Yenilikler fuarı olarak tarihe geçecek
05 KASIM 2006
Kısmen davet etme nezaketinde bulundukları için kısmen de birbirlerine yakın olmalarını fırsat bilerek, Auto Show’da bir kaç stant gezdim. Tabii ki yeni göreve gelen CEO’su Ali Pandır’ın da bu fuarda takdim edildiği Fiat, onunla aynı familyadan olmaları nedeniyle geniş bir alana birlikte yayıldıkları Alfa Romeo, Lancia, Ferrari, Maserati...
Hemen karşılarında Opel, bir arkalarında Peugeot, onun karşısında Ford... Bugün ve hafta içinde fırsat bulursam diğerlerini de gezeceğim.
Bu yıl ‘iş iletişimi’ (business communication) anlamında dikkatimi çeken en önemli husus, Kournikova muhabbetinin dışında sansasyonun markaların ve modellerin önüne geçmeyişi.
Yalınlık hakim
Stantlar bu yıl daha yalın. Örneğin Fiat’ın standına beyazlar hakim. Araçları sunan hostesler de bembeyaz giysileri içinde kuğular gibi... Beyazlar içinde araçlar daha iyi patlıyor. Peugeot’nun standında spor giyimli mankenler yer almış... Opel’in standı son derece mütevazı ve şık...
İkinci dikkatimi çeken konu ise, sansasyonun gerçek ticari işleve kayması; yani şöhretler, robotlar, sirk gösterilerinden çok yeniliklerin sunumu, uluslararası lansmanların İstanbul’a alınmasıydı... Örneğin, Rahmi Koç’un “Benim için en mutlu gün” dediği olayda her şeyiyle Türkiye’de imal edilip, tüm dünyaya buradan sevk edilecek olan Fiat Linea’nın dünya lansmanının bu fuara alınması otomotiv sektörü için devrimdir... Linea o kadar sansasyon yarattı ki, ilk dört çeker Sedici’nin ve Fiat’ın prestij markalarından Lancia’nın Türkiye’ye bu fuarla adım atmaları, bir miktar gölgede kaldı. Uzun yıllardır içlerinde olmama rağmen beni bile heyecanlandırdıklarını söyleyebilirim. Fiat fuara hızlı ve yoğun girmişti.
Cuma akşamı Habertürk’de Özlem Gürses’in sunduğu bizim de onun deyişiyle ‘ortak’ olarak katıldığımız yayında Renault Mais Genel Müdürü İbrahim Aybar da bu fuarın en önemli farklılığının uluslararası lansmanlar olduğunu, fuarın dünya çapında bir kişilik kazandığını vurgulamıştı.
Publicity sakat iştir
Dedik ya, ucuz PR anlamında sansasyon şimdilik az görünüyor. Bu sansasyon işleri sakattır aslında. İşte GS’li oyuncularla yaşanan olay. Perşembe bizim gazetede vardı. Sen tut ‘görünürlük artsın’ (publicity) diye Hakan Şükür, Necati, Arda, Ergün ve Orhan Ak’ı al götür standına... Gazeteciler takımın kötü gidişi üzerine muhabbet açmazlar mı? Bizimkiler de sinirlenip gazetecilerle kapışmazlar mı? “Ne yazacaksın ulan?”, “Sana ne!”, “Gelin Florya’ya, orada görüşelim!” şeklinde veciz diyaloglar... Al sana kaş yapalım derken göz çıkarmanın Türkçesi... Etkinlikte şöhret kullanmanın böyle bir enayi tarafı vardır. Önceden kestirmezsen de başına iş alırsın... Bu seferlik hangi markanın bu tufaya düştüğünü yazmayalım. Bizim spor servisi de yazmamış...
Kimin fendi, kimi yendi, zaten belli!
Bu çocuğun bir önceki kitabı da (Evli Erkekler Kulübü) böyleydi. Kıl mı kıl... Sinir mi sinir... İnsanlık tarihini belirlemiş, dünyanın gidişatını değiştirecek güce sahip olduklarını her an kanıtlamış ‘kadınlarla’ uğraşmanın bir işe yaramayacağını hâlâ anlamamış... İletişimci dostumuz Serhat Ayan bu kitabında da benzer bir ummana dalmış...
