‘West against the rest’ kazanmamalı . . .
06 haziran 2015 yeni şafak
Perşembe günkü yazımızda sistemi kısaca özetlemeye çalışmıştık. Batı'nın namlı, misyonları belli medyası Türkiye'ye geliyor; ya da Türkiye'deki temsilcisini görevlendiriyor… Ellerinde yaklaşık 10 kişilik bir liste… Münevver ve entelektüeltanımı dışında kalan, bizim bilinen, burada sık sık alıntıladığım Rahmetli Ömer Lütfi Mete'nindeyişiyle 'Zihinleri vaftizlenmiş', içinden çıktığı topluma, kültüre ve değerlere yabancılaşmış 'Ecnebi Aydınlarımızdan' seçilmiş, taş çatlasa 10-15 konuşma meraklısı arkadaştan en fazla ikisiyle konuşmalarını istiyor…
Bunların derdi AK Parti veya Türkiye ile ilgili değil; vizörlerinde yakın zamana kadar kendilerinin suyuna gittiğinden ve gideceğinden emin oldukları, sonrasında ise birden bağımsız duruşundan feci rahatsız oldukları Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan var…
Bu yabancı gazeteciler bizim ecnebi gazetecilerden taş çatlasa ikisiyle konuşup (bkz. Perşembe günkü yazımız) öyle bir tahlil döktürüyorlar ki, onu okuyanın Türkiye ile ilgili oluşturduğu algı bizim Bangladeş ile ilgili algıdan nerdeyse farksız…
Sonra ikinci aşama giriyor devreye. Bizim 'necip Türk basını' bu Batılı medyanın Türkiye'nin geleceğini kapkara gösteren, Erdoğan'ı da yerden yere çalan 'yorum–haber'leri alıyor, “İşte Batı medyası bizimle ilgili böyle düşünüyor!” diye veriyor…
Ben atlamışım herhalde. İngiliz The Guardian'da 7 Haziran Seçimleri üzerine yazılmış makaleden 'muhteşem' bir tespiti Sayın Alper Tan sosyal medyada paylaşmış…
“Tam Batılılaşmamış, yoksul Müslümanların kendi ülkelerini yönetmelerine izin verilemez.”
Bu bana, “Ortadoğu Petrollerinin yönetimi Arapların eline bırakılamayacak kadar ciddi bir meseledir” sözünü hatırlattı… Bir de geçen yıl değindiğim bir iki konuyu…
Biraz da iğneyi de çuvaldızı da kendimize batıralım… Konuyu yine kendimizi anlatma, ifade biçimimize, Kamu Diplomasisi meselesine getireceğiz…
Biz kendimizi dünyaya nasıl anlatmışız ki, bu Batı medyası bizimle ilgili dilediği tezviratı yaparken karşısında Batılı toplumlar nezdinde geniş alıcı kitleleri bulabilmektedir… Bana sorarsanız hiç anlatmamışız… Eğer anlatsaydık bu tezviratı Batı kamu vicdanı yemezdi. Yemezse de Batı basını bizim 10 tane aydınla bu numaraları çevirmezdi…
FİFA'da yüzyılın skandalı dönüyor. Rüşvet yolsuzluk, her türlü rezalet diz boyu. Olayı nasıl algılatıyorlar biliyor musunuz? “İşte Batı demokrasisi... Böyle şeyler ortaya çıkar ve hesabı verilir.” Bu durumu 'yedirebilmelerinin nedeni, o 'yeme zeminini hazırlamış' olmaları… Başka bir şey değil. Bizim ise büyük bir başarıyla 2010 yılında kurduğumuz Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğümüzü bir türlü ayağa kaldıramayışımız… Nedeni, olayı birazcık yakından inceleme fırsatı bulduğum için söyleyebilirim, sadece ve sadece 'bürokratik oligarşinin' direncidir, başka bir şey değil…
Samuel Huntington'ın Batı'yı tanımlar ve gelecek tasarımından söz ederken tespit ettiği “West against the Rest” (Batı herkese karşı) durumu şu an dünyanın her bir köşesinde sahnelenmektedir... Eğer siz gerekli 'algılama önlemini' almaz, ısı kalkanlarınızı oluşturamazsanız, o 'Rest'in içine düşmeniz kaçınılmazdır…
Amerikalı entelektüellerin 'Postglobalization' (Küreselleşme sonrası dünya) dedikleri ve 'The Rise of the Rest'te ('Diğerlerinin' Yükselişi'nde... Kastedilen, Hıristiyan Batı dışındaki ülkelerdir) manasını bulan büyük ekonomik dönüşümlere karşı, bu ekonomilerin içinde ittifak kurduğu 'yerli ecnebilerle' tavır alması kadar doğal bir şey olabilir mi?
