Şimdi ‘siyasi iletişim ustalığı’ zamanı…
11 ağustos 2015 yeni şafak
Dün siyaset pratiğinin 'hardware' (donanım) kısmı bitti…
Bugün 'software' (yazılım) kısmı başladı. Yani 'siyasi iletişim savaşları'… Yani kimin kendi gerçekliğini daha iyi anlatacağına bağlı olacak her şey…
Burada bir kez daha uyaralım. Bu aşamada medyanın rolünü hiç abartmamak, siyasi başarısızlığı medya sırtına yüklemeye çalışmamak en akıllıca iş olur.
Hemen hatırlatalım. 1950'de medyanın tamamına yakını kimi destekliyordu?
CHP'yi…
Kim kazandı?..
Demokrat Parti…
1983'de medyanın tamamına yakını kimi destekliyordu?
Kenan Evren'in kurdurduğu 'kukla partisi' MDP'yi ve Başkanı Em. Orgeneral Turgut Sunalp'i…
Pek, kim kazandı seçimleri?..
Anavatan Partisi ve lideri Turgut Özal…
2002 seçimlerinde hangi partiyi destekledi 'ana akım' (main stream'den tercümedir) medya?
AK Parti dışındaki tüm partileri…
Hangi parti tek başına iktidar oldu?..
AK Parti…
Demek ki, AK Parti bir iki TV ve gazete dışında hiçbir medya desteği olmadan iktidara gelebilmiş… Peki, neyle gelebilmiş? Üç şeyle: Büyük fikir, büyük lider, büyük teşkilat…
İktidardan giderse nasıl gider? Ya kendi ayağına ateş eder, intihar eder, majör hata yapar, öyle gider… Ya da karşısına yukarıdaki üçlü unsur konusunda halkı kendisinden çok daha fazla ikna edecek bir rakip çıkar; öyle gider.
Yani ezcümle kimse meseleyi getirip, 'yandaş medya', 'candaş medya', bağımlı medya', 'bağımsız medya' noktasına bağlayıp sorumluluktan kaçmaya; günah keçisi yaratmaya çalışmasın. Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi tüm medyayı da yanına alsan seçmen, “Nuh, der, Peygamber, demez, ikna olmazsa”…
İşte bu nedenle bundan sonra doğru siyasi iletişim stratejileri uygulayan –bu da ne yazık ki “Basarım reklamları, alırım oyları” numarasıyla yürümüyor- ipi göğüsleyecektir…
Peki, doğru iletişim stratejileri nereden geçer? Dağılmış ya da yanlış tesis edilmiş, 'ittifak' stratejilerini gözden geçirmekten ve derhal Üç İ'yi devreye sokmaktan: İstişare, İkna, İttifak… İktidarda, muhalefette, koalisyonda… Hiç fark etmez… İttifaklar olmadan, “En büyük benim, benden büyük yok” diyerek iktidar olunmuyor…
Doğru iletişim stratejilerinin geçtiği ikinci kritik nokta hangisidir? Tabii ki doğru 'stratejik okuma' yapmaktan geçer bu iş… Dün refikimiz Salih Tuna'nın Sayın Gürsel Tekin'den (ünlü “Türkiye 24 saatte Suriye'ye girecek” kehanetinin sahibidir) alıntılayarak yazdığı gibi, kuru sıkı sallamayı bu seçmen yemiyor artık.
Ne demiş Tekin: “İkili görüşmeden sağlıklı sonuç çıkmazsa SayınDavutoğlu hemen Salı günü sabah erkenden görevi iade etmeli. Cumhurbaşkanı görevi Sayın Kılıçdaroğlu'na vermeli. Umut ediyorum ki Sayın Kılıçdaroğlu'nun deneyimi, devlet tecrübesi, bilgi birikimi, önümüzdeki on gün içerisinde bir hükümet çıkarmaya yetecektir”
“Bu sonbahar Türkiye'ye enflasyon gelecek” kadar ciddiye alınası bir laf…
Üçüncü kritik nokta ise açıklık ve şeffaflıkla ilgidir. Her kim ki, bağırıp çağırmadan, Davutoğlu'nun son bir aydır yaptığı gibi, dirayetle, merhametle, muhabbetle, hamaset içinde germeden gerilmeden, kamu vicdanına açık yüreklilikle hitap eder; o kazanır. AK Parti insanların ruhuna, maneviyatına hitap ederek seçim kazanmıştı; aklına, maddi dünyasına değil… Bunu unutmamakta yarar var…
Biz marka çıkarmayalım, ona buna 'sulanalım'…
Belki inanamayacaksınız ama ben gerçekten bu kompleksimizi anlamakta zorlanıyorum. Başta ABD'nin kendisi Beyaz Ev diyor. Biz tepiniyoruz: “Başkan'a ev yakışır mı canım, Beyaz Saray o…”
Adam çırpınıyor, kaçışıyor bizim gazetecilerden: “Ben Türk değilim Almanım! Alman Milli Takımı'nda oynuyorum!” Biz bastırıyoruz. “Mehmet Scholl Türktür!”…
Türkiye'ye maça geldiğinde, havaalanına elini öpsün diye, hiç tanımadığı bebekliğinde kendisi ve annesini terk etmiş ve annesinin Scholl soyadlı bir Almanla evlenmesine neden olmuş hiç görmediği babasını götürüyor gazeteciler. Scholl adamın suratına bakmıyor. Biz basıyoruz başlığı “Vay hayırsız evlat!”
