Stasi dersi...
29 OCAK 2012
12 Mart 1971 sonrasında Deniz Gezmiş’lerin asıldığı, Sinan Cemgil’lerin vurulduğu günlerde biz İsviçre’de tam da 68 kuşağı tadında bir tür ‘tatlı su solculuğu’ yapıyorduk. 1960’larda tanıştığım Marksizm’le bireysel zaaflara, tasallut meselesine hiçbir çözüm getiremediğini, kendi çapımda yaşadığım ‘acılarla’ fatura ödeyerek görmüş ve 1972 yılında kuram ve pratiği ile ilgimi kesmiştim. 1974 yılında aftan yararlanıp memlekete geldim. ‘Tatlı suda’ 5 yıl sürmüş olsa bile kısa devrimcilik pratiği, ifade, ihbar ve raporlarla yüklü, kocaman bir dosyanın oluşmasına yetmişti.
Aftan resmen yararlanabilmek için affı resmen kabul etmem ve Ankara’da bir savcıya ifade vermem gerekmişti. Bugün hepsi çok önemli pozisyonlarda bulunan arkadaşlarla birlikte buluşup gittik. Sıra bana geldi. Girdim odaya. Askeri savcı son derece sempatik bir ses tonuyla dosyaları gösterdi, içinden bir iki özet bilgi verdi ve ne dediğimi sordu. Yanıtım hazırdı ve çok netti:“Diyecek bir şeyim yok!”…
Baktım savcı gülüyor… Gülmesi uzayınca, “Niye gülüyorsunuz?” dedim… Son derece kibar bir ifadeyle hiçbir zaman unutmayacağım şu yanıtı verdi: “Bir an için aynı tavrı bundan 3 yıl önce gösterseydiniz ne olurdu diye düşündüm de”…
… Son günlerde okuduğum Stasi haberleri bana o günü hatırlattı tekrar…
Almanca’da ‘Staat’(Devlet) ve ‘Sicherheit’ (Güvenlik) kelimelerinin kısaltılmasıyla oluşan Stasi, 3’üncü Reich’ın SS, SA veya Gestapo’sunu (Geheime Staatpolizei – Gizli Devlet Polisi) aratmayacak bir gizem ve gaddarlıkta pek çok filmde karşımıza çıkar. Oscar Ödüllü Başkalarının Hayatı (Das Leben der Anderen) adlı filmde de zulmünden örnekler verilen Stasi’nin ‘Mottosu’ neymiş peki? ‘Schild und Schwert der Partei’ (Parti'nin Kalkanı ve Kılıcı).
Benim içimde yok olmasından 17 yıl sonra Berlin Duvarı, tarihin önemli virajlarından birini simgeleyerek yıkılırken (9 Kasım 1989) Stasi binasında da harıl harıl eski belgeleri imha telaşı yaşanıyormuş. Kâğıtları kırpan makineler bozulunca elle yırtılan belgeler 1997 yılından bu yana sabırla biraraya getirilip dijital ortama aktarılıyormuş. İlk aşama tamamlanmış. Tüm belgeler 2014’de dijital ortamda olacakmış.
Bir süre önce Türkiye’ye gelip zurna gibi olduktan sonra altına kaçırdığı için magazincilerimizin maskarası olan, bir ihtimal biraz da bu yüzden memleketimize hayran kaldığı, hatta Müslüman olabileceğini söylediği iddia edilen Liam Neeson’ın başrolde oynadığı Kimliksiz (Unknown) adlı filmden Stasi ajanlarının sorgu deneyimlerinden biri şöyle ifade ediliyordu:
“Stasi’de temel bir kural vardı: Yeterince soru sorarsan yalan söyleyen kişi hikâyesini değiştirir. Lakin doğruyu söylüyorsa, anlattıkları ne kadar saçma olursa olsun değişmez.”
İçerikteki saçmalıklara takılanlara, ‘öz’ü gözden kaçırmamaları gerektiğini gayet iyi anlatan bir saptama. Ağaca değil ormana bakmamızı hatırlatan o ünlü atasözümüzden biraz farklı. Bütünden çok omurgaya dikkat çekiyor. Deneyimin kazanıldığı mekânların ürkütücülüğü, cümlenin gücünü herhalde azaltmaz. Tersine güçlendirir. Ayrıca en bozuk saat günde iki kez doğru zamanı göstermez mi?..