Dünya ekonomisini derinden ve bodoslama etkileyen bu büyük transformasyonun ABD ve Avrupa ülkelerindeki 'Algılama Yönetimleri'ninasıl stratejik anlamda etkileyip dönüştürdüğünü, kendi halklarını ve diğer dünya halklarını bu Yönetim çerçevesinde Kamu Diplomasisiataklarıyla nasıl yönlendirdiklerini görebilmek için malum Batı basınını ve Hollywood'un bazı filmlerini izlemek yeter de artar bile. (Bkz: Homeland dizisi.)
'Algılama Yönetimi' ifadesinin karşısına tam bir kavram kargaşası olarak negatif anlamda kullanmak üzere 'Algı Operasyonu'nu kim ve kimler bulup çıkardıysa, iletişim disiplininin tamamen hilafına bir gelişme olarak, PR'ın 'olmayan bir gerçekliği köpürtmek' manasında kullanılmasına kimler aracılık ediyorsa, biliniz ki, bu gidişattan kârlı çıkacak onlar olacaktır, biz değil. Çünkü Algı Operasyonu ile kast edilen, son derece bilimsel ve stratejik yaklaşımlara dayalı Algılama Yönetimi değil, kara propagandadan gücünü alan yanıltma operasyonlarıdır.
Mağdur olanın 'gerçeği'nden daha güçlü bir 'algılama'nın olmayacağını tarih, eğer iletişim usulü veçhile yönetilirse, İspanya İç Savaşı'ndan, Vietnam'dan, Şili'den, Çin'den, İran'dan ve son 12 yılı ile de Türkiye'den örneklerle dünyaya anlatıp durmuyor mu?
Peki, buna rağmen, BBC Türkiye'nin Cumhurbaşkanı Erdoğan'la ilgili şu 'analizi'ni nasıl yedirebiliyor:
“Erdoğan dünyada dışlanıyor, 'Yeni Türkiye' mutsuz ve yalnız.” (Mark Lowen)
Yaşayıp görenler, özellikle rahmetli Adnan Menderes döneminden bu yana, Türkiye'nin ne zaman kanatlanacak gibi olsa bu Batılı medyanın içinden tam anlamıyla 'kendi menfaatlerinin sesi' konumundaki borazanların (Bizimkiler bunları entelijansiya sanır) neler yazdıklarını, ince diplomasi ataklarıyla bizim topraklardaki en küçük başarıyı nasıl cezalandırdıklarını gayet iyi hatırlarlar.
