki cezası da benim günlerdir çektiklerim olsa gerek. Dinlenmek mi gerekiyor, hayır tek boş zamanın gece yarısı diye sabahlara kadar bilgisayar başında çalış, içtiğin purolardan ev halkı rahatsız olmasın diye balkon kapısını aç, sonra açık unut, sabah ayaklarının donmak üzere olduğunu fark ettiğinde iş işten geçmiş olsun. Daha neler neler...
Hasta olmanın tek sevdiğim tarafı şımartılmaktır. Bu kez onu da tadamadım. Çünkü şu gribe kimse önem vermiyor. Geçer... Bir şeyin kalmaz. Dinleneceksin... Alt tarafı grip... Ben ise kendimi ölüm döşeğinde hissediyorum. Kimin umurunda... İlaçlarımı verip, biraz ellerimi ovalayıp gidiyorlar. Bel fıtığına yakalandığımda ev dolup taştıydı. Bu kez sadece Bursa’dan BTSO Genel Sekreteri arkadaşım Tolga Yücel uğradı. O da herhalde İstanbul’da işinin arasında boş vakti vardı ondan...
Benden size nasihat. Çok yaygın biliyorum. Ama bu lanet virüsler karşısında haddinizi bilin ve uykunuza, dengeli beslenmenize dikkat edin, üşütmeyin ve sakın grip olmayın. İnsanı iki yönden paçavraya çeviriyor: Hem fiziki yönden, hem de kimse sizinle pek ilgilenmediği için sosyal yönden...
Film çok şık da...
Algılama Yönetimi eğitimini verirken hem ben çok eğlenirim hem de salondakiler. Çünkü bol bol örnek veririz. Çok hoş bulduğumuz bazı iletişim etkinliklerinin neden bir işe yaramadığını hep birlikte tespit edip eğleniriz. Bu arada kendi iletişim özürlü etkinliklerimizden pek söz etmeyiz...
9 kuraldan söz ederiz. Bunlara uymadan karşımızdakinin algılamasını yönetemeyeceğimizden. Hele ilk ikisi işin olmazsa olmazıdır: 1. Değerlerle uyum; 2. Kültürle uyum. (Diğer 7 tanesini merak eden varsa bir e-posta göndersin lütfen)
Değerlere uyum sağlanmadığı zaman insanın başına neler gelebileceğine örnek olarak “Aganigi” kampanyasını veririz. Hani sonrasında fındık satışlarının düştüğü ama filmi muhteşem olan kampanyayı...
Hedef kitlenin kültürü ile uyuma örnek olarak Renault Scenic filmini, hani Alplerin müziği, Avustralya çölleri ve kırmızı lastik top üstünde sıçrayan kanguruların filmi... Artık bu konu için yeni bir örneğimiz oldu...
Commercial Union sigortacılık sektörünün en başarılı kurumlarından biridir. Sokaktaki herkes bilmez belki ama işini iyi yapan kaliteli bir kuruluştur. Emeklilik için yaptırdıkları son reklam filmi de kendilerine yakışır bir kalite çizgisinde... Fakat gelin görün ki, hangi hedef kitlenin hangi kültür ile uyum içinde olduğunu anlamak zor.
Step dansı yaparak, akide şekerleri gibi rengarenk bungalow’ların önünde dans ederek, kuyruklu piyano çalarak, balık avlayarak, köpeklerle oynaşarak bir şeyler anlatıyorlar. Ama ne? Benim son grip hastalığından ötürü anlayışımda da mı bir hasar oluştu. Yoksa o güzelim film bu iş için yanlış bir seçim mi? Ne dersiniz?
Katılın kazanın!
Son iletişim sorumuz şöyleydi: “Genelde iktidarda olan partinin yıpranması gerekirken, AKP’nin oyları artıyor. Neden?”