Kadınlarla erkekleri karşı karşıya getiren her ne olursa olsun sonuç kaçınılmaz ve değişmez oysa... Tecrübeyle sabittir!.. Tabii ki her zaman kadınlar kazanır. Erkekler kazandıklarını zannettikleri anda dahi kadınlar kazanmıştır aslında... Doğuran ve esirgeyen onlar oldukça bu değişmeyecektir. İnkarcı erkekleri, yaşamda ilginç tecrübeler bekler...
Gelin görün ki, başına geleceği göremeyen, talihsiz dostumuz Ayan çıkıyor ve “Gizli Kadınlar Örgütü” isimli kitabı yazıyor. Kitabın ana teması şu: “Ya dünya nüfusun tam yarısı, yani kadınların tümü, spermsiz doğum mümkün olduğunda erkek ırkını ortadan kaldırmayı amaçlayan gizli bir örgütse? Annelerimiz, halalarımız, teyzelerimiz, sevgililerimiz aslında sevip saydığımız değer verdiğimiz, nadide, kırılgan ve sevecen varlıklar... Ya öyle değillerse?”
Kitap canına susamış gazeteci Cemal’in Gizli Kadınlar Örgütü’nü keşfedip, çıktığı serüveni anlatıyor. İşin içine hiçbir şeyden geri kalmayan Amerika’nın nasıl girdiğini, Kadınlar Örgütü’nün yanında El Kaide’nin nasıl da zemzem suyuyla yıkanmış bir teşkilat olarak kaldığını, bu bakışla 11 Eylül saldırılarının şifresinin nasıl çözülebileceğini merak ediyorsanız, siz bir Serhat Ayan fanı olmaya namzetsiniz demektir...
İş üründe mi, mikroplu kampanyada mı?
Geçtiğimiz hafta Unilever’den Ebru Şenel Erim ve Deniz Aktürk Erdem, Unilever’in iletişim ajansı Ünite’den Aytül Erdinç ve Bike İmre hanımlar ile davetleri üzerine bir kahve içtik. Konu tabii ki ‘Ne olacak bu Türkiye’nin hali?’ değildi. Eminim bu olsaydı bile edecek onlarca sözleri vardı. Çamaşır suyu kategorisinde çok güvendikleri Domestos’tan konuştuk. Ben de tam hedef kitlelerine giriyorum, değil mi?..
Hayır, çok akıllılar aslında. Kampanyalarını izleyip, özellikle batıdan ithal filmlerini yerden yere çalıp sinirlerini bozacak eleştiriler yapmayayım diye önlem alıyorlar... Bir de bütün temizlik ürünlerinin birbirlerinin aynı olduğunu ve farkın ancak pazarlamada yaratılabileceğini iddia ediyorum ya... Bence çok da iyi yapıyorlar. Diyalog ve ilişki yönetimi pek çok felaketi önler...
Hanımlar konuya ‘Bildiğiniz gibi değil Ali bey’ diyerek girdiler. Bir sürü araştırma yapmışlar ve Türk kadınının temizlik ve bakım ürünlerini tercih ederken neredeyse laboratuar gibi ürünü testlerden geçirdiklerini, içeriğindeki aktif maddeleri bile incelediklerini, ikna olmazlarsa anında reaksiyon gösterdiklerini söylediler. Onlara kadınların kararlarını ağırlıklı olarak duygusal faktörler ve ürünle kurdukları yakınlıkla verdiklerini anlatmaya çalıştım. Bir süre aynı dili konuşamadık....
Domestos’un reklamını izlemişsinizdir. Hani böcek desem böceklerin alınacağı, mikrop desem mikropların darılacağı sevimsiz bir yaratık neşe içinde şarkı söylerken birden Domestos’a çarpıyor ve 5 kat daha fazla hijyeni duyunca önce bir tuhaf hissediyor ardından da yok oluyor. Unilever’ciler kadınlar test etsinler ve sonucu kendileri görsünler diye bir de test kâğıdı koymuşlar pakete.