Kendinizi hafiften sorguya çekildiğinizi hissettiğiniz, iş görüşmelerinden başlayıp ‘dün gece nerdeydin?’ gibi sorulara yanıt vermek durumunda hissettiğiniz tüm anlar için işe yarayabilecek bir kıssadan hisse... Keşke çok daha önce takılsaymışız bu kelama; Eş ve Müşteri Nasıl Kaybedilir? adlı kitabımıza alırdık mutlaka…
Bir Pazar günü nereden nereye… ‘Serbest çağrışım’ dedikleri bu olsa gerek…
Biraz da Gümrük hızlansa…
Bir süre önce, biri İsviçre’den diğeri de Almanya’da bana PTT ile gönderilmiş iki paketten söz etmiştim. İsviçre’den gelen 1,5 ayda ulaşmıştı elimize. Diğeri Hamburg’dan yola çıkalı 1 ay olmuştu. Haber yoktu. PTT’yi aramaya çalışmış sonuç alamamıştım. Ben de başıma gelenleri 11 Ocak’ta Akşam’a yazdım…
Ondan sonra müthiş bir bilgilendirme trafiği başladı. PTT Başmüfettişi Salim Gürler sağ olsun bizzat ilgilendi. Önce telefonla aradı sonra da her iki kolinin hikâyesini anlatan ayrıntılı bir yazı geldi… Ankara’dan arandık, İstanbul’dan arandık ve paketimize kavuştuk. Sonunda mesele anlaşıldı. Gecikmelerden PTT sorumlu değildi (Web sitesi ve Çağrı Merkezindeki sorunlar hariç). Gümrüktü sorumlu olan. Onlar geciktiriyorlardı, bir de kara yoluyla geliyorsa yolda gecikebiliyordu… PTT yetkililerine teşekkür ettik. Konu kapandı… Kapandı mı?.. Şu sorunun yanıtı hâlâ açıkta:
Eline kolisi geç ulaşan herkese bu açıklamalar yapılacağına, Gümrük Bakanlığı işlemleri hızlandıramaz mı acaba?..
Derin bir klarnet ziyafeti…
Ta 1980’lerin başından tanışırız. Meslektaşım sevgili Bircan Usallı Silan bana bir CD göndermiş. Çok kötü hissettim kendimi. Bir kere CD’nin üzerinde adı yazan sanatçıyı tanımıyorum. Soyadını tabii ki biliyorum. Ama adı?…
Türkan Kandıralı… Sonradan öğrendim. Mustafa Kandıralı üstadın yeğeniymiş…
İnsanların ‘yapındığı’ algısını yaratan, ‘altını çizmekten’ yırtılan ‘projelerle’ karşılaştığım zaman hep ‘tırsmışımdır’... Bunların altından iyi bir şey çıkmaz genelde. CD önce bana o izlenimi verdi. Bir süre masamda bekledi. Sonra koyduk cd çalara… Ne de Bircan’ın hatırı var.
O da ne?..
Muhteşem ötesi bir klarnet yorumu… Bizim amatör kulak agresif yorumuyla Hüsnü kardeşimize alışmış… Kandıralı’nın yorumu Mustafa Kandıralı’dan da diğer klarnetçilerden de farklı. Çok daha derin. Albümün adı ilk parçayla aynı: My Star My Moon… Bir Mikis Theodorakis bestesi. Dünyaya ve kendi içinize doğru bir yolculuğa çıkmak istiyorsanız, mutlaka dinlemelisiniz.
Aftan resmen yararlanabilmek için affı resmen kabul etmem ve Ankara’da bir savcıya ifade vermem gerekmişti. Bugün hepsi çok önemli pozisyonlarda bulunan arkadaşlarla birlikte buluşup gittik. Sıra bana geldi. Girdim odaya. Askeri savcı son derece sempatik bir ses tonuyla dosyaları gösterdi, içinden bir iki özet bilgi verdi ve ne dediğimi sordu. Yanıtım hazırdı ve çok netti:“Diyecek bir şeyim yok!”…
Baktım savcı gülüyor… Gülmesi uzayınca, “Niye gülüyorsunuz?” dedim… Son derece kibar bir ifadeyle hiçbir zaman unutmayacağım şu yanıtı verdi: “Bir an için aynı tavrı bundan 3 yıl önce gösterseydiniz ne olurdu diye düşündüm de”…
… Son günlerde okuduğum Stasi haberleri bana o günü hatırlattı tekrar…
Almanca’da ‘Staat’(Devlet) ve ‘Sicherheit’ (Güvenlik) kelimelerinin kısaltılmasıyla oluşan Stasi, 3’üncü Reich’ın SS, SA veya Gestapo’sunu (Geheime Staatpolizei – Gizli Devlet Polisi) aratmayacak bir gizem ve gaddarlıkta pek çok filmde karşımıza çıkar. Oscar Ödüllü Başkalarının Hayatı (Das Leben der Anderen) adlı filmde de zulmünden örnekler verilen Stasi’nin ‘Mottosu’ neymiş peki? ‘Schild und Schwert der Partei’ (Parti'nin Kalkanı ve Kılıcı).
Benim içimde yok olmasından 17 yıl sonra Berlin Duvarı, tarihin önemli virajlarından birini simgeleyerek yıkılırken (9 Kasım 1989) Stasi binasında da harıl harıl eski belgeleri imha telaşı yaşanıyormuş. Kâğıtları kırpan makineler bozulunca elle yırtılan belgeler 1997 yılından bu yana sabırla biraraya getirilip dijital ortama aktarılıyormuş. İlk aşama tamamlanmış. Tüm belgeler 2014’de dijital ortamda olacakmış.