Gelen yanıtların içinde en etkili olanı İstanbul İletişim Fakültesi’nden Ümit Gökcan’a aitti. Kendisine Cemil Meriç’in “Bu Ülkesi”ni armağan edeceğiz. Şöyle demiş Gökcan:
“Bence buradaki en önemli sebep, AKP'nin toplumsal gerçeklere
seslenebilmesidir. AKP,uyguladığı ekonomik ve sosyal politikalarla geniş
kitlelere yönelen bir parti imajı sergiliyor. CHP'ye baktığımızda ise en
önemli sorun "halkla bütünleşememe "sorunudur. CHP'nin temel muhalefet
anlayışı, laiklik-şeriat, ilericilik-gericilik gibi unsurlara dayanıyor. Fakat
halk sorunu laiklik veya cumhuriyetçilik olarak görmüyor. Halkın önem verdiği
konular öncelikle ekonomik ve sosyal politikalar. AKP'nin alternatifi olan
CHP bu tarz bir siyaset ve iletişim felsefesi izlemediği, halkla
bütünleşmediği ve devlet partisi imajını yıkamadığı için oylar AKP'ye
kayıyor. Bir de R.Tayyip Erdoğan medyada sürekli eleştirildiği için halk
tepki gösterip oylarını AKP'ye veriyor."
Yorumlarıyla dikkatimi çeken diğer okurlar ise şöyle: Bahadır Özdemir, Ayşe Baltacıoğlu, Esra Topçu ve Aksu Akçaoğlu. Bu haftanın iletişim sorusuna gelince: “Gazetelerin ilaveleri, özellikle de hafta sonu verdikleri ekler gazetelerin kendisinden neredeyse daha çok beğeniliyor. Hal böyleyken bu ekler bağımsız gazete olarak çıkarılırsa satmıyorlar. Neden?” Tabii yine 1600 vuruşu geçmesin ve yukarıdaki e-posta adresine gönderin lütfen.
DİKKAT DOLGU MADDESİDİR!
“Maskeli Balo”
Bu hafta Bozcaadalı arkadaşımız Deniz Pak’dan bir e-posta geldi. Okuduğu bir anı kitabından bir bölümü bizimle paylaşıyor:
“Emekli büyükelçilerimizden Tanşuğ Bleda’nın Maskeli Balo isimli kitabındaki anıları es geçmek büyük haksızlık olur… Dışişlerinde diplomat olarak çalıştığı yıllara (tam 42 yıl) maskenin elverdiği ölçüde, anılarını, gözlemlerini ve içinde bulunduğu politik ortamı bazen tebessüm bazen hüzünle aktarıyor. Ama tüm samimiyetiyle. Sadece komik olabilecek anıların anlatıldığı bir kitap değil bu. Bleda, Dışişlerinde bir diplomatın yaşaması gereken her şeyi yaşamış ve sonra da ‘maskeyi çıkarıp’ yazmış.
Anlattıklarının içinde bir bölüm var ki, çok hoş... Paris’deki Büyükelçiliği döneminde Sefaretimizin onarılması ile ilgili. Biz sadece bahçedeki asırlık ağaçların budanmasına bir bakacağız. Yoksa, kendi deyimiyle bir başbakan ziyareti öncesi çöken bir misafir tuvaleti var ki üzerine destan yazılırmış. Şimdi sözü Bleda’ya bırakalım:
‘…Bahçenin bakımı için Fransızlar insafsız ücretler isteyince, konuyu vatan, millet, Sakarya edebiyatı içinde binada çalışan Karadenizli boyacılara yüklediğimde ne tür bir risk aldığımı bilmiyordum. Ancak birini 20-25 metre yükseklikte ağaçların üzerinde en ufak tedbir almadan testereyle çalışır görünce aklım çıktı. Ve hemen seslenip bir yere bağlanmasını istedim. Dediğimi yapıp beline bir ip bağladıysa da ucunu aşağıdaki arkadaşına tutsun diye atınca yapacak bir şey kalmamıştı. En azında düşüşünü görmeyeyim diye sokaklara fırladım ancak iş kazasız belasız bitti haberinden sonra sefarete döndüm.
