"Siyasi iletişimde başarının anahtarı"
13.08.2013 - Yeni Şafak Gazetesi
Şeytanla iş birliği yapmadan popüler başarı olur mu?
Bu sorunun yanıtını verebilmek için işe örneğin, AK Parti ve Tarkan'ın başarılarını anlamaya çalışmakla başlanabilir…
Bu iki 'fenomeni' çözümlemeden Türkiye'de yapılacak siyasi iletişim her an hüsranla sonuçlanabilir… Önümüz seçim… Siyasi iletişim pek çok alanda gündemin birinci maddesine oturmuş durumda.
Omurilikten futbol takımı tutar gibi siyasi eğilimini savunan, bu yüzden de hiçbir şeyin 'farkına varma' şansı bulunmayan başta iletişim ve ilişki özürlüler olmak üzere herkesin bir sözünün olacağı günlere yaklaşıyoruz…
Özellikle 1960'lardan sonra bilgi toplumunun kapılarını aralayana kadar geçen zaman içinde, vahşi kapitalizm ve liberalizmin azdığı yıllarda genel görüntü, özellikle 'cilalı imaj devri' koşulları döneminde, 'popüler başarı' ile 'şeytana kısmen de olsa' ruhu teslim etme durumu arasında adeta dolaysız bir bağ bulunduğuna işaret ediyordu… O nedenle de 'amaç, kısmi değil neredeyse her aracı mubah kılıyordu' sanki…
Hâlâ o yıllardaki araçlara başvuran, kafaca feodal yapıda ve/veya sanayi toplumunda kalmış siyasi iletişimcilere sıklıkla rastlamak mümkün.
Neden AK Parti'nin yükseliş dönemini ve Tarkan'ı çözümlemek lazım?
İşte o kafadan kurtulmak için… Yoksa 'Vardar Ovası' ve benzeri metaforlara sarılarak sadece oradan ve sloganlardan siyasi söylem ve ikbal bekler durursunuz.
Peki, neden medet ummak gerekir?
Özetle: Marka vaadinin arkasında duran sağlam bir üst yapı söylemi ve onun gereğini yapmaktan… Burada yıllardır altını çizmeye çalıştığımız 'yumuşak konular'dan (soft issues)…
Şeytan'ın temel etkili olduğu alanın alt yapı (hard issues) ya da nefis olduğunu unutmamaktan… Şeytanın marka vaadinin (!) esas olarak maddî dünyaya dayandığını ve bunun insan vicdanındaki ömrünün çok da uzun olmadığını akıldan çıkarmamaktan, (Bkz. Goethe, Faust, Mefistofeles'in vaatleri)… Burada da daha önce belirttiğimiz gibi (30.07.13) ilişki haz ve fayda odaklıyken, iletişim değişim ve yeniden üretim'den temellenir… Günümüz siyasi iletişimi -aynen Tarkan'da olduğu gibi- ikisi arasındaki dengeyi sağlama sanatına dayanır… Başbakan'a nasıl hakaret ederim yarışına değil…
O denge sağlanabildiği ölçüde de 'şeytanla işbirliği yapmadan popüler ve hatta klasik' olunabilir… Rönesans'ta olduğu gibi, hat sanatında olduğu gibi, Beatles'ta olduğu gibi, Sezen Aksu'nun bazı parçalarında, Yahya Kemal'in şiirlerinde, İstiklal Marşı'nda olduğu gibi… O zaman halkın vicdanında yer etmek, o zaman onun itimat ve sevgisine mazhar olmak mümkündür.
'Farklılığa saygı duyan bir ortak tasavvur'
Şöyle bir hatırlayalım. TESEV Eylül 2012'de 'Anayasa'ya Dair Tanım ve Beklentiler' başlığı altında KONDA'ya bir araştırma yaptırmıştı.
2.699 kişiye 'beklenti, kanaat ve eğilimleri' sorulmuştu. Sonuçlara göre 'Toplum kendi anayasasını yapmak' istiyordu; ancak sürece dair memnuniyet düşüktü. Şu sıra memnuniyetsizlik herhalde daha da artmıştır.