Anlaşılan o ki ürün sağlam. Ama günümüzde bütün ürünler sağlam. Deniz Hanım ne derse desin, farkı yine o mikroplu ve benzeri kampanyalar yaratacak bence, kadınların Domestos’u sadece 5 kat daha fazla hijyen sağlıyor ve C-TAC formülünü içeriyor diye alacaklarına beni inandırmaları çok zor olur...
Hemen karşılarında Opel, bir arkalarında Peugeot, onun karşısında Ford... Bugün ve hafta içinde fırsat bulursam diğerlerini de gezeceğim.
Bu yıl ‘iş iletişimi’ (business communication) anlamında dikkatimi çeken en önemli husus, Kournikova muhabbetinin dışında sansasyonun markaların ve modellerin önüne geçmeyişi.
Yalınlık hakim
Stantlar bu yıl daha yalın. Örneğin Fiat’ın standına beyazlar hakim. Araçları sunan hostesler de bembeyaz giysileri içinde kuğular gibi... Beyazlar içinde araçlar daha iyi patlıyor. Peugeot’nun standında spor giyimli mankenler yer almış... Opel’in standı son derece mütevazı ve şık...
İkinci dikkatimi çeken konu ise, sansasyonun gerçek ticari işleve kayması; yani şöhretler, robotlar, sirk gösterilerinden çok yeniliklerin sunumu, uluslararası lansmanların İstanbul’a alınmasıydı... Örneğin, Rahmi Koç’un “Benim için en mutlu gün” dediği olayda her şeyiyle Türkiye’de imal edilip, tüm dünyaya buradan sevk edilecek olan Fiat Linea’nın dünya lansmanının bu fuara alınması otomotiv sektörü için devrimdir... Linea o kadar sansasyon yarattı ki, ilk dört çeker Sedici’nin ve Fiat’ın prestij markalarından Lancia’nın Türkiye’ye bu fuarla adım atmaları, bir miktar gölgede kaldı. Uzun yıllardır içlerinde olmama rağmen beni bile heyecanlandırdıklarını söyleyebilirim. Fiat fuara hızlı ve yoğun girmişti.
Cuma akşamı Habertürk’de Özlem Gürses’in sunduğu bizim de onun deyişiyle ‘ortak’ olarak katıldığımız yayında Renault Mais Genel Müdürü İbrahim Aybar da bu fuarın en önemli farklılığının uluslararası lansmanlar olduğunu, fuarın dünya çapında bir kişilik kazandığını vurgulamıştı.
Publicity sakat iştir
Dedik ya, ucuz PR anlamında sansasyon şimdilik az görünüyor. Bu sansasyon işleri sakattır aslında. İşte GS’li oyuncularla yaşanan olay. Perşembe bizim gazetede vardı. Sen tut ‘görünürlük artsın’ (publicity) diye Hakan Şükür, Necati, Arda, Ergün ve Orhan Ak’ı al götür standına... Gazeteciler takımın kötü gidişi üzerine muhabbet açmazlar mı? Bizimkiler de sinirlenip gazetecilerle kapışmazlar mı? “Ne yazacaksın ulan?”, “Sana ne!”, “Gelin Florya’ya, orada görüşelim!” şeklinde veciz diyaloglar... Al sana kaş yapalım derken göz çıkarmanın Türkçesi... Etkinlikte şöhret kullanmanın böyle bir enayi tarafı vardır. Önceden kestirmezsen de başına iş alırsın... Bu seferlik hangi markanın bu tufaya düştüğünü yazmayalım. Bizim spor servisi de yazmamış...
Kimin fendi, kimi yendi, zaten belli!
Bu çocuğun bir önceki kitabı da (Evli Erkekler Kulübü) böyleydi. Kıl mı kıl... Sinir mi sinir... İnsanlık tarihini belirlemiş, dünyanın gidişatını değiştirecek güce sahip olduklarını her an kanıtlamış ‘kadınlarla’ uğraşmanın bir işe yaramayacağını hâlâ anlamamış... İletişimci dostumuz Serhat Ayan bu kitabında da benzer bir ummana dalmış...