İki yıl sonra aynı eziyeti tekrar yaşamamak için, pahalı da olsa, bir Fransız firması bulduk. Ancak onların da çalıştırdığı bir Türk’tü. Evvelallah tam bir Tarzan edasıyla daldan dala atlayarak işi bitirdi ama gel gör ki yerdeki çalı çırpıyı toplarken buz tutmuş kaldırımda ayağı kayınca kırılmadık yeri kalmadı adamcağızın. Bir yerde kaderin önüne geçilemiyor. Bu işte Türk’ün akacak kanı varmış.”
Hani itibar için, tel üzerindeki kuş gibidir, derler. Elini çırptın mı gider. Bir daha onu getirip aynı yere kolay kolay konduramazsın.
Önce iki olayı hatırlayalım. Galatasaray Üniversitesi’nden Gönül Dicle İpekçi Hanım kendisine bir yan gelir sağlamak amacıyla pek de legal olduğu iddia edilemeyecek işlere kalkışır. İş adamlarına sosyal hizmet sunmak amacıyla(!) bir tür çöpçatanlığa başlar.
Buna halk içinde her ne kadar ‘kadın satışı’ ‘P....’lik gibi deyimlerle yaklaşılsa da, gelişmiş(!) ülkelerde bu işin resmi adı ‘match-making’ dir... Gönül Hanım ortadan yok olmuş bir fotoğraf makinesini bulmak için illegallik dozu biraz daha yüksek işlere kalkışınca çömlek patlar. Sabıka kayıtları hayli kabarık insanlardan oluşturduğu bir ekip, bu iş için manken Y.T.’yi kaçırır, bu arada da kıza tecavüz ederler...
İkinci olay Boğaziçi Üniversitesi’nden. Yabancı manken Noella bu güzide üniversitemizde Poitika Bilimi Eğitimi almaktadır. Geçenlerde Türkiye’nin en şık dergilerinden Esquire’da son derece çekici fotoğrafları yayınlanır. Sonradan fotoğrafları aynı üniversitede asistanlık yapan Cem Taluğ Bey tarafından çekilmiş olduğu anlaşılır. En güzel açıklamayı da Noella Hanım yapar: “Cem Bey’i okuldan tanırım. Benim için bir sorun yok!”
Bizim için de bir sorun yok... Ama kamu vicdanı için ne yazık ki var.
Bir olayın kriz olup olmadığını anlamak için hasar tespiti yapılır. Bu da araştırma ile olur. Sorarsın, itibarımı ne kadar etkiledi. Herhangi olumsuz etki yoksa susarsın. Yok ciddi bir itibar kaybı söz konusu ise o zaman ciddi bir kriz iletişimi yapman gerekir.
Şu ana kadar rektörlerden tık yok. Öğrencilere de bir açıklama yapılmamış. Oysa üniversitelerimizin sadece birer ilim yuvası değil aynı zamanda birer irfan yuvası olduğunu anlatmanın tam fırsatı.
Haydi değerli rektörler. Henüz vakit çok geç değil. Devekuşu sendromunu bir kenara bırakın. Sazı elinize alın! Mezunlarınızı 10 yıl sonra bile izleyebilecek olan bir itibar kaybına izin vermeyin. Eğitim kurumlarınızın değerlerini anlatın ve bu tekil olayları nasıl değerlendirdiğinizi belirtin. Cem Taluğ Bey “Ayrıntılı bilgi almak isteyen rektörlüğe başvursun!” diyormuş. Sanki fotoğrafları rektörlük çektirmiş gibi. Duygu Hanımın işine son verilip verilmediği bilinmiyor. Öğretim görevliniz haksız yere suçlanıyor ve onlara sahip çıkmak istiyorsanız da, çıkın bunu bile aslanlar gibi söyleyebilirsiniz...
Yeter ki susmayın...
Anadolu’nun sönmeyen Ateş’i (FOTOĞRAFI VAR)
Lütfi Kırdar’da çok etkinlik izledim. Bu kadar heyecanlandığımı hatırlamıyorum. Sadece ben değil, tüm salon duygu seli olmuş akıyordu sanki. Anadolu Ateşi’nin geliştirilmiş gösterisi, genişletilmiş kadrosu, gerçek bir şölen sundu; daha önce bıraktıkları etkiyi ikiye katlayarak. Ateş hiç sönmeyecek gibi...
