Uzmanlaşmak; odaklanmakla mümkün
25 ARALIK 2012
The Guardian’da yorumları yayımlanan, “Süpermedya: Dünyayı Kurtarabilmesi İçin Gazeteciliği Kurtarmak” isimli kitabın sahibi, BBC’de 20 yıl gazetecilik yapmış Charlie Beckett, “Gelecek uzmanlaşmış gazeteciliğin olacak” demiş.
Bilgi Üniversitesi’nin davetlisi olarak İstanbul’a gelen Beckett, sosyal medyaya herkesin ulaşabildiğini ve insanların ‘daha fazlasını’ almak için örneğin CNN’i izlediğini söylemiş. İnsanların medyada kökleşmiş bazı markalara güven duyduğunu ve en geçerli kriterin ‘uzmanlaşma’ olduğunu da eklemiş.
Marketing Türkiye dergisi 1 Ocak 2013 sayısı için yazdığım makalenin başlığını “Ben bir generalistim” diye atarken henüz Beckett’in yorumlarını okumamıştım. İletişim sektöründe varlık gösteren, medyasından halkla ilişkilercisine, reklamcısına, danışmanına kadar kahir çoğunluğun ‘generalist’ olduğu düşüncesiydim.
“Her şeyi bilen, her işe maydanoz olabilen’ (HBB ve HBM) ve ihtiyaçlar doğrultusunda çeşitli disiplinler arasında ilişki kurarak gerçekçi analizler yapabilecek bir akıl yürütmeyle, pratik tecrübe ve zekayla uygulamaya yönelik bilgilerini ‘kullanan’lar....
Charlie Beckett’in sözünü ettiği gazetecilik mesleğini ülkemizde uygulayanlar da dahil olmak üzere iletişim sektöründe var olduğunu düşünen herkes dahil, uzmanlık alanlarından hepimiz anlarız ve biraz da üstün körü araştırırak ‘generalist’ kültürümüz sayesinde söyleyecek bir çift laf bulup çıkartmakta zorluk çekmeyiz.
Günümüzde hepsi birer özel derinlik gerektiren sektörler ve uzmanlık alanlarında ‘derinlik kazanma’ ya da Beckett’in ‘uzmanlaşma’ tabiriyle önümüze koyduğu ‘gelecek rotası’nın, bazı arkadaşlarımızın sandığı gibi sanayileşme toplumunun buharlı lokomotiften hızlı trenlere geçiş dönemine has bir ‘ihtisaslaşma’yla ilgisi yoktur.
19. ve 20. Yüzyıllarda ortaya çıkan, post modernist dönemlerin alt kırılımlarına ayırarak şekillendirdiği disiplinlerden söz ediyoruz. Eski Yunandaki gibi bir durum yoktur artık. Hem filozof, hem hekim, hem bakkal, hem de diş hekimi olunamıyor dünyamızda. Hekim olmak da yetmiyor, cerrah olmak da, neyin cerrahı olduğunuz hatta onun da alt kırılımında uzmanlaşmış olmanız bekleniyor…
Peki yapılması gereken nedir?
Derinleşmek için önce hedef koymak, ona göre ‘sınırlamak’ ve nihayet ‘odaklanmak’...
Neyi yapmayacağını bilmek ve yapmak istediğin işe adanmak... Siyasi iletişim yapmaya soyunanlara duyurulur…
‘Le Capital’...
Geçen hafta açıklanan Birleşmiş Milletler’in (BM) ekonomik tahmin raporunda resesyon tehlikesinin altı çiziliyordu. BM Kalkınma Politikası ve Tahliller Bölümü Başkanı Rob Vos, ABD’nin mali uçuruma dayandığını, Çin ekonomisinin de ani çöküş tehlikesi altında bulunduğunu söylüyor ve avro krizini de tabloya dahil ederek bir ‘küresel resesyon’dan söz ediyordu.
80’ine merdiven dayamış Yunanlı yönetmen Costa Gavras’ın tam da dünyanın yaşadığı bu küresel kriz yıllarında “Le Capital” (Das Kapital, Sermaye) adlı bir film çekmiş olması ilginç. Politik sinemanın vazgeçilmez ustasına göre (Z, L'aveu, État de siège, Missing, Amen), dünyayı siyasetçiler değil ekonomi guruları yönetiyor.