Bir süre önce Türkiye’ye gelip zurna gibi olduktan sonra altına kaçırdığı için magazincilerimizin maskarası olan, bir ihtimal biraz da bu yüzden memleketimize hayran kaldığı, hatta Müslüman olabileceğini söylediği iddia edilen Liam Neeson’ın başrolde oynadığı Kimliksiz (Unknown) adlı filmden Stasi ajanlarının sorgu deneyimlerinden biri şöyle ifade ediliyordu:
“Stasi’de temel bir kural vardı: Yeterince soru sorarsan yalan söyleyen kişi hikâyesini değiştirir. Lakin doğruyu söylüyorsa, anlattıkları ne kadar saçma olursa olsun değişmez.”
İçerikteki saçmalıklara takılanlara, ‘öz’ü gözden kaçırmamaları gerektiğini gayet iyi anlatan bir saptama. Ağaca değil ormana bakmamızı hatırlatan o ünlü atasözümüzden biraz farklı. Bütünden çok omurgaya dikkat çekiyor. Deneyimin kazanıldığı mekânların ürkütücülüğü, cümlenin gücünü herhalde azaltmaz. Tersine güçlendirir. Ayrıca en bozuk saat günde iki kez doğru zamanı göstermez mi?..
Kendinizi hafiften sorguya çekildiğinizi hissettiğiniz, iş görüşmelerinden başlayıp ‘dün gece nerdeydin?’ gibi sorulara yanıt vermek durumunda hissettiğiniz tüm anlar için işe yarayabilecek bir kıssadan hisse... Keşke çok daha önce takılsaymışız bu kelama; Eş ve Müşteri Nasıl Kaybedilir? adlı kitabımıza alırdık mutlaka…
Bir Pazar günü nereden nereye… ‘Serbest çağrışım’ dedikleri bu olsa gerek…
Biraz da Gümrük hızlansa…
Bir süre önce, biri İsviçre’den diğeri de Almanya’da bana PTT ile gönderilmiş iki paketten söz etmiştim. İsviçre’den gelen 1,5 ayda ulaşmıştı elimize. Diğeri Hamburg’dan yola çıkalı 1 ay olmuştu. Haber yoktu. PTT’yi aramaya çalışmış sonuç alamamıştım. Ben de başıma gelenleri 11 Ocak’ta Akşam’a yazdım…
Ondan sonra müthiş bir bilgilendirme trafiği başladı. PTT Başmüfettişi Salim Gürler sağ olsun bizzat ilgilendi. Önce telefonla aradı sonra da her iki kolinin hikâyesini anlatan ayrıntılı bir yazı geldi… Ankara’dan arandık, İstanbul’dan arandık ve paketimize kavuştuk. Sonunda mesele anlaşıldı. Gecikmelerden PTT sorumlu değildi (Web sitesi ve Çağrı Merkezindeki sorunlar hariç). Gümrüktü sorumlu olan. Onlar geciktiriyorlardı, bir de kara yoluyla geliyorsa yolda gecikebiliyordu… PTT yetkililerine teşekkür ettik. Konu kapandı… Kapandı mı?.. Şu sorunun yanıtı hâlâ açıkta:
Eline kolisi geç ulaşan herkese bu açıklamalar yapılacağına, Gümrük Bakanlığı işlemleri hızlandıramaz mı acaba?..
Derin bir klarnet ziyafeti…
Ta 1980’lerin başından tanışırız. Meslektaşım sevgili Bircan Usallı Silan bana bir CD göndermiş. Çok kötü hissettim kendimi. Bir kere CD’nin üzerinde adı yazan sanatçıyı tanımıyorum. Soyadını tabii ki biliyorum. Ama adı?…
Türkan Kandıralı… Sonradan öğrendim. Mustafa Kandıralı üstadın yeğeniymiş…
İnsanların ‘yapındığı’ algısını yaratan, ‘altını çizmekten’ yırtılan ‘projelerle’ karşılaştığım zaman hep ‘tırsmışımdır’... Bunların altından iyi bir şey çıkmaz genelde. CD önce bana o izlenimi verdi. Bir süre masamda bekledi. Sonra koyduk cd çalara… Ne de Bircan’ın hatırı var.
O da ne?..
Muhteşem ötesi bir klarnet yorumu… Bizim amatör kulak agresif yorumuyla Hüsnü kardeşimize alışmış… Kandıralı’nın yorumu Mustafa Kandıralı’dan da diğer klarnetçilerden de farklı. Çok daha derin. Albümün adı ilk parçayla aynı: My Star My Moon… Bir Mikis Theodorakis bestesi. Dünyaya ve kendi içinize doğru bir yolculuğa çıkmak istiyorsanız, mutlaka dinlemelisiniz.