Tekâmülün ilk adımı: ‘Okumak’…
04 EKİM 2010
Ama hangi ‘okumak’?..
Başbakanlık Başdanışmanı Dr. İbrahim Kalın, New Perspectives Quarterly Türkiye (NPQ) dergisinin Sonbahar sayısına muhteşem bir yazı göndermiş.
Eğer Türkçeyi 150 kelime ile konuşmak gerektiğine inanmıyorsanız; eğer dünyayı, çevrenizi ve kendinizi anlama çabasını ‘gereksiz’ bir ‘entel dantel’ uğraş olarak görmüyorsanız; eğer ‘anlama’ eylemi için ‘soyutlama’ eyleminden yola çıkmanın ‘geri zekâlı’ bir ‘karmaşa’ olduğunu düşünmüyorsanız; eğer ‘soyutlamak’ için bilgiyi sürekli ‘yeniden üretme’nin’ ancak anlaşılmaz laflar eden ‘garip’ adamların işi olduğunu düşünmüyorsanız; eğer esenlik içinde olmak adına ‘anlamakla’ başlayıp ‘yönlendirmeye’ kadar uzanan beş aşamalı yolda (bkz. Daha önceki yazılarımız) yürümenin bir tür ‘vakit kaybı’ olduğunu düşünmüyorsanız; işte o zaman NPQ Türkiye’nin son sayısına mutlaka bir göz atıp, Dr. Kalın’ın yazısının tamamını okuyunuz…
İşte o yazıdan tadımlık birkaç cümle:
"17’nci yüzyılda yaşamış Şiraz’lı bilge-filozof Molla Sadra’ya göre varlıklar değişim ilkesini kendi özlerinde barındırırlar. Sadra’nın tabiriyle ‘cevheri hareket’ yani nesnelerin özünde meydana gelen değişim, onların nihai gayesi olan kemal haline kadar devam eder. Şartlar müsait hale geldiğinde her varlık, arzuladığı o nihai gayeye ulaşır."
***
Bence bu paragrafın en can alıcı dört kelimesi şunlar: “Şartlar müsait hale geldiğinde”…
Bazıları için, yazarın sözünü ettiği o şartlar hiçbir zaman müsait hale gelmez. Bazıları içinse çok erken oluşurken, benim gibi 32’sinden sonra kafasına saksı düşmüş olanlar da vardır…
İşte o saksının kafama düşmesini sağlayan olaylardan biri hiç şüphesiz 1976-78 yılları arasında katıldığım bir seminerdi. O zamanlar Boğaziçi Üniversitesi’nde sinema dersleri veren kadim (başlangıcı olmayan) dostum Üstün Barışta’nın sinema kulübünün organize ettiği bir ‘sinema semineriydi’ bu…
İki yıl boyunca her hafta üniversitenin o muhteşem kütüphanesine taşınmıştık. Tuhaf bir mekândı. Hiçbir şey yapmadan o atmosferde sadece oturup kalsaydınız bile ruhunuz kemale ermese de siz öyle olduğu hissine kapılabilirdiniz…
Demek ki aradan 30 yıldan fazla geçmiş. İki gün önce o seminerin ‘kırıntısı’ sayılabilecek bir çalıştayı Bersay İletişim Enstitüsü’nde başlattık. Ayda bir kez bir araya gelmek üzere 9 ayı kapsayacak bir çalışma bu. Sadece Enstitü’nün yakın çevresine değil herkese açık toplantının ilkine 25’den fazla kişi katıldı. Çalıştay’ın adını daha önce burada yazmıştım: “Sinema Muhabbetleri: Sinemayı Okumak Hayatı Okumak demektir. Sinemacı olmayan ‘sinemacılar’ ve ‘okuyarak eğlenmek’ isteyenlere açıktır!”
Bu adın kendisi bile bir ‘katılım filtresi’ görevi için konmuştu. Kısmen de görevini yerine getirdi.
***
Çalıştayda dört tane ‘iş’ üzerine konuştuk. Dört sanat eserini ‘yeniden üretmek” üzere ‘okumaya çalıştık’. Merakınız varsa, benzer bir çalışmayı siz de kendi başınıza yapmayı deneyebilirsiniz.
Sezen Aksu’nun ‘Gidemem’ adlı parçası… Todd Field’in “Little Children”ı (2006), Sam Mendes’in “Revolutionary Road”u (2008) ve Rebecca Miller’in “The Private Lives of Pippa Lee”si (2009)… Bu dört –dışarıdan bakıldığında aslanlar gibi ‘popüler’- sanat eserini ‘klasik’ ve anlamlı kılan benzerliklerin neler olduğunu bulmakla başlayabilirsiniz…
“Ben ne hissettim?” diye sorarak değil, “Yönetmen ne demek istiyor?” diye sorarak… Hayatı okumakta temel zorlandığımız nokta da orası değil midir? Hep, “Biz ne anlıyoruz?” diye bakmaz mıyız olaya; “Karşımızdaki ne demek istiyor?” diye sormak yerine…
İkinci bakacağınız yer ise dört eser arasında birbirine benzemeyen noktalar olabilir. Tabii ki odaktaki karakter açısından…
Hepsi bu… Ne kadar kolay değil mi?