Görüşülen kişilerin yüzde 78,5'i 'toplumun tüm kesimlerinin katıldığı ve uzlaştığı bir anayasanın kabul edilebilir bir anayasa olacağı' fikrindeydi.
Yeni anayasanın yürürlüğe girmesi için hem Meclis hem de referandum onayını gerekli görenler yüzde 74 oranındaydı.
'Anayasa Atatürk ilke ve inkılapları ile Atatürk milliyetçiliğine yer vermelidir' önermesini ise görüşülen kişilerin yüzde 82,3'ü destekliyordu.
Toplumun yarısı laikliğin anayasada aynen kalması gerektiğini (yüzde 50,6), düşünüyordu.
Her on kişiden biri ise laikliğin anayasadan tamamen çıkartılması gerektiği görüşündeydi.
'Temel eğitimde eğitim dili ne olmalıdır?' sorusuna yüzde 73'lük kesim 'Yalnızca Türkçe olmalıdır', yüzde 27'lik kesim de 'Türkçe'nin yanı sıra herkes ana babasından öğrendiği ve konuştuğu dilde eğitim alabilir' cevabını veriyordu.
Yüzde 70, devletin başörtüsü, cinsel yönelim gibi her türlü kişisel tercih konusunda, bu tercihler ne olursa olsun tarafsız kalması gerektiği hakkında hemfikirdi.
Acaba bugüne gelindiğinde aynı konuda bir aşınmadan, beklenti düşüklüğünden söz edilebilir mi?
Diğer yandan bu araştırma sonrasındaki gelişmeleri özetle hatırlayalım: 'Barış Süreci'nin devreye girmesiyle Güneydoğu'dan yükselen feryatların bıçak gibi kesilmiş olması, ekonomide daha stabil bir ortam, IMF borçlarının ödenmesi ve bir sakinlik dönemi... Ardından Gezi olayları, Ergenekon kararları... Diğer yandan dış politikada Ortadoğu kaynaklı dalgalanmalar, Suriye'de söndürülemeyen ve bize sıçratılmak istenen yangın... Mısır'daki darbe... Temcit pilavı gibi ısıtılıp servis edilen 'İslam ve demokrasi' tartışmaları... Batılı'nın, sanki 'Amerika sonrası ve çok kutuplu dünya' koşullarında soluk alıp verdiklerini unutup, neredeyse Soğuk Savaş yıllarını anımsatan halleriyle aba altından sopa gösterme girişimleri...
Eylül 2012'den bugüne aradan geçen mevsimler boyunca 'farklılığın ihanet sayılabildiği' malum siyaset kültürümüzden epeyce nasibimizi alarak, tweet'lerle birbirimizi döverek, kemiğe yakın keserek, dünya görüşleri yumakları etrafında tortop olmayı marifet sayarak, düşüncelerin 'derinlikli' olup olmamasından çok 'benden sonra tufan' dar ve bencil görüşlülüğü içinde pencerelerimize de tuğlalar dizerek duvarlarımızı örmeye devam ediyoruz.
Yeni anayasa çalışmaları bir anlamda, bu ittifakların oluşabilmesine vesile olacak biçimde, feodal yapı kırıntılarını tarihe gömecek bir 'hukuk devleti' yolunda, siyasetin kalbi olan parlamentoda en meşru zeminini bulmuştur. Kendilerini ideallerinin yolunda bir inanç neferi olarak görüp, 'tastamam taraf' olarak hissedenler, ittifaklar için her konuda anlaşmak zorunda olmadıklarını da idrak etmek durumundalar. Yeminli taraftarlar, ittifak arayışlarına karşı çıktıkları ölçüde, iletişim kanallarını tıkayacaklarını ve kendi içlerine çekilme siyasetinin ülkeye vereceği zararı da tahmin edemeyecek, göremeyecek bir pozisyona kendilerini kilitlemiş olacaklar.
AK Parti iktidarını (dününden bugününe) başarıya taşıyan en önemli özelliklerinden birinin ittifaklar politikası değil midir?
Çok kolay unutulur; ittifak dediğimiz işbirlikleri 'duygusal' değil, 'düşünsel' boyuttadır. Farklılığa saygı duyanlar arasındaki bir ittifak elbette düşünsel boyutta olacaktır.
