Terörün milliyeti olmaz
28 OCAK 2007
24 Ocak günü “İstanbul sel oldu aktı; ama yetmez!” demişiz. Ve devam etmişiz: “Sıra sivil toplum örgütlerinin tepkisinde. Tam sayfa ilanlarla mesela. Başta TÜSİAD ve TOBB’un bulunduğu yüzlerce STK’nın imzasını taşıyan bir bildiri... Dünya STK tepkilerine büyük önem atfeder. Ardından 301’inci maddenin kaldırılması gerekir. Bir de tabii, suikastın arkasındaki güçlerin ortaya ne kadar çıkarılabildiği önemli... Ancak bu şekilde halk – STK’lar – devlet üçgeni tamamlanmış ve Türkiye’nin itibarının gördüğü hasar belki minimuma indirilmiş olur...”
Aynı yazıda bir de içimizdeki bir sızıyı dile getirmişiz:“Bu arada hafızamı şöyle bir gerilere doğru yokladım. Hatırlamaya çalıştım. Bizim diplomatlar ASALA tarafından patır kütür kurşuna dizilirken, o ülkelerde, o dünya kentlerinde bizim şehitler için bu tür gösteriler, törenler, ayinler düzenlenmiş miydi?.. Ben hatırlayamadım. Ya siz?..”
Bunun üzerine Artun Sürmeli’nin posta kutusundan bir e-posta gönderilmiş bize. Zehir zıkkım… Özetle deniyor ki: “... Asala kurbanları için, o ülkelerde böyle yürüyüşler, törenler düzenlenmediğini belirtmişsiniz. Kusura bakmayın ama henüz Aristo mantığını bile kullanamadığınızı gazeteden okurlarınıza ilan etmişsiniz! O Asala kurbanları öldürüldükleri ülkelerin vatandaşları değillerdi. Onların kaybı değillerdi. Paris’teki Fransız’ın, Los Angeles’daki Amerikalının sorunu değildi diplomatlarımız. Dolayısı ile bir yürüyüş veya tören yapılacaksa bu yine bizden gelmeliydi, vuruldukları toprakların vatandaşlarından değil.”
Artun Sürmeli’ye şunu sormak gerek. Örneğin, teröristler İstanbul’daki Fransız ya da İngiliz Konsolosluğu’nu bassalar... Bir kaç kişiyi kurşuna dizseler... Biz Türkler olarak buna tepki vermeyecek miyiz? Fransızlar, İngilizler olayı protesto etsin, onlar yürüyüş tören yapsın; bize ne, mi diyeceğiz?.. Ya da Olaf Palme öldürüldüğünde; kendi vatandaşları dışında kimse tepki vermemeli miydi?..
Ben ihanetin, alçaklığın, ırkçılığın milletinin, coğrafi özelliğinin olmadığına, bu nedenle de kendilerine konuk olan iki diplomatı teröre kurban veren Los Angeleslıların bu durumu protesto etmeleri gerektiğine inanıyorum.
Artun Bey ayrıca konuyu itibar noktasından ele almamı da eleştirmiş. Evet Türkiye’nin itibarı bu cinayetle ciddi olarak hasara uğramıştır. Ve bir Türk vatandaşı olarak ülkemin itibarının ve marka değerinin restore edilmesi beni çok yakından ilgilendirir. Sizi de ilgilendirmelidir. Çünkü hepimiz aynı teknedeyiz. Yoksa değil miyiz?..
Dağ fare doğurmuş
Reklamın başı ile sonu arasında ancak bu kadar uzaklık olur... Philips, enerji tasarruflu ampuller reklamı öyle başlıyor ki, insan müthiş sofistike, pahalı, kalburüstü bir ürün ile karşılaşacağını sanıyor. Bir de bakıyorsunuz, karşınızda ‘bizim Philips’...
Her türlü ilişki ve iletişim yönetiminde mutlaka vaatle gerçek arasında bir uyum olması gerekir. Yoksa yarattığınız düş kırıklığı bumerang etkisi yaratır. Nasıl son derece sofistike ve pahalı bir ürünü sıradanmış gibi anlatmanız yanlış olursa; bu, tersi için de geçerlidir. Philips günlük gazetelere de reklam veren bir marka. Bu nedenle o filmdeki riski, yazılı basında azaltma yoluna gidebilir.