Benzer bir durum Mesut Özil'de yaşanıyor…
Şu sıra da Chobani yoğurtlarını 'Yunan Yoğurdu' diye ABD'de pazarlayan vatandaşta yaşıyoruz. Başarılı olana kadar kimse yüzüne bakmamış. Şimdi Türkiye'nin medarı iftiharı. “Yahu Yunan yoğurdu diye yırtınıyor adam. Girin bakın web sitesine. www.chobani.com Ne demiş arkadaş: America's number one Greek yogurt. Amerika'nın bir numaralı Yunan Yoğurdu…”
Cevap hazır. “Ama adam Türk…”
Şimdi medya yıkılıyor yine neymiş. Bir kahvehane zinciri satın almış arkadaş: La Colombe… Bizimki Türk kahvesi ve simit satacakmış orada. Allah rızası için girin web sitesine bakın: http://www.lacolombe.com Türkiye'den tek kelime bulursanız, dişimi kıracağım… Ama adam Türkiye'nin gururu gibi lanse ediliyor…
Obama seçildiğinde birden Müslüman zenci diye, bayram etmişti bazı ileri zekâlılar da uyarmıştık: “Obama zenciden önce Amerikalı, Müslüman değil Hıristiyan”…
Türkiye marka çıkaramıyor… 'Yumuşak güç' eksikliğimizin üzerine gideceğimize (Bu konuda büyük efor harcayan TİM'İ tenzih ederim) onun bunun markasını sahiplenerek bir yere varamayacağımızı anlasak, belki gerçeklerle baş etmeye başlayacağız…
Bugün 'software' (yazılım) kısmı başladı. Yani 'siyasi iletişim savaşları'… Yani kimin kendi gerçekliğini daha iyi anlatacağına bağlı olacak her şey…
Burada bir kez daha uyaralım. Bu aşamada medyanın rolünü hiç abartmamak, siyasi başarısızlığı medya sırtına yüklemeye çalışmamak en akıllıca iş olur.
Hemen hatırlatalım. 1950'de medyanın tamamına yakını kimi destekliyordu?
CHP'yi…
Kim kazandı?..
Demokrat Parti…
1983'de medyanın tamamına yakını kimi destekliyordu?
Kenan Evren'in kurdurduğu 'kukla partisi' MDP'yi ve Başkanı Em. Orgeneral Turgut Sunalp'i…
Pek, kim kazandı seçimleri?..
Anavatan Partisi ve lideri Turgut Özal…
2002 seçimlerinde hangi partiyi destekledi 'ana akım' (main stream'den tercümedir) medya?
AK Parti dışındaki tüm partileri…
Hangi parti tek başına iktidar oldu?..
AK Parti…
Demek ki, AK Parti bir iki TV ve gazete dışında hiçbir medya desteği olmadan iktidara gelebilmiş… Peki, neyle gelebilmiş? Üç şeyle: Büyük fikir, büyük lider, büyük teşkilat…
İktidardan giderse nasıl gider? Ya kendi ayağına ateş eder, intihar eder, majör hata yapar, öyle gider… Ya da karşısına yukarıdaki üçlü unsur konusunda halkı kendisinden çok daha fazla ikna edecek bir rakip çıkar; öyle gider.