Türkiye'de yarın seçmen yeni bir Meclis seçecek…
Bu yeni meclis, hiçbir partinin belki yüzlerce sayfalık bildirgesine aldığı ancak seçim çalışması sırasında bir türlü dile getirmediği üç konuyu önümüzdeki yönetim döneminde ele almazsa, şimdi değil ancak o zaman Türkiye'nin geleceğinden endişe duymak gerekir. Nedir o üç konu: 1. Kamu Diplomasisi ve Türkiye'nin dünya ülkelerinin halkları (hükümetleri değil) nezdinde itibarının artırılması; 2. Canlılığın sürdürülebilirliği noktasında, doğa ve çevre meselesinin sürdürülebilir bir şekilde ele alınması 3. Bilgi toplumuna geçişin tüm kurumlar nezdinde hızlandırılması…
Ben seçim sonuçları ne olursa olsun, ortaya çıkacak tablonun Türkiye'nin hayrına, demokrasinin ve barışın gelişimine katma değer getireceğine inananlardanım…
Bunların derdi AK Parti veya Türkiye ile ilgili değil; vizörlerinde yakın zamana kadar kendilerinin suyuna gittiğinden ve gideceğinden emin oldukları, sonrasında ise birden bağımsız duruşundan feci rahatsız oldukları Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan var…
Bu yabancı gazeteciler bizim ecnebi gazetecilerden taş çatlasa ikisiyle konuşup (bkz. Perşembe günkü yazımız) öyle bir tahlil döktürüyorlar ki, onu okuyanın Türkiye ile ilgili oluşturduğu algı bizim Bangladeş ile ilgili algıdan nerdeyse farksız…
Sonra ikinci aşama giriyor devreye. Bizim 'necip Türk basını' bu Batılı medyanın Türkiye'nin geleceğini kapkara gösteren, Erdoğan'ı da yerden yere çalan 'yorum–haber'leri alıyor, “İşte Batı medyası bizimle ilgili böyle düşünüyor!” diye veriyor…
Ben atlamışım herhalde. İngiliz The Guardian'da 7 Haziran Seçimleri üzerine yazılmış makaleden 'muhteşem' bir tespiti Sayın Alper Tan sosyal medyada paylaşmış…
“Tam Batılılaşmamış, yoksul Müslümanların kendi ülkelerini yönetmelerine izin verilemez.”
Bu bana, “Ortadoğu Petrollerinin yönetimi Arapların eline bırakılamayacak kadar ciddi bir meseledir” sözünü hatırlattı… Bir de geçen yıl değindiğim bir iki konuyu…
Biraz da iğneyi de çuvaldızı da kendimize batıralım… Konuyu yine kendimizi anlatma, ifade biçimimize, Kamu Diplomasisi meselesine getireceğiz…
Biz kendimizi dünyaya nasıl anlatmışız ki, bu Batı medyası bizimle ilgili dilediği tezviratı yaparken karşısında Batılı toplumlar nezdinde geniş alıcı kitleleri bulabilmektedir… Bana sorarsanız hiç anlatmamışız… Eğer anlatsaydık bu tezviratı Batı kamu vicdanı yemezdi. Yemezse de Batı basını bizim 10 tane aydınla bu numaraları çevirmezdi…
FİFA'da yüzyılın skandalı dönüyor. Rüşvet yolsuzluk, her türlü rezalet diz boyu. Olayı nasıl algılatıyorlar biliyor musunuz? “İşte Batı demokrasisi... Böyle şeyler ortaya çıkar ve hesabı verilir.” Bu durumu 'yedirebilmelerinin nedeni, o 'yeme zeminini hazırlamış' olmaları… Başka bir şey değil. Bizim ise büyük bir başarıyla 2010 yılında kurduğumuz Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğümüzü bir türlü ayağa kaldıramayışımız… Nedeni, olayı birazcık yakından inceleme fırsatı bulduğum için söyleyebilirim, sadece ve sadece 'bürokratik oligarşinin' direncidir, başka bir şey değil…
Samuel Huntington'ın Batı'yı tanımlar ve gelecek tasarımından söz ederken tespit ettiği “West against the Rest” (Batı herkese karşı) durumu şu an dünyanın her bir köşesinde sahnelenmektedir... Eğer siz gerekli 'algılama önlemini' almaz, ısı kalkanlarınızı oluşturamazsanız, o 'Rest'in içine düşmeniz kaçınılmazdır…
Amerikalı entelektüellerin 'Postglobalization' (Küreselleşme sonrası dünya) dedikleri ve 'The Rise of the Rest'te ('Diğerlerinin' Yükselişi'nde... Kastedilen, Hıristiyan Batı dışındaki ülkelerdir) manasını bulan büyük ekonomik dönüşümlere karşı, bu ekonomilerin içinde ittifak kurduğu 'yerli ecnebilerle' tavır alması kadar doğal bir şey olabilir mi?