Riskli ama başarılı
Aslında riskli bir iş TEB (Türk Ekonomi Bankası) . Olumsuzdan yola çıkıp olumluyu anlatmaya çalışmak bizde kolay kolay tutmaz. Birine“Geri zekalıysanız bu ürünü almayın!” dersiniz; o ürünü gerçekten de almaz. İki olumsuzdan bir olumlu çıkarmak; bizim milletin algılama sistematiğinde yok. O nedenle ‘ne – ne’ cümlelerini kurmakta zorlanır. ‘Ne tiyatroya ne de evden çıktıktan sonra sinemaya gitmedim’ der; ‘gittim’ demesi gerekirken. Böyle yapmakta da haklıdır. O yüzden akıllı olanlarımız yüklemi öne çekerler: Ne tiyatroya gittim; ne de evden çıktıktan sonra sinemaya... O zaman yüklemi pozitif bırakabilir.
Bu karmaşık durumda TEB’in “Siz paranızdan daha önemli şeylerle ilgilenin; bırakın yatırımlarınızla, ödemelerinizle TEB ilgilensin” sloganlı reklam filmi yukarıda açmaya çalıştığımız riski taşımasına rağmen; çok başarılı...
Ne şöhret kullanmış. Ne de akılda kalacak başka bir numara. Dümdüz anlatmış ne diyeceğini. Boğaz’da bankta oturan genç çift de, hastanede hocasıyla vizite çıkmış hekim de son derece sahici. TEB’in tüm ölçümlemelerde, iş dünyası ve medya nezdinde belki en çok tanınan değil ama en beğenilen bankalardan biri olarak çıkması boşuna değil. Allahları var; TEB markasını çok iyi yönetiyorlar. Bankanın yarısı yabancı ortağa satılırken ortaya çıkan fiyatta iyi yönetilmiş olan iletişimin katkısı ne kadardı acaba?
Yerseniz, çok iyi...
Bu seferki biraz daha iyi. Cinsel gönderme daha arka planda. Özkan Uğur hiç değilse bu kez ilk insan kılığında yumruklarını göğsüne vurarak Aganigi Naganigi diye naralar atıp; cinsel buluşma için eşini çağırmıyor. Eşi de anlamlı bir şekilde arkadaşına bir mağara ziyaretine gitmişken; ‘kadınlık görevini’ yerine getirme edasıyla “Kocam çağırıyor, gitmem gerek kardeş!” diye koşturmuyor...
Bu sefer Özkan, ünlüleri çağırıyor sahneye. Çağla Şikel, Deniz Seki, Pakize Suda, Kadir Çöpdemir’e soruyor: “Aganigi ne demektir?”. Onlar da neye iyi geldiğini sıralıyorlar. Fakat sonunda da espriyi patlatıyorlar. “Tabii yersen!” Buradaki ince cinası seyirci anlıyor. Anlıyor ki; gülüyor. Nedir o cinas? Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla numarası. Yemek, yani ‘sindirim sistemini harekete geçirmek’ yüklemi iki anlamlı kullanıyor: Bir: Fiziki sindirme; iki: İnanırsan, içine sindirebilirsen...
Dedik ya, bu sefer ki eskileri kadar kaba değil. Daha ince; tabii yerseniz...
Aynı yazıda bir de içimizdeki bir sızıyı dile getirmişiz:“Bu arada hafızamı şöyle bir gerilere doğru yokladım. Hatırlamaya çalıştım. Bizim diplomatlar ASALA tarafından patır kütür kurşuna dizilirken, o ülkelerde, o dünya kentlerinde bizim şehitler için bu tür gösteriler, törenler, ayinler düzenlenmiş miydi?.. Ben hatırlayamadım. Ya siz?..”
Bunun üzerine Artun Sürmeli’nin posta kutusundan bir e-posta gönderilmiş bize. Zehir zıkkım… Özetle deniyor ki: “... Asala kurbanları için, o ülkelerde böyle yürüyüşler, törenler düzenlenmediğini belirtmişsiniz. Kusura bakmayın ama henüz Aristo mantığını bile kullanamadığınızı gazeteden okurlarınıza ilan etmişsiniz! O Asala kurbanları öldürüldükleri ülkelerin vatandaşları değillerdi. Onların kaybı değillerdi. Paris’teki Fransız’ın, Los Angeles’daki Amerikalının sorunu değildi diplomatlarımız. Dolayısı ile bir yürüyüş veya tören yapılacaksa bu yine bizden gelmeliydi, vuruldukları toprakların vatandaşlarından değil.”
Artun Sürmeli’ye şunu sormak gerek. Örneğin, teröristler İstanbul’daki Fransız ya da İngiliz Konsolosluğu’nu bassalar... Bir kaç kişiyi kurşuna dizseler... Biz Türkler olarak buna tepki vermeyecek miyiz? Fransızlar, İngilizler olayı protesto etsin, onlar yürüyüş tören yapsın; bize ne, mi diyeceğiz?.. Ya da Olaf Palme öldürüldüğünde; kendi vatandaşları dışında kimse tepki vermemeli miydi?..