Arada Mustafa Erdoğan ile görüştük. “Anadolu Ateşi marka olmaya namzet. Genişlemesi, alt markalar oluşması gerekmez mi?”
“Tam üstüne bastınız” dedi “Ocak ayında Dans Akademimiz başlıyor. Mart Nisan gibi yeni oyunla sahnedeyiz: Truva... İlk 45 dakikası hazır bile. Hemen ardından bir başka gösteri devreye girecek: Davul ve Dans...”
Truva, sahne adıyla “Troya”, tam da Brad Pitt’in filmine denk düşüyor. Müthiş bir prodüksiyon düşünüyorlarmış. Sahneye atların girmesi gibi işler bizde pek sık görülen gösteriler değildir. Ticari başarı garanti gibi gözüküyor...
Bu arada Anadolu Ateşi’nin DVD’si de piyasaya çıkmak için sponsor bekliyormuş. 4 yıl süreyle yurt içi ve yurt dışında yüzlerce kez sahnelenecek olan Troya’nın ana sponsorluğunu ise ellerine öpene verirler gibi... Uluslararası bağlantıları da bulunan bankalara ya da Türk Tanıtma Fonu’na, Kültür Bakanlığı’na yakışır bence...
Az kaldı paçayı kaptırıyorduk
Geçenlerde International Lotto Commission’dan adıma bir faks geldi. Antetli kâğıt. Adres, telefon faks numaraları yerli yerinde. Altında Genel Müdür’ün imzası. Diyorlar ki, “Yapılan son çekilişte size 3 milyon Dolar çıktı”... Paranın benim adıma yattığı finans kuruluşunun adı da var. Madrid’de. Telefon numarası var. Yöneticisinin adı var. “Parayı ödemek için sizden telefon bekliyorlar”, deniyor. “Şu tarihe kadar aramazsanız, hakkınızı kaybedersiniz” diye de bir not düşmüşler...
İnanmamak için çok mücadele ettim. Ama 3 milyon Dolar söz konusu olunca insanın içi bir tuhaf oluyor... Arkadaşlara danıştım... “Aç bir telefon ne kaybedersin ki” dediler. İyi ki dinlememişim onları. İnternette arama motorlarına bu şirketin adını girip araştırdım. Bu şirket gibi en az 60 kadar ciddi sıfatlı şirketin adı döküldü. Dünyadaki bütün polis kuruluşları uyarıyorlar. “Aman telefonla aramayın, kart numarası falan vermeyin” diyorlar, “Telefonu kapatamaz, anında ciddi rakamlar kaybedebilirsiniz...”
Anlayacağınız, minik bir felâketin köşesinden dönmüşüz... Biz geriyiz, Avrupa gelişmiş ya... Adamlar sahtekârlıkta da bizden çok ilerdeler...
Sürünmemek için haddinizi bilin
Toplumumuzun değerler sistemi içinde beni en etkileyeni, “Haddini bilmek” ile ilgili olanıdır. Bu konuda pek çok atasözü, dini telkin ve büyüklerin öğütleriyle büyüdüm. Buna rağmen pek akıllandığım söylenemez...
Eğer akıllansaydım; gribi ayakta geçireceğim diye direnmez, 10 gündür sürüm sürüm sürünmezdim.
Haddini bilmezliğin çeşitli katmanlarda türlü cezaları vardır. Virüsler karşısındaki cezası da benim günlerdir çektiklerim olsa gerek. Dinlenmek mi gerekiyor, hayır tek boş zamanın gece yarısı diye sabahlara kadar bilgisayar başında çalış, içtiğin purolardan ev halkı rahatsız olmasın diye balkon kapısını aç, sonra açık unut, sabah ayaklarının donmak üzere olduğunu fark ettiğinde iş işten geçmiş olsun. Daha neler neler...