Kadınlarla erkekleri karşı karşıya getiren her ne olursa olsun sonuç kaçınılmaz ve değişmez oysa... Tecrübeyle sabittir!.. Tabii ki her zaman kadınlar kazanır. Erkekler kazandıklarını zannettikleri anda dahi kadınlar kazanmıştır aslında... Doğuran ve esirgeyen onlar oldukça bu değişmeyecektir. İnkarcı erkekleri, yaşamda ilginç tecrübeler bekler...
Gelin görün ki, başına geleceği göremeyen, talihsiz dostumuz Ayan çıkıyor ve “Gizli Kadınlar Örgütü” isimli kitabı yazıyor. Kitabın ana teması şu: “Ya dünya nüfusun tam yarısı, yani kadınların tümü, spermsiz doğum mümkün olduğunda erkek ırkını ortadan kaldırmayı amaçlayan gizli bir örgütse? Annelerimiz, halalarımız, teyzelerimiz, sevgililerimiz aslında sevip saydığımız değer verdiğimiz, nadide, kırılgan ve sevecen varlıklar... Ya öyle değillerse?”
Kitap canına susamış gazeteci Cemal’in Gizli Kadınlar Örgütü’nü keşfedip, çıktığı serüveni anlatıyor. İşin içine hiçbir şeyden geri kalmayan Amerika’nın nasıl girdiğini, Kadınlar Örgütü’nün yanında El Kaide’nin nasıl da zemzem suyuyla yıkanmış bir teşkilat olarak kaldığını, bu bakışla 11 Eylül saldırılarının şifresinin nasıl çözülebileceğini merak ediyorsanız, siz bir Serhat Ayan fanı olmaya namzetsiniz demektir...
İş üründe mi, mikroplu kampanyada mı?
Geçtiğimiz hafta Unilever’den Ebru Şenel Erim ve Deniz Aktürk Erdem, Unilever’in iletişim ajansı Ünite’den Aytül Erdinç ve Bike İmre hanımlar ile davetleri üzerine bir kahve içtik. Konu tabii ki ‘Ne olacak bu Türkiye’nin hali?’ değildi. Eminim bu olsaydı bile edecek onlarca sözleri vardı. Çamaşır suyu kategorisinde çok güvendikleri Domestos’tan konuştuk. Ben de tam hedef kitlelerine giriyorum, değil mi?..
Hayır, çok akıllılar aslında. Kampanyalarını izleyip, özellikle batıdan ithal filmlerini yerden yere çalıp sinirlerini bozacak eleştiriler yapmayayım diye önlem alıyorlar... Bir de bütün temizlik ürünlerinin birbirlerinin aynı olduğunu ve farkın ancak pazarlamada yaratılabileceğini iddia ediyorum ya... Bence çok da iyi yapıyorlar. Diyalog ve ilişki yönetimi pek çok felaketi önler...
Hanımlar konuya ‘Bildiğiniz gibi değil Ali bey’ diyerek girdiler. Bir sürü araştırma yapmışlar ve Türk kadınının temizlik ve bakım ürünlerini tercih ederken neredeyse laboratuar gibi ürünü testlerden geçirdiklerini, içeriğindeki aktif maddeleri bile incelediklerini, ikna olmazlarsa anında reaksiyon gösterdiklerini söylediler. Onlara kadınların kararlarını ağırlıklı olarak duygusal faktörler ve ürünle kurdukları yakınlıkla verdiklerini anlatmaya çalıştım. Bir süre aynı dili konuşamadık....
Domestos’un reklamını izlemişsinizdir. Hani böcek desem böceklerin alınacağı, mikrop desem mikropların darılacağı sevimsiz bir yaratık neşe içinde şarkı söylerken birden Domestos’a çarpıyor ve 5 kat daha fazla hijyeni duyunca önce bir tuhaf hissediyor ardından da yok oluyor. Unilever’ciler kadınlar test etsinler ve sonucu kendileri görsünler diye bir de test kâğıdı koymuşlar pakete.
Anlaşılan o ki ürün sağlam. Ama günümüzde bütün ürünler sağlam. Deniz Hanım ne derse desin, farkı yine o mikroplu ve benzeri kampanyalar yaratacak bence, kadınların Domestos’u sadece 5 kat daha fazla hijyen sağlıyor ve C-TAC formülünü içeriyor diye alacaklarına beni inandırmaları çok zor olur...