Costa Gavras yeni filminin tanıtımı için El Pais ve Rolling Stone‘a röportaj vermiş ve Taraf gazetesi de bu iki söyleşiyi derlemiş. Usta yönetmen 68 kuşağının protesto dönemiyle ilgili olarak “İnsanların hali vakti yerindeydi ve daha fazla özgürlük için insanlar sokaklara çıkıyordu. Şimdi ise aç oldukları için sokaktalar” tespitini yapıyor.
Costa Gavras’a göre artık devletlerin gücünden söz etmek mümkün değil. Onun ifadesiyle “Birtakım finans guruları çıkıyor ve hükümetleri manipüle ediyor.”
Röportajda zurnanın zırt dediği yerinde “Sizce ilerici partiler krize neden bir cevap veremediler?” sorusuna yönetmenin karşılığı çok hoş:
“Ah keşke bunu ben de bilsem... Fransız Cumhurbaşkanı Hollande’a bir bakın, lider seçilmesinin ardından geçen bu kısa sürede insanları nasıl da aldattı... Çözüm oy verdiğimiz insanlardan gelmeli. Biz sinemacıların yaptığı şey adil sorular sormaktır.”
“Çözüm var mı yoksa havluyu atalım mı?” diyen gazeteciye Costa Gavras şu karşılığı vermiş:
“Asla. Ben inanmış bir iyimserim. Kanımca insan denen varlık zor durumları tersine çevirip daha adil bir dünya inşa etme gücüne sahip. Ama bunu sessiz kalarak ya da yerinizde oturarak yapamazsınız.”
80 yaşında genç kalmasını bilen Costa Gavras’ın azim ve beceriyle işine odaklanmasındaki müthiş ve iflah olmaz umudu, bir önceki yazımda sözünü ettiğim ‘uzmanlaşma’ya olağanüstü bir örnektir. Görüşlerine, dünyayı kavrayış biçimine katılın ya da katılmayın, ki ben katılmam, MArx’ın Das Kapita’ine gönderme yapan ‘Le Capital’i ilgiyle izleyeceğinizden şüpheniz olmasın.
Popüler kültürün en temel sorunu
BMJ Open dergisi, yaptığı bir araştırma ile Avrupa ve Kuzey Amerika’dan 1956 ila 2006 yılları arasında meşhur olan 1.400 rock ve pop yıldızının kariyerini incelemiş. Araştırmanın sona erdiği 20 Şubat 2012 tarihine kadar 137 şarkıcının erken yaşta hayatını kaybetmiş olduğu kaydedilmiş. Elvis Presley, Jimi Hendrix, Michael Jackson, Amy Winehouse, Whitney Houston, Kurt Cobain...
Amerikalıların daha erken öldüğünün ortaya çıkarıldığı araştırmada Avrupalı şarkıcılar için ortalama ölüm yaşı 39 olarak belirlenmiş. Solo şarkıcıların grup müzisyenleriyle kıyaslandığında vaktinden erken ölme olasılıkları, Avrupalı ya da Kuzey Amerikalı olmalarına bakılmaksızın, iki kat daha fazlaymış. Nedenleri arasında uzun turnelerin yanısıra, sağlık hizmetlerine ulaşım ve uyuşturucu kullanımı ihtimal olarak sayılıyor.
‘Ünlü davranışları’ üzerine uzman psikolog Honey Langcaster-James’in şu değerlendirmesi akla, Hollywood’un son yıllarda pek çok filme ‘maneviyat yoksunluğunun bedelleri’ni konu etmesinin gerekçelerini getirmiyor mu?
“Solo şarkıcılar, genel olarak, hayata daha yalnız bakıyorlar; kasıtlı olarak yalnız devam etmeyi seçiyorlar. (...) Ve kendilerini, etraflarındaki herkesin ücretli çalışanlar, PR’cılar ve menajerleri olduğu bir ortamda buluyorlar. Hepsi, onlarla kişisel ihtiyaçları üzerinden değil de, finansal bakış açısı üzerinden ilişki kuruyor. Bu da sanatçılar açısından kime güvenecekleri hususunda zor bir durum yaratıyor.”