Şeytanla iş birliği yapmadan popüler başarı olur mu?
Bu sorunun yanıtını verebilmek için işe örneğin, AK Parti ve Tarkan'ın başarılarını anlamaya çalışmakla başlanabilir…
Bu iki 'fenomeni' çözümlemeden Türkiye'de yapılacak siyasi iletişim her an hüsranla sonuçlanabilir… Önümüz seçim… Siyasi iletişim pek çok alanda gündemin birinci maddesine oturmuş durumda.
Omurilikten futbol takımı tutar gibi siyasi eğilimini savunan, bu yüzden de hiçbir şeyin 'farkına varma' şansı bulunmayan başta iletişim ve ilişki özürlüler olmak üzere herkesin bir sözünün olacağı günlere yaklaşıyoruz…
Özellikle 1960'lardan sonra bilgi toplumunun kapılarını aralayana kadar geçen zaman içinde, vahşi kapitalizm ve liberalizmin azdığı yıllarda genel görüntü, özellikle 'cilalı imaj devri' koşulları döneminde, 'popüler başarı' ile 'şeytana kısmen de olsa' ruhu teslim etme durumu arasında adeta dolaysız bir bağ bulunduğuna işaret ediyordu… O nedenle de 'amaç, kısmi değil neredeyse her aracı mubah kılıyordu' sanki…
Hâlâ o yıllardaki araçlara başvuran, kafaca feodal yapıda ve/veya sanayi toplumunda kalmış siyasi iletişimcilere sıklıkla rastlamak mümkün.
Neden AK Parti'nin yükseliş dönemini ve Tarkan'ı çözümlemek lazım?
İşte o kafadan kurtulmak için… Yoksa 'Vardar Ovası' ve benzeri metaforlara sarılarak sadece oradan ve sloganlardan siyasi söylem ve ikbal bekler durursunuz.
Peki, neden medet ummak gerekir?
Özetle: Marka vaadinin arkasında duran sağlam bir üst yapı söylemi ve onun gereğini yapmaktan… Burada yıllardır altını çizmeye çalıştığımız 'yumuşak konular'dan (soft issues)…
Şeytan'ın temel etkili olduğu alanın alt yapı (hard issues) ya da nefis olduğunu unutmamaktan… Şeytanın marka vaadinin (!) esas olarak maddî dünyaya dayandığını ve bunun insan vicdanındaki ömrünün çok da uzun olmadığını akıldan çıkarmamaktan, (Bkz. Goethe, Faust, Mefistofeles'in vaatleri)… Burada da daha önce belirttiğimiz gibi (30.07.13) ilişki haz ve fayda odaklıyken, iletişim değişim ve yeniden üretim'den temellenir… Günümüz siyasi iletişimi -aynen Tarkan'da olduğu gibi- ikisi arasındaki dengeyi sağlama sanatına dayanır… Başbakan'a nasıl hakaret ederim yarışına değil…
O denge sağlanabildiği ölçüde de 'şeytanla işbirliği yapmadan popüler ve hatta klasik' olunabilir… Rönesans'ta olduğu gibi, hat sanatında olduğu gibi, Beatles'ta olduğu gibi, Sezen Aksu'nun bazı parçalarında, Yahya Kemal'in şiirlerinde, İstiklal Marşı'nda olduğu gibi… O zaman halkın vicdanında yer etmek, o zaman onun itimat ve sevgisine mazhar olmak mümkündür.
'Farklılığa saygı duyan bir ortak tasavvur'
Şöyle bir hatırlayalım. TESEV Eylül 2012'de 'Anayasa'ya Dair Tanım ve Beklentiler' başlığı altında KONDA'ya bir araştırma yaptırmıştı.
2.699 kişiye 'beklenti, kanaat ve eğilimleri' sorulmuştu. Sonuçlara göre 'Toplum kendi anayasasını yapmak' istiyordu; ancak sürece dair memnuniyet düşüktü. Şu sıra memnuniyetsizlik herhalde daha da artmıştır.