Yani ezcümle kimse meseleyi getirip, 'yandaş medya', 'candaş medya', bağımlı medya', 'bağımsız medya' noktasına bağlayıp sorumluluktan kaçmaya; günah keçisi yaratmaya çalışmasın. Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi tüm medyayı da yanına alsan seçmen, “Nuh, der, Peygamber, demez, ikna olmazsa”…
İşte bu nedenle bundan sonra doğru siyasi iletişim stratejileri uygulayan –bu da ne yazık ki “Basarım reklamları, alırım oyları” numarasıyla yürümüyor- ipi göğüsleyecektir…
Peki, doğru iletişim stratejileri nereden geçer? Dağılmış ya da yanlış tesis edilmiş, 'ittifak' stratejilerini gözden geçirmekten ve derhal Üç İ'yi devreye sokmaktan: İstişare, İkna, İttifak… İktidarda, muhalefette, koalisyonda… Hiç fark etmez… İttifaklar olmadan, “En büyük benim, benden büyük yok” diyerek iktidar olunmuyor…
Doğru iletişim stratejilerinin geçtiği ikinci kritik nokta hangisidir? Tabii ki doğru 'stratejik okuma' yapmaktan geçer bu iş… Dün refikimiz Salih Tuna'nın Sayın Gürsel Tekin'den (ünlü “Türkiye 24 saatte Suriye'ye girecek” kehanetinin sahibidir) alıntılayarak yazdığı gibi, kuru sıkı sallamayı bu seçmen yemiyor artık.
Ne demiş Tekin: “İkili görüşmeden sağlıklı sonuç çıkmazsa SayınDavutoğlu hemen Salı günü sabah erkenden görevi iade etmeli. Cumhurbaşkanı görevi Sayın Kılıçdaroğlu'na vermeli. Umut ediyorum ki Sayın Kılıçdaroğlu'nun deneyimi, devlet tecrübesi, bilgi birikimi, önümüzdeki on gün içerisinde bir hükümet çıkarmaya yetecektir”
“Bu sonbahar Türkiye'ye enflasyon gelecek” kadar ciddiye alınası bir laf…
Üçüncü kritik nokta ise açıklık ve şeffaflıkla ilgidir. Her kim ki, bağırıp çağırmadan, Davutoğlu'nun son bir aydır yaptığı gibi, dirayetle, merhametle, muhabbetle, hamaset içinde germeden gerilmeden, kamu vicdanına açık yüreklilikle hitap eder; o kazanır. AK Parti insanların ruhuna, maneviyatına hitap ederek seçim kazanmıştı; aklına, maddi dünyasına değil… Bunu unutmamakta yarar var…
Biz marka çıkarmayalım, ona buna 'sulanalım'…
Belki inanamayacaksınız ama ben gerçekten bu kompleksimizi anlamakta zorlanıyorum. Başta ABD'nin kendisi Beyaz Ev diyor. Biz tepiniyoruz: “Başkan'a ev yakışır mı canım, Beyaz Saray o…”
Adam çırpınıyor, kaçışıyor bizim gazetecilerden: “Ben Türk değilim Almanım! Alman Milli Takımı'nda oynuyorum!” Biz bastırıyoruz. “Mehmet Scholl Türktür!”…
Türkiye'ye maça geldiğinde, havaalanına elini öpsün diye, hiç tanımadığı bebekliğinde kendisi ve annesini terk etmiş ve annesinin Scholl soyadlı bir Almanla evlenmesine neden olmuş hiç görmediği babasını götürüyor gazeteciler. Scholl adamın suratına bakmıyor. Biz basıyoruz başlığı “Vay hayırsız evlat!”
Benzer bir durum Mesut Özil'de yaşanıyor…
Şu sıra da Chobani yoğurtlarını 'Yunan Yoğurdu' diye ABD'de pazarlayan vatandaşta yaşıyoruz. Başarılı olana kadar kimse yüzüne bakmamış. Şimdi Türkiye'nin medarı iftiharı. “Yahu Yunan yoğurdu diye yırtınıyor adam. Girin bakın web sitesine. www.chobani.com Ne demiş arkadaş: America's number one Greek yogurt. Amerika'nın bir numaralı Yunan Yoğurdu…”
Cevap hazır. “Ama adam Türk…”
Şimdi medya yıkılıyor yine neymiş. Bir kahvehane zinciri satın almış arkadaş: La Colombe… Bizimki Türk kahvesi ve simit satacakmış orada. Allah rızası için girin web sitesine bakın: http://www.lacolombe.com Türkiye'den tek kelime bulursanız, dişimi kıracağım… Ama adam Türkiye'nin gururu gibi lanse ediliyor…
Obama seçildiğinde birden Müslüman zenci diye, bayram etmişti bazı ileri zekâlılar da uyarmıştık: “Obama zenciden önce Amerikalı, Müslüman değil Hıristiyan”…
Türkiye marka çıkaramıyor… 'Yumuşak güç' eksikliğimizin üzerine gideceğimize (Bu konuda büyük efor harcayan TİM'İ tenzih ederim) onun bunun markasını sahiplenerek bir yere varamayacağımızı anlasak, belki gerçeklerle baş etmeye başlayacağız…