Dünya ekonomisini derinden ve bodoslama etkileyen bu büyük transformasyonun ABD ve Avrupa ülkelerindeki 'Algılama Yönetimleri'ninasıl stratejik anlamda etkileyip dönüştürdüğünü, kendi halklarını ve diğer dünya halklarını bu Yönetim çerçevesinde Kamu Diplomasisiataklarıyla nasıl yönlendirdiklerini görebilmek için malum Batı basınını ve Hollywood'un bazı filmlerini izlemek yeter de artar bile. (Bkz: Homeland dizisi.)
'Algılama Yönetimi' ifadesinin karşısına tam bir kavram kargaşası olarak negatif anlamda kullanmak üzere 'Algı Operasyonu'nu kim ve kimler bulup çıkardıysa, iletişim disiplininin tamamen hilafına bir gelişme olarak, PR'ın 'olmayan bir gerçekliği köpürtmek' manasında kullanılmasına kimler aracılık ediyorsa, biliniz ki, bu gidişattan kârlı çıkacak onlar olacaktır, biz değil. Çünkü Algı Operasyonu ile kast edilen, son derece bilimsel ve stratejik yaklaşımlara dayalı Algılama Yönetimi değil, kara propagandadan gücünü alan yanıltma operasyonlarıdır.
Mağdur olanın 'gerçeği'nden daha güçlü bir 'algılama'nın olmayacağını tarih, eğer iletişim usulü veçhile yönetilirse, İspanya İç Savaşı'ndan, Vietnam'dan, Şili'den, Çin'den, İran'dan ve son 12 yılı ile de Türkiye'den örneklerle dünyaya anlatıp durmuyor mu?
Peki, buna rağmen, BBC Türkiye'nin Cumhurbaşkanı Erdoğan'la ilgili şu 'analizi'ni nasıl yedirebiliyor:
“Erdoğan dünyada dışlanıyor, 'Yeni Türkiye' mutsuz ve yalnız.” (Mark Lowen)
Yaşayıp görenler, özellikle rahmetli Adnan Menderes döneminden bu yana, Türkiye'nin ne zaman kanatlanacak gibi olsa bu Batılı medyanın içinden tam anlamıyla 'kendi menfaatlerinin sesi' konumundaki borazanların (Bizimkiler bunları entelijansiya sanır) neler yazdıklarını, ince diplomasi ataklarıyla bizim topraklardaki en küçük başarıyı nasıl cezalandırdıklarını gayet iyi hatırlarlar.
Türkiye'de yarın seçmen yeni bir Meclis seçecek…
Bu yeni meclis, hiçbir partinin belki yüzlerce sayfalık bildirgesine aldığı ancak seçim çalışması sırasında bir türlü dile getirmediği üç konuyu önümüzdeki yönetim döneminde ele almazsa, şimdi değil ancak o zaman Türkiye'nin geleceğinden endişe duymak gerekir. Nedir o üç konu: 1. Kamu Diplomasisi ve Türkiye'nin dünya ülkelerinin halkları (hükümetleri değil) nezdinde itibarının artırılması; 2. Canlılığın sürdürülebilirliği noktasında, doğa ve çevre meselesinin sürdürülebilir bir şekilde ele alınması 3. Bilgi toplumuna geçişin tüm kurumlar nezdinde hızlandırılması…
Ben seçim sonuçları ne olursa olsun, ortaya çıkacak tablonun Türkiye'nin hayrına, demokrasinin ve barışın gelişimine katma değer getireceğine inananlardanım…