Hasta olmanın tek sevdiğim tarafı şımartılmaktır. Bu kez onu da tadamadım. Çünkü şu gribe kimse önem vermiyor. Geçer... Bir şeyin kalmaz. Dinleneceksin... Alt tarafı grip... Ben ise kendimi ölüm döşeğinde hissediyorum. Kimin umurunda... İlaçlarımı verip, biraz ellerimi ovalayıp gidiyorlar. Bel fıtığına yakalandığımda ev dolup taştıydı. Bu kez sadece Bursa’dan BTSO Genel Sekreteri arkadaşım Tolga Yücel uğradı. O da herhalde İstanbul’da işinin arasında boş vakti vardı ondan...
Benden size nasihat. Çok yaygın biliyorum. Ama bu lanet virüsler karşısında haddinizi bilin ve uykunuza, dengeli beslenmenize dikkat edin, üşütmeyin ve sakın grip olmayın. İnsanı iki yönden paçavraya çeviriyor: Hem fiziki yönden, hem de kimse sizinle pek ilgilenmediği için sosyal yönden...
Film çok şık da...
Algılama Yönetimi eğitimini verirken hem ben çok eğlenirim hem de salondakiler. Çünkü bol bol örnek veririz. Çok hoş bulduğumuz bazı iletişim etkinliklerinin neden bir işe yaramadığını hep birlikte tespit edip eğleniriz. Bu arada kendi iletişim özürlü etkinliklerimizden pek söz etmeyiz...
9 kuraldan söz ederiz. Bunlara uymadan karşımızdakinin algılamasını yönetemeyeceğimizden. Hele ilk ikisi işin olmazsa olmazıdır: 1. Değerlerle uyum; 2. Kültürle uyum. (Diğer 7 tanesini merak eden varsa bir e-posta göndersin lütfen)
Değerlere uyum sağlanmadığı zaman insanın başına neler gelebileceğine örnek olarak “Aganigi” kampanyasını veririz. Hani sonrasında fındık satışlarının düştüğü ama filmi muhteşem olan kampanyayı...
Hedef kitlenin kültürü ile uyuma örnek olarak Renault Scenic filmini, hani Alplerin müziği, Avustralya çölleri ve kırmızı lastik top üstünde sıçrayan kanguruların filmi... Artık bu konu için yeni bir örneğimiz oldu...
Commercial Union sigortacılık sektörünün en başarılı kurumlarından biridir. Sokaktaki herkes bilmez belki ama işini iyi yapan kaliteli bir kuruluştur. Emeklilik için yaptırdıkları son reklam filmi de kendilerine yakışır bir kalite çizgisinde... Fakat gelin görün ki, hangi hedef kitlenin hangi kültür ile uyum içinde olduğunu anlamak zor.
Step dansı yaparak, akide şekerleri gibi rengarenk bungalow’ların önünde dans ederek, kuyruklu piyano çalarak, balık avlayarak, köpeklerle oynaşarak bir şeyler anlatıyorlar. Ama ne? Benim son grip hastalığından ötürü anlayışımda da mı bir hasar oluştu. Yoksa o güzelim film bu iş için yanlış bir seçim mi? Ne dersiniz?
Katılın kazanın!
Son iletişim sorumuz şöyleydi: “Genelde iktidarda olan partinin yıpranması gerekirken, AKP’nin oyları artıyor. Neden?”
Gelen yanıtların içinde en etkili olanı İstanbul İletişim Fakültesi’nden Ümit Gökcan’a aitti. Kendisine Cemil Meriç’in “Bu Ülkesi”ni armağan edeceğiz. Şöyle demiş Gökcan:
“Bence buradaki en önemli sebep, AKP'nin toplumsal gerçeklere
seslenebilmesidir. AKP,uyguladığı ekonomik ve sosyal politikalarla geniş
kitlelere yönelen bir parti imajı sergiliyor. CHP'ye baktığımızda ise en
önemli sorun "halkla bütünleşememe "sorunudur. CHP'nin temel muhalefet
anlayışı, laiklik-şeriat, ilericilik-gericilik gibi unsurlara dayanıyor. Fakat
halk sorunu laiklik veya cumhuriyetçilik olarak görmüyor. Halkın önem verdiği
konular öncelikle ekonomik ve sosyal politikalar. AKP'nin alternatifi olan
CHP bu tarz bir siyaset ve iletişim felsefesi izlemediği, halkla
bütünleşmediği ve devlet partisi imajını yıkamadığı için oylar AKP'ye
kayıyor. Bir de R.Tayyip Erdoğan medyada sürekli eleştirildiği için halk
tepki gösterip oylarını AKP'ye veriyor."