Manevi yoksunluğun bir başka sonucunun da “derinlik” olduğunu söyleyemez miyiz? Ne kadar hüzün, o kadar derinlik...
Amy Winehouse’ı bir düşünsenize...
Bilgi Üniversitesi’nin davetlisi olarak İstanbul’a gelen Beckett, sosyal medyaya herkesin ulaşabildiğini ve insanların ‘daha fazlasını’ almak için örneğin CNN’i izlediğini söylemiş. İnsanların medyada kökleşmiş bazı markalara güven duyduğunu ve en geçerli kriterin ‘uzmanlaşma’ olduğunu da eklemiş.
Marketing Türkiye dergisi 1 Ocak 2013 sayısı için yazdığım makalenin başlığını “Ben bir generalistim” diye atarken henüz Beckett’in yorumlarını okumamıştım. İletişim sektöründe varlık gösteren, medyasından halkla ilişkilercisine, reklamcısına, danışmanına kadar kahir çoğunluğun ‘generalist’ olduğu düşüncesiydim.
“Her şeyi bilen, her işe maydanoz olabilen’ (HBB ve HBM) ve ihtiyaçlar doğrultusunda çeşitli disiplinler arasında ilişki kurarak gerçekçi analizler yapabilecek bir akıl yürütmeyle, pratik tecrübe ve zekayla uygulamaya yönelik bilgilerini ‘kullanan’lar....
Charlie Beckett’in sözünü ettiği gazetecilik mesleğini ülkemizde uygulayanlar da dahil olmak üzere iletişim sektöründe var olduğunu düşünen herkes dahil, uzmanlık alanlarından hepimiz anlarız ve biraz da üstün körü araştırırak ‘generalist’ kültürümüz sayesinde söyleyecek bir çift laf bulup çıkartmakta zorluk çekmeyiz.
Günümüzde hepsi birer özel derinlik gerektiren sektörler ve uzmanlık alanlarında ‘derinlik kazanma’ ya da Beckett’in ‘uzmanlaşma’ tabiriyle önümüze koyduğu ‘gelecek rotası’nın, bazı arkadaşlarımızın sandığı gibi sanayileşme toplumunun buharlı lokomotiften hızlı trenlere geçiş dönemine has bir ‘ihtisaslaşma’yla ilgisi yoktur.
19. ve 20. Yüzyıllarda ortaya çıkan, post modernist dönemlerin alt kırılımlarına ayırarak şekillendirdiği disiplinlerden söz ediyoruz. Eski Yunandaki gibi bir durum yoktur artık. Hem filozof, hem hekim, hem bakkal, hem de diş hekimi olunamıyor dünyamızda. Hekim olmak da yetmiyor, cerrah olmak da, neyin cerrahı olduğunuz hatta onun da alt kırılımında uzmanlaşmış olmanız bekleniyor…
Peki yapılması gereken nedir?
Derinleşmek için önce hedef koymak, ona göre ‘sınırlamak’ ve nihayet ‘odaklanmak’...
Neyi yapmayacağını bilmek ve yapmak istediğin işe adanmak... Siyasi iletişim yapmaya soyunanlara duyurulur…
‘Le Capital’...
Geçen hafta açıklanan Birleşmiş Milletler’in (BM) ekonomik tahmin raporunda resesyon tehlikesinin altı çiziliyordu. BM Kalkınma Politikası ve Tahliller Bölümü Başkanı Rob Vos, ABD’nin mali uçuruma dayandığını, Çin ekonomisinin de ani çöküş tehlikesi altında bulunduğunu söylüyor ve avro krizini de tabloya dahil ederek bir ‘küresel resesyon’dan söz ediyordu.
80’ine merdiven dayamış Yunanlı yönetmen Costa Gavras’ın tam da dünyanın yaşadığı bu küresel kriz yıllarında “Le Capital” (Das Kapital, Sermaye) adlı bir film çekmiş olması ilginç. Politik sinemanın vazgeçilmez ustasına göre (Z, L'aveu, État de siège, Missing, Amen), dünyayı siyasetçiler değil ekonomi guruları yönetiyor.