Görüşülen kişilerin yüzde 78,5'i 'toplumun tüm kesimlerinin katıldığı ve uzlaştığı bir anayasanın kabul edilebilir bir anayasa olacağı' fikrindeydi.
Yeni anayasanın yürürlüğe girmesi için hem Meclis hem de referandum onayını gerekli görenler yüzde 74 oranındaydı.
'Anayasa Atatürk ilke ve inkılapları ile Atatürk milliyetçiliğine yer vermelidir' önermesini ise görüşülen kişilerin yüzde 82,3'ü destekliyordu.
Toplumun yarısı laikliğin anayasada aynen kalması gerektiğini (yüzde 50,6), düşünüyordu.
Her on kişiden biri ise laikliğin anayasadan tamamen çıkartılması gerektiği görüşündeydi.
'Temel eğitimde eğitim dili ne olmalıdır?' sorusuna yüzde 73'lük kesim 'Yalnızca Türkçe olmalıdır', yüzde 27'lik kesim de 'Türkçe'nin yanı sıra herkes ana babasından öğrendiği ve konuştuğu dilde eğitim alabilir' cevabını veriyordu.
Yüzde 70, devletin başörtüsü, cinsel yönelim gibi her türlü kişisel tercih konusunda, bu tercihler ne olursa olsun tarafsız kalması gerektiği hakkında hemfikirdi.
Acaba bugüne gelindiğinde aynı konuda bir aşınmadan, beklenti düşüklüğünden söz edilebilir mi?
Diğer yandan bu araştırma sonrasındaki gelişmeleri özetle hatırlayalım: 'Barış Süreci'nin devreye girmesiyle Güneydoğu'dan yükselen feryatların bıçak gibi kesilmiş olması, ekonomide daha stabil bir ortam, IMF borçlarının ödenmesi ve bir sakinlik dönemi... Ardından Gezi olayları, Ergenekon kararları... Diğer yandan dış politikada Ortadoğu kaynaklı dalgalanmalar, Suriye'de söndürülemeyen ve bize sıçratılmak istenen yangın... Mısır'daki darbe... Temcit pilavı gibi ısıtılıp servis edilen 'İslam ve demokrasi' tartışmaları... Batılı'nın, sanki 'Amerika sonrası ve çok kutuplu dünya' koşullarında soluk alıp verdiklerini unutup, neredeyse Soğuk Savaş yıllarını anımsatan halleriyle aba altından sopa gösterme girişimleri...
Eylül 2012'den bugüne aradan geçen mevsimler boyunca 'farklılığın ihanet sayılabildiği' malum siyaset kültürümüzden epeyce nasibimizi alarak, tweet'lerle birbirimizi döverek, kemiğe yakın keserek, dünya görüşleri yumakları etrafında tortop olmayı marifet sayarak, düşüncelerin 'derinlikli' olup olmamasından çok 'benden sonra tufan' dar ve bencil görüşlülüğü içinde pencerelerimize de tuğlalar dizerek duvarlarımızı örmeye devam ediyoruz.
Yeni anayasa çalışmaları bir anlamda, bu ittifakların oluşabilmesine vesile olacak biçimde, feodal yapı kırıntılarını tarihe gömecek bir 'hukuk devleti' yolunda, siyasetin kalbi olan parlamentoda en meşru zeminini bulmuştur. Kendilerini ideallerinin yolunda bir inanç neferi olarak görüp, 'tastamam taraf' olarak hissedenler, ittifaklar için her konuda anlaşmak zorunda olmadıklarını da idrak etmek durumundalar. Yeminli taraftarlar, ittifak arayışlarına karşı çıktıkları ölçüde, iletişim kanallarını tıkayacaklarını ve kendi içlerine çekilme siyasetinin ülkeye vereceği zararı da tahmin edemeyecek, göremeyecek bir pozisyona kendilerini kilitlemiş olacaklar.
AK Parti iktidarını (dününden bugününe) başarıya taşıyan en önemli özelliklerinden birinin ittifaklar politikası değil midir?
Çok kolay unutulur; ittifak dediğimiz işbirlikleri 'duygusal' değil, 'düşünsel' boyuttadır. Farklılığa saygı duyanlar arasındaki bir ittifak elbette düşünsel boyutta olacaktır.