Yorumlarıyla dikkatimi çeken diğer okurlar ise şöyle: Bahadır Özdemir, Ayşe Baltacıoğlu, Esra Topçu ve Aksu Akçaoğlu. Bu haftanın iletişim sorusuna gelince: “Gazetelerin ilaveleri, özellikle de hafta sonu verdikleri ekler gazetelerin kendisinden neredeyse daha çok beğeniliyor. Hal böyleyken bu ekler bağımsız gazete olarak çıkarılırsa satmıyorlar. Neden?” Tabii yine 1600 vuruşu geçmesin ve yukarıdaki e-posta adresine gönderin lütfen.
DİKKAT DOLGU MADDESİDİR!
“Maskeli Balo”
Bu hafta Bozcaadalı arkadaşımız Deniz Pak’dan bir e-posta geldi. Okuduğu bir anı kitabından bir bölümü bizimle paylaşıyor:
“Emekli büyükelçilerimizden Tanşuğ Bleda’nın Maskeli Balo isimli kitabındaki anıları es geçmek büyük haksızlık olur… Dışişlerinde diplomat olarak çalıştığı yıllara (tam 42 yıl) maskenin elverdiği ölçüde, anılarını, gözlemlerini ve içinde bulunduğu politik ortamı bazen tebessüm bazen hüzünle aktarıyor. Ama tüm samimiyetiyle. Sadece komik olabilecek anıların anlatıldığı bir kitap değil bu. Bleda, Dışişlerinde bir diplomatın yaşaması gereken her şeyi yaşamış ve sonra da ‘maskeyi çıkarıp’ yazmış.
Anlattıklarının içinde bir bölüm var ki, çok hoş... Paris’deki Büyükelçiliği döneminde Sefaretimizin onarılması ile ilgili. Biz sadece bahçedeki asırlık ağaçların budanmasına bir bakacağız. Yoksa, kendi deyimiyle bir başbakan ziyareti öncesi çöken bir misafir tuvaleti var ki üzerine destan yazılırmış. Şimdi sözü Bleda’ya bırakalım:
‘…Bahçenin bakımı için Fransızlar insafsız ücretler isteyince, konuyu vatan, millet, Sakarya edebiyatı içinde binada çalışan Karadenizli boyacılara yüklediğimde ne tür bir risk aldığımı bilmiyordum. Ancak birini 20-25 metre yükseklikte ağaçların üzerinde en ufak tedbir almadan testereyle çalışır görünce aklım çıktı. Ve hemen seslenip bir yere bağlanmasını istedim. Dediğimi yapıp beline bir ip bağladıysa da ucunu aşağıdaki arkadaşına tutsun diye atınca yapacak bir şey kalmamıştı. En azında düşüşünü görmeyeyim diye sokaklara fırladım ancak iş kazasız belasız bitti haberinden sonra sefarete döndüm.
İki yıl sonra aynı eziyeti tekrar yaşamamak için, pahalı da olsa, bir Fransız firması bulduk. Ancak onların da çalıştırdığı bir Türk’tü. Evvelallah tam bir Tarzan edasıyla daldan dala atlayarak işi bitirdi ama gel gör ki yerdeki çalı çırpıyı toplarken buz tutmuş kaldırımda ayağı kayınca kırılmadık yeri kalmadı adamcağızın. Bir yerde kaderin önüne geçilemiyor. Bu işte Türk’ün akacak kanı varmış.”