Costa Gavras yeni filminin tanıtımı için El Pais ve Rolling Stone‘a röportaj vermiş ve Taraf gazetesi de bu iki söyleşiyi derlemiş. Usta yönetmen 68 kuşağının protesto dönemiyle ilgili olarak “İnsanların hali vakti yerindeydi ve daha fazla özgürlük için insanlar sokaklara çıkıyordu. Şimdi ise aç oldukları için sokaktalar” tespitini yapıyor.
Costa Gavras’a göre artık devletlerin gücünden söz etmek mümkün değil. Onun ifadesiyle “Birtakım finans guruları çıkıyor ve hükümetleri manipüle ediyor.”
Röportajda zurnanın zırt dediği yerinde “Sizce ilerici partiler krize neden bir cevap veremediler?” sorusuna yönetmenin karşılığı çok hoş:
“Ah keşke bunu ben de bilsem... Fransız Cumhurbaşkanı Hollande’a bir bakın, lider seçilmesinin ardından geçen bu kısa sürede insanları nasıl da aldattı... Çözüm oy verdiğimiz insanlardan gelmeli. Biz sinemacıların yaptığı şey adil sorular sormaktır.”
“Çözüm var mı yoksa havluyu atalım mı?” diyen gazeteciye Costa Gavras şu karşılığı vermiş:
“Asla. Ben inanmış bir iyimserim. Kanımca insan denen varlık zor durumları tersine çevirip daha adil bir dünya inşa etme gücüne sahip. Ama bunu sessiz kalarak ya da yerinizde oturarak yapamazsınız.”
80 yaşında genç kalmasını bilen Costa Gavras’ın azim ve beceriyle işine odaklanmasındaki müthiş ve iflah olmaz umudu, bir önceki yazımda sözünü ettiğim ‘uzmanlaşma’ya olağanüstü bir örnektir. Görüşlerine, dünyayı kavrayış biçimine katılın ya da katılmayın, ki ben katılmam, MArx’ın Das Kapita’ine gönderme yapan ‘Le Capital’i ilgiyle izleyeceğinizden şüpheniz olmasın.
Popüler kültürün en temel sorunu
BMJ Open dergisi, yaptığı bir araştırma ile Avrupa ve Kuzey Amerika’dan 1956 ila 2006 yılları arasında meşhur olan 1.400 rock ve pop yıldızının kariyerini incelemiş. Araştırmanın sona erdiği 20 Şubat 2012 tarihine kadar 137 şarkıcının erken yaşta hayatını kaybetmiş olduğu kaydedilmiş. Elvis Presley, Jimi Hendrix, Michael Jackson, Amy Winehouse, Whitney Houston, Kurt Cobain...
Amerikalıların daha erken öldüğünün ortaya çıkarıldığı araştırmada Avrupalı şarkıcılar için ortalama ölüm yaşı 39 olarak belirlenmiş. Solo şarkıcıların grup müzisyenleriyle kıyaslandığında vaktinden erken ölme olasılıkları, Avrupalı ya da Kuzey Amerikalı olmalarına bakılmaksızın, iki kat daha fazlaymış. Nedenleri arasında uzun turnelerin yanısıra, sağlık hizmetlerine ulaşım ve uyuşturucu kullanımı ihtimal olarak sayılıyor.
‘Ünlü davranışları’ üzerine uzman psikolog Honey Langcaster-James’in şu değerlendirmesi akla, Hollywood’un son yıllarda pek çok filme ‘maneviyat yoksunluğunun bedelleri’ni konu etmesinin gerekçelerini getirmiyor mu?
“Solo şarkıcılar, genel olarak, hayata daha yalnız bakıyorlar; kasıtlı olarak yalnız devam etmeyi seçiyorlar. (...) Ve kendilerini, etraflarındaki herkesin ücretli çalışanlar, PR’cılar ve menajerleri olduğu bir ortamda buluyorlar. Hepsi, onlarla kişisel ihtiyaçları üzerinden değil de, finansal bakış açısı üzerinden ilişki kuruyor. Bu da sanatçılar açısından kime güvenecekleri hususunda zor bir durum yaratıyor.”
Manevi yoksunluğun bir başka sonucunun da “derinlik” olduğunu söyleyemez miyiz? Ne kadar hüzün, o kadar derinlik...
Amy Winehouse’ı bir düşünsenize...