Başbakanlık Başdanışmanı Dr. İbrahim Kalın, New Perspectives Quarterly Türkiye (NPQ) dergisinin Sonbahar sayısına muhteşem bir yazı göndermiş.
Eğer Türkçeyi 150 kelime ile konuşmak gerektiğine inanmıyorsanız; eğer dünyayı, çevrenizi ve kendinizi anlama çabasını ‘gereksiz’ bir ‘entel dantel’ uğraş olarak görmüyorsanız; eğer ‘anlama’ eylemi için ‘soyutlama’ eyleminden yola çıkmanın ‘geri zekâlı’ bir ‘karmaşa’ olduğunu düşünmüyorsanız; eğer ‘soyutlamak’ için bilgiyi sürekli ‘yeniden üretme’nin’ ancak anlaşılmaz laflar eden ‘garip’ adamların işi olduğunu düşünmüyorsanız; eğer esenlik içinde olmak adına ‘anlamakla’ başlayıp ‘yönlendirmeye’ kadar uzanan beş aşamalı yolda (bkz. Daha önceki yazılarımız) yürümenin bir tür ‘vakit kaybı’ olduğunu düşünmüyorsanız; işte o zaman NPQ Türkiye’nin son sayısına mutlaka bir göz atıp, Dr. Kalın’ın yazısının tamamını okuyunuz…
İşte o yazıdan tadımlık birkaç cümle:
"17’nci yüzyılda yaşamış Şiraz’lı bilge-filozof Molla Sadra’ya göre varlıklar değişim ilkesini kendi özlerinde barındırırlar. Sadra’nın tabiriyle ‘cevheri hareket’ yani nesnelerin özünde meydana gelen değişim, onların nihai gayesi olan kemal haline kadar devam eder. Şartlar müsait hale geldiğinde her varlık, arzuladığı o nihai gayeye ulaşır."
***
Bence bu paragrafın en can alıcı dört kelimesi şunlar: “Şartlar müsait hale geldiğinde”…
Bazıları için, yazarın sözünü ettiği o şartlar hiçbir zaman müsait hale gelmez. Bazıları içinse çok erken oluşurken, benim gibi 32’sinden sonra kafasına saksı düşmüş olanlar da vardır…
İşte o saksının kafama düşmesini sağlayan olaylardan biri hiç şüphesiz 1976-78 yılları arasında katıldığım bir seminerdi. O zamanlar Boğaziçi Üniversitesi’nde sinema dersleri veren kadim (başlangıcı olmayan) dostum Üstün Barışta’nın sinema kulübünün organize ettiği bir ‘sinema semineriydi’ bu…
İki yıl boyunca her hafta üniversitenin o muhteşem kütüphanesine taşınmıştık. Tuhaf bir mekândı. Hiçbir şey yapmadan o atmosferde sadece oturup kalsaydınız bile ruhunuz kemale ermese de siz öyle olduğu hissine kapılabilirdiniz…
Demek ki aradan 30 yıldan fazla geçmiş. İki gün önce o seminerin ‘kırıntısı’ sayılabilecek bir çalıştayı Bersay İletişim Enstitüsü’nde başlattık. Ayda bir kez bir araya gelmek üzere 9 ayı kapsayacak bir çalışma bu. Sadece Enstitü’nün yakın çevresine değil herkese açık toplantının ilkine 25’den fazla kişi katıldı. Çalıştay’ın adını daha önce burada yazmıştım: “Sinema Muhabbetleri: Sinemayı Okumak Hayatı Okumak demektir. Sinemacı olmayan ‘sinemacılar’ ve ‘okuyarak eğlenmek’ isteyenlere açıktır!”
Bu adın kendisi bile bir ‘katılım filtresi’ görevi için konmuştu. Kısmen de görevini yerine getirdi.
***
Çalıştayda dört tane ‘iş’ üzerine konuştuk. Dört sanat eserini ‘yeniden üretmek” üzere ‘okumaya çalıştık’. Merakınız varsa, benzer bir çalışmayı siz de kendi başınıza yapmayı deneyebilirsiniz.
Sezen Aksu’nun ‘Gidemem’ adlı parçası… Todd Field’in “Little Children”ı (2006), Sam Mendes’in “Revolutionary Road”u (2008) ve Rebecca Miller’in “The Private Lives of Pippa Lee”si (2009)… Bu dört –dışarıdan bakıldığında aslanlar gibi ‘popüler’- sanat eserini ‘klasik’ ve anlamlı kılan benzerliklerin neler olduğunu bulmakla başlayabilirsiniz…
“Ben ne hissettim?” diye sorarak değil, “Yönetmen ne demek istiyor?” diye sorarak… Hayatı okumakta temel zorlandığımız nokta da orası değil midir? Hep, “Biz ne anlıyoruz?” diye bakmaz mıyız olaya; “Karşımızdaki ne demek istiyor?” diye sormak yerine…
İkinci bakacağınız yer ise dört eser arasında birbirine benzemeyen noktalar olabilir. Tabii ki odaktaki karakter açısından…
Hepsi bu… Ne kadar kolay değil mi?