Ben ihanetin, alçaklığın, ırkçılığın milletinin, coğrafi özelliğinin olmadığına, bu nedenle de kendilerine konuk olan iki diplomatı teröre kurban veren Los Angeleslıların bu durumu protesto etmeleri gerektiğine inanıyorum.
Artun Bey ayrıca konuyu itibar noktasından ele almamı da eleştirmiş. Evet Türkiye’nin itibarı bu cinayetle ciddi olarak hasara uğramıştır. Ve bir Türk vatandaşı olarak ülkemin itibarının ve marka değerinin restore edilmesi beni çok yakından ilgilendirir. Sizi de ilgilendirmelidir. Çünkü hepimiz aynı teknedeyiz. Yoksa değil miyiz?..
Dağ fare doğurmuş
Reklamın başı ile sonu arasında ancak bu kadar uzaklık olur... Philips, enerji tasarruflu ampuller reklamı öyle başlıyor ki, insan müthiş sofistike, pahalı, kalburüstü bir ürün ile karşılaşacağını sanıyor. Bir de bakıyorsunuz, karşınızda ‘bizim Philips’...
Her türlü ilişki ve iletişim yönetiminde mutlaka vaatle gerçek arasında bir uyum olması gerekir. Yoksa yarattığınız düş kırıklığı bumerang etkisi yaratır. Nasıl son derece sofistike ve pahalı bir ürünü sıradanmış gibi anlatmanız yanlış olursa; bu, tersi için de geçerlidir. Philips günlük gazetelere de reklam veren bir marka. Bu nedenle o filmdeki riski, yazılı basında azaltma yoluna gidebilir.
Riskli ama başarılı
Aslında riskli bir iş TEB (Türk Ekonomi Bankası) . Olumsuzdan yola çıkıp olumluyu anlatmaya çalışmak bizde kolay kolay tutmaz. Birine“Geri zekalıysanız bu ürünü almayın!” dersiniz; o ürünü gerçekten de almaz. İki olumsuzdan bir olumlu çıkarmak; bizim milletin algılama sistematiğinde yok. O nedenle ‘ne – ne’ cümlelerini kurmakta zorlanır. ‘Ne tiyatroya ne de evden çıktıktan sonra sinemaya gitmedim’ der; ‘gittim’ demesi gerekirken. Böyle yapmakta da haklıdır. O yüzden akıllı olanlarımız yüklemi öne çekerler: Ne tiyatroya gittim; ne de evden çıktıktan sonra sinemaya... O zaman yüklemi pozitif bırakabilir.
Bu karmaşık durumda TEB’in “Siz paranızdan daha önemli şeylerle ilgilenin; bırakın yatırımlarınızla, ödemelerinizle TEB ilgilensin” sloganlı reklam filmi yukarıda açmaya çalıştığımız riski taşımasına rağmen; çok başarılı...
Ne şöhret kullanmış. Ne de akılda kalacak başka bir numara. Dümdüz anlatmış ne diyeceğini. Boğaz’da bankta oturan genç çift de, hastanede hocasıyla vizite çıkmış hekim de son derece sahici. TEB’in tüm ölçümlemelerde, iş dünyası ve medya nezdinde belki en çok tanınan değil ama en beğenilen bankalardan biri olarak çıkması boşuna değil. Allahları var; TEB markasını çok iyi yönetiyorlar. Bankanın yarısı yabancı ortağa satılırken ortaya çıkan fiyatta iyi yönetilmiş olan iletişimin katkısı ne kadardı acaba?
Yerseniz, çok iyi...
Bu seferki biraz daha iyi. Cinsel gönderme daha arka planda. Özkan Uğur hiç değilse bu kez ilk insan kılığında yumruklarını göğsüne vurarak Aganigi Naganigi diye naralar atıp; cinsel buluşma için eşini çağırmıyor. Eşi de anlamlı bir şekilde arkadaşına bir mağara ziyaretine gitmişken; ‘kadınlık görevini’ yerine getirme edasıyla “Kocam çağırıyor, gitmem gerek kardeş!” diye koşturmuyor...
Bu sefer Özkan, ünlüleri çağırıyor sahneye. Çağla Şikel, Deniz Seki, Pakize Suda, Kadir Çöpdemir’e soruyor: “Aganigi ne demektir?”. Onlar da neye iyi geldiğini sıralıyorlar. Fakat sonunda da espriyi patlatıyorlar. “Tabii yersen!” Buradaki ince cinası seyirci anlıyor. Anlıyor ki; gülüyor. Nedir o cinas? Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla numarası. Yemek, yani ‘sindirim sistemini harekete geçirmek’ yüklemi iki anlamlı kullanıyor: Bir: Fiziki sindirme; iki: İnanırsan, içine sindirebilirsen...
Dedik ya, bu sefer ki eskileri kadar kaba değil. Daha ince; tabii yerseniz...